
Modern dönem siyonizmi, Amerikan Yahudiliği ve derin ayrılıklar
Modernizmin getirdiği bir kâbus: İsrail'in kuruluşundan bu yana işlediği insanlık suçları, postmodern çağın en önemli soykırımlarından biri olarak tarihe geçiyor. Netanyahu hükûmetinin aşırı sağcı politikaları, en büyük destekçileri olan Batı kamuoylarında bile sorgulanıyor.
İsrail, geçtiğimiz yüzyılın en vahim olayı sayılabilecek Nazi dönemi ve soykırım sonrası (1939-1945) kurulduğu 1948 yılından bu yana, âdeta kuruluşuna vesile olan “insani yapıyı” ve “Birleşmiş Milletler (BM) sistemi”ni reddedip yıkarcasına ciddi insanlık suçlarına imza atmaya devam etmektedir. Filistin’de, bilhassa geçtiğimiz son iki yıla yayılan yıkıcı süreç, artık modern dönem sonrası, yani “postmodern” çağın en kayda değer soykırımı olarak tarif edilebilecek bir “kâbuslar silsilesi” olarak anılabilir. Nitekim her tür gelişmiş medya aracıyla âdeta kötü, karanlık ve korkutucu bir “film” gibi izlediğimiz ancak mevcut dünya düzeni, kurulmuş siyasal ve iktisadi ağlar başta olmak üzere sadece vicdan sahibi bizler değil, başta BM gibi uluslararası ortamın bel kemiği niteliğindeki kurumların dahi çaresiz kaldığı bir an içindeyiz. İsrail-merkezli anılan mezalim, bu nedenle modern dönemin ötesinde postmodern araçlarla her tür gerçekliğin sahada daha “güçlü” görünen tarafça yeniden tanımlandığı bir periyodun parçası hâline gelmiş, herkesin bu yolla “susturulabildiği” ve “siyah”ın “beyaz” olarak nitelendirilmeye devam edildiği sembolik bir mana kazanmaya başlamıştır. Tüm dünya halkları arasında beliren “ulus-devlet hesapları karşısındaki çok taraflı çaresizlik” ise belirttiğimiz bu postmodern algının diğer önemli bir bileşenini meydana getirmektedir.
Ancak yaklaşık aynı süreçte, azami surette “güvenlikleştirici” bir dille başta “düşman Hamas”, “düşman İran”, hatta “düşman Türkiye”, retoriğini dilinden düşürmeyen; bu esnada Yahudilikten ziyade, 20. Yüzyıl başı Avusturya modernizminde doğup yeşeren “siyonizm” temelli siyasetin takipçisi olduklarını da sürekli yineleyen Netanyahu hükûmeti ve bilhassa kabinesindeki aşırı sağ unsurlar, en azından entelektüel ve vicdani sahada en güvendikleri ülke kamuoylarında bile yolun sonuna gelmiş görünmekteler. Bu bağlamda, esasen faşizm gibi düşünce kalıplarının dahi o dönem güçlenmesine yol açan, 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başı oryantalizm ve modernizm sarmalı altındaki Viyana’sında doğup büyüyen, buna paralel oldukça da Makyavelist bir çizgiye oturtulan siyonizm öğretisi, İngiltere ve Fransa gibi baştan beri “İsrail’in yanındayız” mesajı veren bazı Batılı temsilcilerin aşama aşama önemli eleştirilerinden geçmeye başlamıştır. “İki devletli çözüm”, “Filistin gerçeği” ve belki de “İsrail’in soykırıma varan mezalimlerine” sessiz kalınmaması temelinde ve tabiatıyla demokrasinin altın kuralı olan kamuoyu baskısı yoluyla halklarından artarak tepki görmeleriyle anılan Batılı oyuncuların, belki de pragmatist ama sonuçta vicdani bir tutum almaya başlamalarını olumlu bir gelişme olarak görmek gerekir.
Peki, klasik siyonizm öğretisine kendisini adayan İsrail için durum entelektüel açıdan alarm verici algılanmalıyken, bu esnada bu ülkeye belki de hâlâ en büyük desteği veren ABD içinde tartışmalar ne durumda? İsrail aleyhtarı her düşünceye oldukça katı görünen Trump liderliğindeki ABD’de, tümüyle olmasa da önemli bir kesim aydın, “yıkıcı bir modernizm” beşiği sayılabilecek Viyana’da gelişen ve palazlanan, Theodor Herzl gibi ideologların yarattığı siyonizm düşünce kalıbına karşı; daha insancıl, liberal ve eleştirel bir Yahudilik üzerinde fikir yürütmeye devam etmektedir. İşte bu özet yazımızda bilhassa ABD’de, modernist İsrail devletine karşıtı gelişen ama Yahudilik temelli daha postmodern düzlemde ilerleyen son tartışmalara, tarihsel ve disiplinler arası bir metodolojiyle kısaca göz atmayı hedefleyeceğiz.
Theodor Herzl, Viyana’nın “yıkıcı modernizmi” ve siyonizm
Theodor Herzl (1860-1904), 19. yüzyıl sonu Viyana’sının ürünüdür. Onun döneminde, antisemitizmin kurumsal düzeye ulaştığı, fakat aynı zamanda Yahudi entelektüel yaratıcılığın da zirveye ulaştığı bir ortam söz konusuydu. Eski kalıpları ve değerleri yıkıcı bir dönemdi. Zira 1900’lerin başı Viyana’sı, yapıcı ve ilerici anlayışlara zemin hazırlaması kadar, bir bakıma "yıkıcı bir modernizmin" de yani Kraus, Freud, Wittgenstein, Schönberg, hatta genç bir sanatçı olma hevesine tutulan Adolf Hitler gibi kalıpları radikalce değiştirmek isteyen isimlerin de başkentiydi. Geleneksel otoritelerin çöktüğü, bireysel kimliğin parçalandığı ve estetik ile ideolojinin iç içe geçtiği bir zaman-mekân hâkimken Herzl, bu zihinsel parçalanmışlık ve siyasal umutsuzluk zemininde, modern siyonizmi politik bir ütopya ve teknik bir plan olarak inşa etmeye devam etti; ana projesini ise temel eserindeki gibi “Der Judenstaat/Yahudi Devleti (1896)” olarak belirledi.
Herzl için Yahudi sorunu ahlaki ya da teolojik değil, politik ve mekânsal bir sorundu. Bir nevi daha o yıllar Amerikalıların 18. yüzyıl sonundan itibaren mücadelesinden ödün vermedikleri bireysel özgürlükler ve liberalizmden ziyade özünde Makyavelist ve toptancı çözümler, siyonizm öğretisinde dikkat çekiyordu. Son hedef ise Tevrat merkezli geleneksel Yahudiliği seküler bir ulus devlet doktrininde yeniden üretmek olmuştu ki 1948’de bu amaca ulaşıldı. Kimilerine göre bu tarihte kurulan İsrail, Benedict Anderson’un meşhur “hayali cemaatler” kavramının en bariz örneklerinden biri olarak tarih sahnesinde belirmişti.
Ancak unutulmamalıdır ki Herzl’in düşüncesi romantik milliyetçiliğin, Hegelci tarih felsefesinin ve pozitivist ilerleme inancının karışımı olarak oldukça modernist ve günümüz ulus devlet fayda ve çıkarcılığına uygun şekilde hayata geçirildi. Tam da bu nokta Amerikan devletiyle olmasa da Amerikalı bireysel Yahudi kimliğindeki ana unsurlarla da bugün hâlen devam eden çatışmaları başlamış oldu. Yani bir yandan kozmopolit, insani ve ahlaki olma iddiasındaki liberal kimlik, diğer yandan etnik, ulusal ve her yönden haklı tutulması gereken bir devlet, yani İsrail.
“Amerikan Yahudiliği” ve yeni bir postmodern temel
Amerikan Yahudiliği tarihine ise kısaca baktığımızda, 17. yüzyıldan itibaren, özellikle Portekiz ve İspanyol Engizisyonundan kaçan Sefarad Yahudilerinin ilk olarak New Amsterdam’a (bugünkü New York) yerleşmeleriyle hikâyenin başladığı dikkati çeker. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında ise daha büyük bir Doğu Avrupa Yahudi göçü gerçekleşmiş; dünya genelinde pogromlar, antisemit yasalar ve yoksulluk, bu kitleleri ABD’ye yönlendirmiştir. Bu göçmenler, günden güne kendini geliştirmeye devam eden birey öğretisi temelli Amerikan demokrasisinin sunduğu göreli özgürlük ortamında kültürel ve kurumsal olarak da güçlenmişler; Yahudi okulları, gazeteleri, sendikaları ve sivil toplum yapıları ortaya çıkarken en bildikleri ve mahir oldukları alanda yani ticarette ve iktisadi sahada önemli etki alanları kurmaya başlamışlardır.
2. Dünya Savaşı sonrasında ise bilhassa Demokrat Parti içinden başlayarak siyasette de daha etkin bir dönem başlamıştır. Amerikan liberalizmiyle özdeşleşen, sivil haklar mücadelesine katkı sunan bir “kolektif kimlik inşa süreci” bugüne kadar devem etmiştir. Bu süreç en büyük gücünü ise başta Hitler Almanyası’ndaki gibi devlet destekli ve kurumsal karakterli antisemitizme karşı mücadele eden “laik, kozmopolit, entelektüel ve ahlaki temelli” bir duruştan almıştır.
İşte tam da bu noktada, 2020’lerden itibaren güçlenen Netanyahu’cu sağın “illiberal” politikalarıyla, gücünü aldığı siyonizm öğretisi, İsrail’in baskıcı kurumsallığı ve tüm bunların kısaca değindiğimiz Amerikan Yahudi tarihiyle uyumsuzluğuna dikkat çekmek gerekir. Zira bir kısım eski dönem “genişlemeci” ve “bulduğun her boş alana yerleş” pragmatizmini savunan liberal aydınının “fayda” prensibiyle açıkladıkları ancak “insan”ı dışlayan liberal öğretisinin, 21. yüzyılın postmodern temellerini de dışlamayan liberalizmiyle artık uyuşmadığı, evrenselci iddiaların ve postkolonyal eleştirilerin de bu yönden liberalizmin özünde yer alan “insan” temasıyla gittikçe daha fazla uyumlaştırıldığı bir dönem içindeyiz. Diğer bir deyişle, bir nevi Amerika’yı Amerika yapan klasik liberal fikriyatın da çağımızda “Yahudilik-siyonizm” karmaşasında verdiği ahlaki-politik bir sınavı belki ilk elden yine öncelikle Amerika entelektüellerinin yaşadığı bir dönem.
Zohran Mamdani’yle güçlenen “aydınlanma”
ABD’nin eski başkanlarından Barrack Obama’yla geçmişte alevlenen, klasik Amerikan siyasetine “tezat” özellikler taşıyabilen figürlerin yükselişi ve bu duruma başta Amerikan sağ ve aşırı sağından gelen tepkiler, son günlerde Zohran Kwame Mamdani ismiyle ayrı bir boyut kazandı.
Henüz 34 yaşında oldukça genç bir isim olan Mamdani, Uganda’nın başkenti Kampala doğumlu ve Hint kökenleri de olan Müslüman bir siyasetçi. 2015 yılında New York Şehir Konseyi kampanyasında gönüllü olarak başladığı siyasi kariyerinde 2017'de Amerika Demokratik Sosyalistleri (DSA) üyesi oldu ve 2020 yılında New York Eyalet Meclisi'ne seçilerek dikkatleri üzerine çekmeye başladı. 2022 ve 2024 yıllarında da yeniden seçilen Mamdani’yi uluslararası kamuoyunda da üst sıralara taşıyan karar ise 2024'te New York Belediye Başkanlığı için adaylığını açıklaması ve Haziran 2025'teki ön seçimleri kazanarak Demokrat Parti'nin Belediye Başkan adayı hâline gelmesidir.
Amerikan klasik siyaseti deyince yazımızın da konusu olan, gerektiğinde “Ben de siyonistim” açıklamasını doğrudan yapabilen ABD siyasetçilerine hatta başkanlarına oldukça müsait bir dönem içinde olduğumuz düşünüldüğünde, konu daha da ilginç bir hâle geliyor. Zira Mamdani’yi ve getirdiği tartışmaları farklı kılan, Obama gibi “farklı ama sonuçta resmî devlet fikriyatıyla barışık” olmaması, İsrail politikalarına yönelik oldukça sert ve eleştirel duruşuyla daha da popüler hâle gelmesi, Filistin ve Filistinlilerin insani haklarına her daim vurgu yapması, ayrıca kampanyası boyunca Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio-Cortez gibi Amerikan’nın belki de eleştiri düzeyi en yüksek politikacılarından azami destek alması olmuştur.
Amerika’da özellikle en büyük ve kozmopolit şehir New York’un Belediye Başkanlığı’na aday olan, 1991 doğumlu Demokrat Parti’nin bu genç ismi, Başkan Trump’ın da hâlen ağır eleştirilerine maruz kalmakta; yine de Amerika’da sadece Orta Doğu ve Filistin sorununa değil, İsrail’e ve resmî duruşu siyonizme de eleştirel yaklaşanların sayısının hızla arttığı bir dönemde belki de bir “ikon” hâline gelmeye başlamaktadır. Yani Mamdani destekçileri ve karşıtları arasındaki tartışma bir nevi, siyonizm lehine geleneksel duruş (İsrail’i destekleme) ile insan hakları temelli daha eleştirel, “daha sol” ve belki “daha postmodern” (Filistin haklarını savunan) arasında beliren derin bir çekişmeye de işaret etmeye çoktan başlamıştır.
Amerika ve İsrail arasında derinleşen ayrılık: “Siyonizm eşit değildir Yahudilik”
Esasen ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası ülkemizin de aralarında olduğu önemli bir cephede sadece siyaseti değil, düşünce dünyasını da kapsayan “hegemonik pozisyonu” nedeniyle bu ülkede başlayan tartışmalar şüphesiz dalga dalga entelektüel camia arasında hızla yayılıp etkileşim yaratabilmekte ve ABD’nin “resmî duruşu” kimi kesimlerce çok da tartışılmadan kabul görebilmektedir. Ancak tüm dünyada duyulmaya başlayan ve Mamdani’yle hız kazanan “Yahudilik-siyonizm” tartışmalarına odaklanıldığında; Amerika’da da oldukça muteber hâle gelmiş modernist “Arendtçi bir pluralite”den ziyade, Habermas’ın “kamusal alan rasyonalitesi” veya Foucault’nun “iktidar-dil-muhalefet ilişkileri” perspektifleriyle -diğer bir deyişle ABD’nin düşünce dünyasında son yüzyıla hâkim olan “faydacı” ve yer yer “devletçi” “modern” akımları yerine- evvelce her daim marjinalleştirilen, daha “postmodern” ve “çok-katmanlı bir etik” anlayışıyla hareket etmek mümkün hâle gelmektedir.
Bu açıdan ABD’de de 2. Dünya Savaşı sonrası “modern” ve “muteber” ve aynı ölçüde “siyonist” görünen pek çok kesimin son dönem önemli bir dönüşüm ve aydınlanmadan geçtiği aşikârdır. Filistin’de soykırıma varan uygulamalarıyla İsrail’in de geçmişteki pek çok benzerleri gibi gayet “zalim”, “tek taraflı” ve “çıkarcı” bir ulus devlet olabileceği anlaşılmış, her denilenin “antisemitik ve şiddet çağrısı” kâbusuyla baskılanabileceği ve sansürlenebileceği “korku duvarı” da belki İsrail’in son derin günahlarıyla beraber aşılmaya başlanmıştır. Bu anlamda ABD’de bu konuya dair her gün yeni bir etkili makalenin yazıldığı günümüzde, “Yahudi kimliğinin İsrail desteği üzerinden tanımlanması”na ve zorunlu bir “siyonizm propagandası” yapılmasına karşı çıkılmaya başlanmıştır.
Bu manada, Mamdani’nin adaylığı da Amerikan progresif hareketinin ideolojik sınırlarını zorlamakta, esasen adı geçenin mensubu olduğu geleneksel Demokrat Parti çizgisiyle dahi ters düşmektedir. Ama bilhassa yeni kuşakların daha fazla bel bağlayabileceğinin sinyallerini verdiği “sosyalist” ve “antisiyonist” söylemlerin, ABD gibi Soğuk Savaş’ın en kadim antisol kalesinde dahi siyaseten yükselişe geçebileceğini göstermektedir. Nitekim ilk kez, büyük ölçüde Yahudi nüfusuna sahip bir şehirde antisiyonist/sosyalist ve Müslüman bir aday ciddi bir kampanya yürütüp kazanma potansiyeli yakalamıştır. Bu, Amerikan Yahudiliğinin “modern faydacılık”tan, tam anlamıyla özgürlükçü “postmodern liberal bireyciliğe” geçişinin bir simgesi mi, şüphesiz bunu yakın dönem gösterecek.
Yahudiliğin “devlet merkezli dar kalıplar”dan sıyrıldığı bir döneme doğru
Sonuç olarak, Yahudi Amerikalıların uzun süredir benimsediği temel mutabakat bu manada gerçekten çökmekte midir? Yani “İsrail için iyi olan, Yahudiler için de iyidir” formülü otomatik bir kabul olmaktan çıkmakta mıdır? Esasen Holokost sonrası güvenlik kaygıları, siyonizmin “kurtuluşçu anlatısı” ve buna gerek siyaset gerek ticarette “liberal demokratik değerler” eklenince “İsrail’in barış içinde var olabileceği” umudu üzerine kurulu, âdeta entelektüel manada “devasa” ve “yıkılmaz” görünen bir düşünce kalıbı, daha fazlasını “kurcalamak” istemeyen her Amerikalı için de şüphesiz uzun dönemin genel kabulüydü.
Ancak özellikle 2000’lerden sonra İsrail’in yeni yerleşimcileri yoluyla sürekli yeni alanlara genişleme isteği ve final perdesinde, 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısı sonrası Gazze’deki yıkımın meşrulaştırılması, anılan genel kabulde aşama aşama büyük sarsıntı yarattı. Belki de ilk defa İsrail’in kurucu kadrolarının (örneğin Ben-Gurion), Yahudi çoğunluğu ve tek taraflı siyasetini devletin temeli olarak görmeleri, Amerikan Yahudiliğindeki çoğulculuk, laiklik ve eşit vatandaşlık prensipleriyle de bu denli çelişmeye bu dönem başladı. Yani diğer bir ifadeyle oldukça reelpolitik taraftarı pragmatik bir İsrail devleti, Amerikan Yahudilerinin çoğunun varoluşuna zemin hazırlayan klasik liberal ideallerle derin bir normatif çelişkiye yakın dönemde artarak karşılaşmaya devam edecek denilebilir.
Gelinen noktada Soğuk Savaş’ı yaşayan ve yaşatan ve bu uğurda “İsrail’i araçsallaştıran” kuşakların yavaş yavaş siyaset sahnesinden çekilmesiyle, ABD siyasetinde ve toplumunda da yeni değişimlerin yaşanabileceğinin bariz olduğudur. İsrail’in hâkimiyet iddia ettiği alanlarda âdeta bir “apartheid rejimi”ne dönüşmesi ve bunun yarattığı ahlaki çöküş, bu yönde İsrail toplumu tarafından kabul görür ve siyaseten yaşatılırsa bu durum, bu toplumu bu zamana kadar var eden Batı’da çok güvendiği pek çok ülke nezdinde de şüphesiz iç açıcı sonuçlar doğurmayacaktır. Hâlen bilhassa Amerikalı sağ siyasetçiler ve Trump bu fikirlere çok açık görünmeseler de ABD entelektüel hayatı içinde, “Yahudi olmak” ile “İsrail’i koşulsuz savunmak” aynı şey olmaktan çoktan çıkmaya başlamıştır. Ayrıca başta Fransa ve Cumhurbaşkanı Macron’un, onu takiben on yıllardır İsrail’in en yakın savunucularından İngiltere ve yeni Başbakanı Starmer’in, art arda İsrail’i memnun etmeyen, “Filistin yanlısı” son açıklamaları da belki hâlen “sembolik” görülmesi gerekse de tüm bu argümanlarımıza açık örnekler teşkil edebilecektir.
Son söz olarak ifade edilebilecek olan ise, İsrail-Filistin meselesi kadar, modernliğin Yahudi halkına dayattığı “temsil, toprak, kimlik” gibi kavramlara da eleştirilerin süreceğinin açık olduğudur. Liberal ve postmodern Amerikan Yahudiliği, yalnızca antisemitizmin yeni biçimleriyle değil, kendi içindeki çatışmalarla da yüzleşmek zorunda. Bu yüzleşme, Herzl’in Viyana’sından bugüne uzanan uzun bir tarihin, karmaşık bir mirasın yeniden okunması anlamına gelir. Kimi eleştirmenlerin de ifade ettiği gibi Yahudilik, bir ulus devletin veya başta günümüz İsrail aşırı sağının “dar kalıplarına” sığmayacak kadar tarihsel, ahlaki, kültürel ve tabiatıyla daha “insani” zengin bir gelenek hâline bu surette gelebilir.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.