20 Eylül 2025

18. İstanbul Bienali’nin durakları: Zihni Han

18. İstanbul Bienali, "Üç Ayaklı Kedi" temasıyla sanatseverlerle buluşuyor. Savaşa ve yıkıma karşı ayakta kalma mücadelesini sanatla anlatan bienal, üç yıla yayılan farklı bir formatla şehri bir sergi alanına dönüştürüyor. Bu sanatsal buluşmanın ilk durağında bizi neler bekliyor, birlikte bakalım.

İstanbul… Sanatla nefes alıp veren, sokaklarına, tarihî yapılarına ve toplumsal belleğine bugünün en heyecan verici fısıltılarını dolduran şehir. Bu fısıltılı ama aynı zamanda gür çıkan sanatsal ses; şüphesiz ki İstanbul Bienali’nde bir çığ gibi büyüyor, tüm dünyanın nefesine, endişesine, umuduna karışıyor. Hatta zaman ve mekân algılarının ötesine geçerek evrensel bir buluşma alanı yaratıyor. 1987'den bu yana iki yılda bir düzenlenen ve şehrin kültürel kimliğinin ayrılmaz bir parçası olan bu sanatsal buluşma, nihayet 2025 sonbaharında 18. kez kapılarını aralamaya hazırlanıyor. Bizi sadece yeni eserleri görmeye değil, aynı zamanda bugünün ve geleceğin sorunlarına dair sorduğu cesur soruları düşünmeye davet ediyor. Üstelik bu kez, karşımızda alıştığımız formattan çok daha farklı, "Üç Ayaklı Kedi" adıyla anılan, zamana yayılan bir macera var.

Üç yıl aradan sonra yepyeni bir vizyonla karşımıza çıkan 18. İstanbul Bienali’nin “Üç Ayaklı Kedi” başlığı rastlantı değil. Hayatın tüm vahşi yanlarıyla mücadele ederken bir bacağını kaybetmiş bir kedinin her şeye rağmen yürümeye, yaşamaya tutunma çabası gibi; biz de savaşlara, çatışmalara, yaralanmalara, kayıp ve yıkımlara karşı varlığımızı korumaya çalışıyoruz. Bienal tam da bu düşünce üzerinden üç ayrı ayağa ayrılıyor ve bu mücadelenin farklı biçimlerini sanatsal bir dille izleyenlerine aktarıyor. İlk ayağı 2025 programı (20 Eylül-23 Kasım); “gelecek olasılıkları” ve “kendini koruma” temalarıyla şekillenen eserlerin sergilenmesiyle açılıyor. İkinci ayağı 2026’da İstanbul Bienali Akademisi’nin kurulması ve sanat inisiyatifleriyle birlikte düzenlenecek kamusal programlarla devam edecek. Üçüncü ayağı ise 2027’de çeşitli atölyeler, performanslar ve nihai bir sergiyle tamamlanacak.

Bu üç ayak hem üç senenin telafisi hem de geleceği görmekte zorlandığımız bu dünyayla başa çıkarken sanatın ifade biçimiyle güç bulmamızın bir temsili…  Bu temsile dair bienalin küratörü Christine Tohmé de “Kendini koruma ve gelecek olasılıkları bu bienalde gerek yeniden oluşturma ve onarma eylemlerinde gerek kahkahanın, reddedişin ve efsunlanmanın farklı tınılarında, birbirine kenetlenmiş kavramlar olarak ortaya çıkıyor. Bienalde sergilenen eserler, benimsedikleri estetik ya da performatif stratejiler ne kadar çeşitlilik gösterse de hayatta kalma azmiyle birbirine bağlanıyor. Bizlere hayal gücünü beslemeye ve olasılık ufuklarını tasarlamaya dair kıymetli dersler veriyorlar” diyor. Belli ki bu sefer hayatın tüm mücadele mekânlarını sanat üzerinden açacak bir bienal bizi kucaklıyor, hem de uzunca bir süre…

O hâlde, alınacak dersler, sorulacak sorular, paylaşılacak alanlar üzerinde ilk adımımızı atalım.

İlk durak: Zihni Han

Önceki bienallerde olduğu gibi sergi mekânları yine tanıdık ve bir o kadar da taze. Kapsamlı bir restorasyondan sonra kapılarını yeniden açan Galata Rum Okulu'nun o büyülü atmosferi, eski Fransız Yetimhanesi'nin bahçesi, Muradiye Han, Elhamra Han, Zihni Han, Meclis-i Mebusan, Külah Fabrikası gibi şehrin hafızasını taşıyan yapılar, 40'tan fazla sanatçının eserlerine ev sahipliği yapıyor. Beyoğlu-Karaköy hattındaki bu yürüyüş rotası, izleyiciyi sadece eserden esere değil, aynı zamanda şehrin dokusunda bir gezintiye çıkarıyor. Biz bu geziye ilk olarak Zihni Han’dan başlayalım.

1930’da bir gemi acenteliğinin merkez binası olarak yapılan ve 1973’te yeniden inşa edilen Zihni Han, Tophane rıhtımında yer alıyor. Henüz yeni restore edilmiş, beş katlı, sade bir bina olan Zihni Han; 18. İstanbul Bienali’ne ev sahipliği yapan mekânlardan biri. Giriş alanından terasına kadar kapılarını ziyaretçilerine sonuna kadar açmış olan bu mekânda; Celina Eceiza, Rafik Greiss, Ian Davis, Jasleen Kaur, Selma Selman, Chen Ching-Yuan, Valentin Noujaïm, Elif Saydam, Willy Aractingi, Karimah Ashadu, Stéphanie Saadé, Sohail Salem, Abdullah Al Saadi, Pélagie Gbaguidi, Sara Sadik ve Marwan Rechmaoui gibi dünyanın farklı birçok yerinden sanatkârın eserleri ağırlanıyor.

Önce derin nefes, sonra distopyanın koynu

İlk karşılaştığımız eser; Celina Eceiza’nın. 1988, Tandil doğumlu bir sanatçı olan Celina Eceiza, Zihni Han’ın giriş alanının tamamını bir sanat eseri olarak kurgulamış. Zeminden tavana kadar alanın her yeri sanatçının yerleştirme tercihleri doğrultusunda eserleriyle bezeli. Mekânın içinde başlayıp orada son bulan sanatsal üretimi; açık yapıt niteliğinde izleyicisine sunulmuş. Ziyaretçiler burada büyük bir misafirperverlikle karşılaşıyor. Zira ziyaretçilerini kuşatırcasına zeminde, tavanda, duvarda pamuklu ve geri dönüştürülmüş kumaşlar, çuval bezi, havlu gibi malzemelerle yapılmış eserler bulunuyor. Konuğunun mekânı deneyimleyebilmesi için tasarlanmış minderler, yastıklar, koltuklar yer alıyor. Bu nesnelerin ve alanların her zerresi insan bedenine ve ruhuna dair izler taşıyor. Hepsi elle işlenmiş, elle dikilmiş Celina tarafından. Yarattığı bu eşsiz atmosfer, ziyaretçileri hem kendi içsel bir yolculuklarına hem de bu yolculukta duraklayabilecekleri bir dinlenme alanına davet ediyor.

Bu dinginlik ve sakinliğe ek olarak ikinci karşılaştığımız eser; bizi yoganın derin kültürüne götürürken bir yandan da kapitalizme ve popüler kültürün tüketim mekanizmasına eleştiri getiriyor. Bu dünya Jasleen Kaur’a ait. 1986, Glasgow doğumlu Jasleen Kaur, “Bedenim Bir Kasvet Tapınağı” (2021) adlı eseriyle yoga ve meditasyon gibi kadim ve yerli ruhani geleneklerin küresel “wellness” kültürü ile tüketim ürünleri hâline gelmesini yarı saydam bir perdede çok katmanlı bir görüntüyle eleştiriyor. Perdeye Kundalini yogisi Swami Dev Murti’nin ve onunla birlikte yoga yapan insanların bulunduğu arşiv görüntüleri yansıyor. Birinci katta yer alan Kaur’a ait mekânda aynı zamanda himalaya tuzundan kristal lamba ve palo santo tütsüsü dev boyutlarda sergileniyor. Yoganın bu dev sahnesi, bugünün popüler dünyasından sıyrılıp kendi öz toprağına referans yapıyor böylelikle.

Birinci katın bir diğer konuğu Ian Davis. 1972 İndianapolis doğumlu sanatçının yapıtları, modern dönemin yarattığı distopik görüntülere dayanıyor. Tablolarındaki gerek perspektif, boyut gibi teknik farklılıklar gerekse kullandığı figürlerle modern toplumun yarattığı tek tipleşmeye ve sürüklendiği felakete işaret ediyor. “İltica” (2024), “Bakır Madeni” (2025), “Garsonlar” (2025), “Yakıt Tankerleri” (2018), “Denetçiler” (2023), “Arınma” (2025), “Müritler” (2024) ve “Kehanet” (2024) adlı tabloları; izleyicide Zamyetin ya da Orwell romanlarının bugünden görünen aynalarıymış hissini uyandırıyor.

Yan tarafta ise 1997 Kahire doğumlu Rafik Greiss’in çalışmaları dikkat çekiyor. Paris’te yaşamını sürdüren sanatçı; heykel, fotoğraf ve film alanlarında disiplinler arası eserlere imza atıyor. Bienal’de ise bizi “En Uzun Uyku” (2024) filmi ile “Thasis” (Cennet Kuşu) ve “Mevlit Paspasları” adlı eserleri karşılıyor. Film mevlit geleneğinin günümüz ritüellerini odağa oturtuyor; zamanın döngüsel kurgusunu bu gelenek içindeki bedensel figürlerle ve melodik yapılarla anlatıyor. Alanda aynı zamanda Gürcistan ve Mısır’daki gezileri esnasında keşfettiği sufi camilerinin ve evlerinin eşikleri belirleyen mevlit paspaslarını sergiliyor. Tiflis sokaklarında bulduğu piyano tablasını heykel malzemesi olarak kullanıp bambaşka bir formda sanat eserine dönüştürdüğü “Thasis” ile de kültürün emperyal dönüşümünü gözler önüne seriyor.

Yıkılan dünya, açlık ile aş arasında

İkinci katın dinlenme ve seyir alanı olduğunu es geçmeden üçüncü kata çıktığımızda ise bizi eski bilgisayar kasalarının yığılmış olduğu bir köşe karşılıyor. Bu köşe, 1991 Bihaç doğumlu Selma Selman’a ait. Selman, “Anakartlar” (2025) adlı bu çalışmasıyla canlı bir performansın sonucunda ortaya çıkan ilginç bir yerleştirme biçimi ortaya koyuyor. Eserin hikâyesi, sanatçının ve içinde bulunduğu Roman halkının yaşamından bir kesit sunuyor. Bu kesit; sanatçının aile üyeleriyle beraber anakart, kablo ve işlemci gibi elektronik atıkları, içlerinde bulunan 18 ayar altın parçalarını çıkarmak amacıyla parçalanması ve sökmesini içeriyor. Karşısında ise cam bir kutuda sergilenen altın bir kaşık bulunuyor. Bu ikili gösterim; geçimini elektronik atıkları geri dönüştürerek sağlayan insanları ve göz ardı edilen emek biçimlerini vurguluyor; yansıttığı zıtlık ile toplumsal çatışmaları gün yüzüne çıkarıyor.

Aynı sergileme salonunun duvarlarında ise Chen Ching-Yuan’ın tabloları yer alıyor. 1984 Tainan doğumlu sanatçı, eserlerinde natürmort gibi köklü resim geleneğinden beslenerek gerçeküstü hikâyeler yaratıyor. Bienalde sergilenen en ilgi çekici eseri ise COVID-19 pandemisi sırasında ürettiği “Tuğla ve Kereste” (2020-2021) adlı on iki resimden oluşan bir seçki. Seçkide yer alan eserlerde tuğlaların farklı konumlarda resmedilişleri, sanatçının protest mimariye olan referansını simgeliyor. Aynı protest duruşu “Uzuvlar” adlı eserinde olduğu gibi diğer tablolarında da gerçeküstü anlatımlarla gösteriyor.

Katın son köşesi ise Valentin Noujaïm’in. Kentsel mekâna dair sorgulamalar açtığı belgeselleriyle dikkat çeken 1991 Angers doğumlu sanatçı, “La Défense” (2022-2025) üçlemesinin birinci bölümü olan “Pacific Clup” (2023) ile bienalde izleyicisiyle buluşuyor. Paris’te yaşayan diaspora topluluklarının 1980’ler boyunca bir eğlence mekânı olarak kullandıkları Pacific Clup’ı anlatan bu minik belgeselle Noujaïm; Fransa’daki ırkçılığa, ötekileştirme pratiklerine, AIDS ve uyuşturucu sorununa doğrudan aktarım kullanarak büyüteç tutuyor.

Koşulsuz konukseverlik mümkün mü?

Dördüncü kata geldiğimizde büyüleyici bir atmosferin içine giriyoruz. Ki bu hissi bırakan; metal klasör halkalarıyla birbirine tutturulmuş plastik levhaların oluşturduğu labirent oluyor. Tavandan bir perde gibi saydam bir akışkanlıkla desenleri sarkıtan bu levhaların yaratıcısı Elif Saydam. 1985, Calgary doğumlu Elif Saydam, “Misafirperverlik” (2024-2025) ismini verdiği bu eseriyle “öteki” veya “yabancı” kavramını, iç mekân ve dış mekân algısıyla oynayarak yok ediyor; reddedilişleri ve kabul edilişleri saydam levhalarla birleştiriyor. Bir bakıma koşulsuz bir konukseverlikle ziyaretçilerini eserine buyur ediyor.

Katın devamında Willy Aractingi’nin çocuksu bir yorumla tuvale aktardığı mitolojik hikâyelerle karşılaşıyoruz. 2003 yılında kaybettiğimiz Willy Aractingi 1930, New York doğumlu olmasına rağmen bir müddet Lübnan’da yaşıyor ve Lübnan iç savaşının etkisinde eser veriyor. Tablolarında genellikle İslamiyet öncesi Doğu kültürünün efsanevi âşıkları Antere ile Able, Âdem ile Havva ve Tarzan gibi mitolojik figürleri kullanıyor, hatta 1989-1995 yılları arasında ürettiği 246 eserden oluşan seçkisinde La Fontaine masallarını yorumluyor. Bienalde bu zengin yaratım sürecinden sekiz eser sergileniyor.

Baştaki soruyu yenilemekte fayda var: Koşulsuz bir konukseverlik mümkün mü? Daha doğrusu koşulsuz bir kabul mümkün mü? Bir sonraki sergi alanına geçerken bu soruyu aklımızda tutuyoruz. Zira Karimah Ashadu’nun sekiz dakikalık “Makine Çocuklar” (2024) filmi, Nijerya diasporasını merkeze alarak Batı Afrika’da toplu taşıma yerine kayıt dışı kullanılan “okada” adlı motosiklet taksicilerini anlatıyor. Bir toplumun “ötekisi” olmak, yaşama tutunmak için makul sınırların dışında kalmak gibi pek çok sorunu deşerek ele alıyor film. Aynı zamanda koşulsuz bir kabulün muhtemelen ne kadar zor olabileceğini gösteriyor.

Ve ardından sessizlik, berraklık, açıklık. Zamanın kendiliğinden zahmetsizce hayatımızı dönüştürmesi kadar doğal. Beyaz bir fona kendi kategorisinde en küçük bedenden en büyüğüne göre sıralanarak üst üste yerleştirilmiş, tişörtler, çoraplar, taytlar… Zamanın sessiz sedasız ilerleyişine gönderme yapan “Piramit” (2022) adlı bu eser; Stéephanie Saadé’ye ait. Bianel’de sergilediği bu yapıtıyla Saadé, gündelik hayatta saklı bir ömrün en mahrem anlarını anıtlaştırıyor; izleyiciye kendi yaşam sürecini düşünmesine olanak tanıyor.

Tükenmez kalemlerle atılan çığlık

Bu sessizliğin arkasından beşinci kata çıktığımızda insanlığın acı dolu çığlıklarıyla karşılanıyoruz. Tükenmez kalemle doldurulan haykırışlar, Gazze’nin yüzünü resmediyor. 1974 Gazze doğumlu Sohail Salem, çalışmalarını Filistin’de sürdürmeye devam ediyor. Eserlerini Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) tarafından dağıtılan okul defterlerine çizdiği görsel günlüklerle oluşturuyor. Bienalde sergilenen bu defterlerdeki eskizler; Gazze’deki sayısız kaybın, yıkımın, soykırımın, savaşın elem dolu belgelerini taşıyor. Eserlerin Gazze’den İstanbul’a gizlilikle ulaştırılması oldukça güçken; uluslararası basının yapamadığı şeyi Salem, İstanbul Bienali ile başarıyor, soykırımın vahşetini tasvir ederek dünyaya haykırıyor.

Bu sarsıcı eserden sonra Birleşik Arap Emirlikleri’nin avangart sanatçısı Abdullah Al Saadi’nin ilginç bir çalışmasına tanıklık ediyoruz. Taştan yapılma sandaletlerin yürüyüş seyrinde sıralandığı (“Taştan Terlikler” [2013]) bu çalışma; sanatçının geleneksel bir anlatıya referans yapmasıyla modernleşme eleştirisi sunuyor. Köklere yönelik bu göndermeyi aynı zamanda yanı başında duran Pélagie Gbaguidi’nin “Parçalanma” (2024) adlı eseri de yapıyor; fakat kökleri vahiyden alıp kıyamete kadar uzatıyor. Dakarlı sanatçı Gbaguidi, bu kök hikâyeyi ise on altı un çuvalına resmederek insanlık tarihinin açlık, savaş, devrim gibi düğümlerine vurgu yapıyor.

Hayattaki düğümler, belki de bir oyundan ibarettir. Çözülmeyi bekleyen bir bulmaca gibi. Beyrutlu sanatçı Marwan Rechmaout, Ronald Barthes’in oyuncakları “yetişkin dünyasının küçük bir temsili” olarak tarif ettiği “Oyuncaklar” denemesinden ilham alarak oluşturuyor “Güneşi Kovalamak” adlı eserini. Bienale özgü yerleştirmeye sahip bu çalışma, Zihni Han’ın terası için özel tasarlanıyor. Tahterevalli, seksek, salıncak, oyuncak at, sapan, molotof kokteyli, … Çocuklara ait masum dünya ile yetişkinlere ait karanlık var oluş İstanbul’un eşsiz manzarasında birbirine geçmiş gibi. Marwan Rechmaout, bu iç içeliği İstanbul’un ruhuyla buluşturuyor; bunu ahşap zeytin ağaçları, yelkenli, güneş figürlerini sembol olarak kullanarak başarıyor.

İnatçı adımlarla gelen umut

Zihni Han'ın terasında, Marwan Rechmaout'un oyun ve şiddeti, masumiyet ve yıkımı İstanbul'un siluetine karşı birleştiren eserleriyle son bulan bu yolculuk; aslında bienalin temel metaforunun somut bir özeti gibi. Binanın her katı, insanlık durumunun farklı bir veçhesine açıldı: Celina Eceiza'nın koşulsuz kabulüyle başlayan davet, Ian Davis'in distopik gerçekleriyle yüzleşti, Selma Selman'ın hayatta kalma mücadelesiyle somutlaştı ve Sohail Salem'in tükenmez kalemle attığı çığlıklarla en acı noktasına ulaştı. Bu nefes kesici tırmanış, sanatın sadece estetik bir haz nesnesi olmadığını; aynı zamanda tanıklık eden, belgeleyen, sorgulayan ve en önemlisi, enkazın ortasında bile yeni bir dil kurabilen direnişin ta kendisi olduğunu kanıtladı.

Nihayetinde 18. İstanbul Bienali, "Üç Ayaklı Kedi" adıyla bizlere sunduğu bu çok katmanlı deneyimle, yaralı bir dünyada ayakta kalmanın yollarını sanat aracılığıyla arıyor. Zihni Han'daki bu ilk durak, bienalin yalnızca eserleri sergilemekle kalmayıp, izleyiciyi aktif bir düşünme ve hissetme sürecine dahil etme niyetini açıkça ortaya koyuyor. Sanat, burada estetik bir sığınak olmaktan çıkıp dünyanın tüm çatışmalarına, adaletsizliklerine ve umutlarına açılan bir pencereye dönüşüyor. Bienal, bize üç bacaklı bir kedinin inatçı adımlarıyla, en karanlık zamanlarda bile umudu ve geleceği sanatla yeniden kurmanın mümkün olduğunu fısıldıyor ve bu fısıltı, hepimizi bu ortak arayışa katılmaya çağırıyor.

 
 
 
 
 
 
 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...