31 Temmuz 2025

İspanya’dan Osmanlı’ya Sefaradların yolculuğu

1492 Sefarad sürgünü, Sultan II. Bayezid’in stratejik dehasıyla imparatorluğa eşsiz bir entelektüel ve ekonomik güç kattı. 1492’de İspanyollar Yahudileri sürgün etmişti, 2025’te ise İsrail Filistinlileri kadim topraklarından göçe zorluyor. Tarihî bir ders…

1492 yılı, tarihin sayfalarına Kristof Kolomb’un Yeni Dünya'yı keşfinin yanı sıra İspanya'nın kalbinden koparılan binlerce ruhun acı dolu vedasıyla da kazınmıştır. Bu, bir medeniyetin sonu, bir başka medeniyetin ise beklenmedik bir kucaklaşmasıydı. Sefarad Yahudileri, yüzyıllardır vatan bildikleri İber Yarımadası'ndan koparılırken, kaderleri onları bambaşka bir coğrafyaya, Osmanlı İmparatorluğu'nun şefkatli kollarına taşıyacaktı.

Orta Çağ İspanya’sı, üç semavi dinin – İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik – iç içe geçtiği, bazen uyum içinde bazen de çatışmalarla dolu karmaşık bir mozaikti. Yahudi toplulukları, özellikle 10. ve 12. yüzyıllar arasındaki İslami Altın Çağ'da, felsefe, edebiyat ve ticaret alanlarında parlayarak önemli bir refah dönemi yaşamışlardı. Hatta 711'deki Arap fetihlerini bir kurtuluş olarak karşılamış, Müslüman dünyasının geniş pazarlarına açılmışlardı. Ancak Reconquista'nın, yani Hristiyan krallıklarının yarımadayı yeniden ele geçirme sürecinin ilerlemesiyle birlikte, Yahudiler üzerindeki baskı giderek arttı.  

1391’de Sevilla, Barselona ve Toledo gibi büyük şehirlerde yaşanan katliamlar, binlerce Yahudi’yi zorla veya gönüllü olarak Hristiyanlığa geçmeye zorladı. Bu “yeni Hristiyanlar” veya “conversos” olarak bilinenler, gizlice Yahudi inançlarını sürdürmekle suçlanıyor, Engizisyon'un hedefi hâline geliyorlardı. 1478’de kurulan İspanyol Engizisyonu, dinî fanatizmin doruk noktasıydı ve conversos üzerindeki şüpheleri artırarak Yahudi topluluğu üzerindeki baskıyı yoğunlaştırdı.  

Ve sonra, 31 Mart 1492 geldi. Granada’nın, İber Yarımadası'ndaki son Müslüman kalesinin düşüşünden sadece aylar sonra, Kastilya Kraliçesi I. Isabella ve Aragon Kralı II. Ferdinand, El Hamra Fermanı'nı imzaladı. Bu ferman, Hristiyanlığa geçmeyen tüm Yahudilerin, ölüm tehdidi altında, 31 Temmuz 1492’ye kadar İspanya’yı terk etmelerini emrediyordu. Yanlarına altın, gümüş veya basılı para almaları kesinlikle yasaktı; bu da onları varlıklarını yok pahasına satmaya zorladı.  

Bu karar, dinî bir saflık arayışının değil, siyasi konsolidasyon ve ekonomik faktörlerin bir sonucuydu. Yahudiler, “ağır ve dayanılmaz tefecilikle” suçlanıyor, ticaretteki başarıları nedeniyle halkın nefretini çekiyorlardı. İspanyol Katolikleri, Yahudilerin krallıklar üzerinde çok fazla ekonomik etkisi olduğuna inanıyordu. Bu sürgün, İspanya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olaydı; bin yıldan fazla bir süredir bölgede yaşayan bütün bir halkın ilk kez toplu hâlde sürgün edilmesiydi. Tahminler 40.000 ila 180.000 arasında değişen sayıda Yahudi’nin İspanya’dan ayrıldığını göstermektedir.  

Umutsuz bir yolculuk ve beklenmedik bir liman

Sürgün fermanının ilan edilmesiyle birlikte on binlerce Sefarad Yahudisi, bilinmeze doğru bir yolculuğa çıktı. Gemilerle, yaya olarak, eşyalarını geride bırakarak, inançlarını ve kimliklerini koruma umuduyla yollara düştüler. Bu zorlu yolculukta açlık, susuzluk ve korsanların tehdidiyle karşılaştılar. Birçoğu Kuzey Afrika’ya, İtalya’ya ve Portekiz’e yöneldi. Ancak Portekiz de 1497’de benzer bir fermanla onları yeniden sürgüne zorlayacaktı.  

Tam da bu umutsuzluk anında doğudan bir ışık yükseldi: Osmanlı İmparatorluğu. Sultan II. Bayezid, İspanya'dan kovulan Yahudilere kucak açtı. Hatta Kemal Reis komutasındaki Osmanlı donanmasını, sürgün edilen Yahudileri kurtarmak için İspanya kıyılarına gönderdi. Sultan, imparatorluk genelinde fermanlar yayınlayarak mültecilerin karşılanmasını, yerleşme ve Osmanlı vatandaşı olma izni verilmesini emretti. Yahudilere kötü davranan veya imparatorluğa kabul etmeyenleri ölümle tehdit etti.

Bayezid’in bu kararı, insani bir jestin ötesinde derin bir stratejik zekanın ürünüydü. Ferdinand ve Isabella’yı, “kendi ülkelerini fakirleştirip benimkini zenginleştirdikleri” için “aptal” veya “başarısız hükümdarlar” olarak nitelendirerek alay etti. Sultan, imparatorluğunu zenginleştirebilecek değerli insan sermayesini – bilim adamları, tüccarlar, zanaatkarlar – tanımıştı. Osmanlı İmparatorluğu, genel olarak azınlıklara karşı hoşgörülü bir yapıya sahipti ve Yahudiler, zımmi statüsünde, önemli ölçüde özgürlüğe sahiptiler.  

Osmanlı topraklarında Sefarad Rönesansı

On binlerce Sefarad Yahudisi, Osmanlı topraklarına ulaştıktan sonra İstanbul, Selanik ve İzmir gibi büyük şehirlere yerleşti. Diğer önemli yerleşim alanları arasında Kuzey Afrika, İtalyan limanları, Balkanlar ve Levant’taki Safed gibi bölgeler bulunuyordu. İstanbul'daki Yahudi nüfusu 1477 ile 1535 yılları arasında beş katına çıkarak yaklaşık 40.000'e ulaştı. Selanik ise 1567-68’e gelindiğinde nüfusunun %60’ından fazlasını Yahudilerin oluşturduğu, önemli bir Sefarad merkezi hâline geldi. Safed de 16. yüzyılda hızla büyüyerek önemli bir ruhani ve bilimsel merkez oldu. Gelen Sefarad Yahudileri, yerel Romanyot ve Mustarab Yahudi topluluklarını sayıca geride bırakarak asimile etti.  

Osmanlı İmparatorluğu’nun millet sistemi altında, Sefarad Yahudileri kendi dinî ve kültürel kimliklerini koruyarak özerk topluluklar hâlinde yaşadılar. Batı Hristiyan ülkelerinde yaygın olan kısıtlamaların aksine, meslekler konusunda önemli bir özgürlüğe sahiptiler. Bu hoşgörülü ortam, Sefaradların Osmanlı topraklarında âdeta bir Rönesans yaşamasına olanak tanıdı.  

Ticaretin ve finansın ustaları

Sefarad Yahudileri, yerleşik uluslararası ağları ve finansal zekalarıyla Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir ekonomik katalizör görevi gördüler. Ticaret ve diplomasi alanında baskın bir güç hâline geldiler. İtalya, İngiltere, Fransa, Avusturya, Polonya ve Rusya ile dış ticarete dâhil oldular. Konstantinopolis, Selanik, Ragusa, Valona, Venedik, Sevilla, Lizbon ve Amsterdam gibi büyük şehirler arasında aktif ticaret yaptılar. Bursa'daki ipek dokumacılığı gibi yerel endüstrilere yatırım yaptılar.  

Vergi toplama işleriyle uğraşarak hazineye büyük nakit avanslar sağladılar. Joseph Nasi gibi figürler, balmumu ticareti gibi alanlarda tekeller kurarak Osmanlı Devleti için paha biçilmez bir değer hâline geldiler. Dona Gracia Mendes Nasi ise, conversos soyundan gelen zengin bir iş kadını ve hayırseverdi; yeşivalar, hastaneler ve sinagoglar inşa etti, ihtiyaç sahiplerine yardım etti ve Yahudi eğitimine önemli katkılarda bulundu. Sultan I. Süleyman tarafından Konstantinopolis'e davet edildi ve hatta Yahudi yerleşimi için önce Kudüs’ü, sonra da Tiberias’ı kiralamaya çalıştı.  

Ladino’nun mirası

Sefarad Yahudilerinin Osmanlı topraklarındaki en belirgin miraslarından biri, Ladino dilinin (Yahudi-İspanyolcası) gelişimiydi. 1492 sürgününden sonra ortaya çıkan Ladino, Eski Kastilya İspanyolcasından türemiş; İbranice, Aramice, Türkçe, Yunanca, Arapça ve Fransızca gibi dillerden etkileşimlerle zenginleşmişti. Sürgün sonrası İspanyol dil gelişiminden kopan Yahudiler için Ladino, ayrı bir Yahudi dili hâline geldi. 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Yahudi topluluklarının ana dili olarak kaldı.  

Ladino edebiyatı, Sefarad kültürünü dinî metinler ve halk şarkıları aracılığıyla korumaya odaklandı. Romanlar, şiir, tarih, biyografi, bilim ve toplumsal/devlet yasalarını da içeriyordu. Sefarad müziği ise ev sahibi kültürün (Yunan, Osmanlı, Fas vb.) enstrümanlarını yansıtan çeşitli bir repertuvara sahipti. İzak Algazi gibi önemli müzisyenler, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkarak Türk ve Yahudi müzik çevrelerinde büyük hayranlık topladılar.  

Dinî yaşam ve özerklik de bu dönemde büyük bir gelişim gösterdi. Çok sayıda hahamlık üniversitesi kuruldu. Joseph Caro'nun Şulhan Aruh (Yahudi hukukunun yetkili kodu) ve Luryanik Kabala, Safed'den ortaya çıktı. Sefarad matbaacılar, İslam dünyasında hareketli tipin öncüsü oldular. İlk İbranice matbaa 1493'te İstanbul'da kuruldu. İlk Sefarad-Yahudi matbaası ise 1506’da Konstantinopolis'te faaliyete geçti. Diğerleri Selanik’te (1504, 1510) ve Şam’da (1605) kuruldu.  

Sefarad Yahudileri, Osmanlı sarayında hekimlik, diplomatlık ve ekonomik danışmanlık gibi yüksek mevkilerde de bulundular. Fatih Sultan Mehmet'in Maliye Bakanı Hekim Yakup Paşa, II. Murad'ın hekimi Ishak Paşa ve saray başhekimi Daniel de Fonseca gibi isimler, bu dönemin önemli figürlerindendi.  

Miras ve günümüzdeki yankıları

1492 sürgünü, İspanya ve Osmanlı İmparatorluğu'nun uzun vadeli gidişatlarında keskin bir tezat yarattı. İspanya, bu kararın bedelini ağır ödedi; yetenekli ve üretken vatandaşlarını kaybederek ekonomisinde, ticaretinde, edebiyatında, sanatında, biliminde ve nüfusunda bir düşüş yaşadı. Modern İspanya, bu haksızlığı tanımış ve Sefarad Yahudilerinin torunlarına vatandaşlık teklif etmiştir.

Buna karşılık, Osmanlı İmparatorluğu, Sefaradların gelişiyle olağanüstü bir refah ve kültürel canlanma yaşadı. Ladino dilinin ve edebiyatının gelişimi, Yahudi varlığının yüzyıllar boyunca devam etmesini sağladı. Sefarad kimliği, sürgün ve zulme rağmen dikkat çekici bir dayanıklılık ve uyarlanabilirlik gösterdi. Ladino'nun Türkçe, Yunanca ve Arapça unsurları bünyesine katarak sürekli kullanımı ve evrimi, kültürel melezleşmenin çarpıcı bir örneğidir.  

Günümüzde, İspanya'nın sürgünden duyduğu pişmanlığı ifade etme ve telafi etme çabaları, bu tarihi olayın önemini bir kez daha vurgulamaktadır. Madrid’deki Centro Sefarad-Israel ve İstanbul’daki Türkiye Yahudi Müzesi, Sefarad kültürünü incelemeyi ve korumayı amaçlayan önemli kurumlardır. Washington Üniversitesi Sefarad Çalışmaları Dijital Koleksiyonu (SSDC) gibi dijital arşivler de bu zengin mirası gelecek nesillere aktarmak için büyük çaba sarf etmektedir.  

1492’deki Sefarad Yahudilerinin İspanya'dan sürgünü ve Osmanlı İmparatorluğu'nun onlara kucak açması, tarihin en çarpıcı dönüm noktalarından biridir. Bu olay, bir ulusun kendi içindeki çeşitliliği reddetmesinin yıkıcı sonuçlarını ve bir diğerinin, pragmatik bir hoşgörüyle bu çeşitliliği bir zenginliğe dönüştürmesinin nasıl bir yükseliş getirebileceğini gözler önüne sermektedir. Sefaradların destansı yolculuğu, bir sürgün hikâyesinden ziyade insan ruhunun dayanıklılığının, kültürel mirasın korunmasının ve beklenmedik bir kucaklaşmanın gücünün zamana meydan okuyan bir kanıtıdır.

1492’de başlayan bu yolculuk, sürgünün acısını bir dirilişe dönüştürdü. Osmanlı’nın kucak açışı; yalnızca bir insanlık dersi değil, aynı zamanda çeşitliliğin gücünü gösteren bir örnekti. Sefarad Yahudileri, tarihin tozlu sayfalarında kaybolmak yerine, yeni bir kimlikle hayata tutundular. Bugün onların hikâyesi, hoşgörünün ve dayanıklılığın evrensel bir timsali olarak yaşamaya devam ediyor. Tarih, insanlığa derslerle dolu bir ayna sunar. 1492'de İspanya'nın hoşgörüsüzlüğü, binlerce masum insanı vatansız bırakırken, Osmanlı'nın kucak açışı bir medeniyetin nasıl yükseldiğini gösterdi. Ancak bugün, aynı topraklarda farklı bir trajedi yaşanıyor. İsrail devleti, Filistinlilere karşı uyguladığı sistematik şiddetle tarihin karanlık sayfalarını hatırlatıyor. Gazze'de yaşananlar -sivil katliamları, kuşatmalar ve insanlık dışı koşullar- bir halkın topraklarından koparılmasının modern bir yansıması âdeta. Tarih, Sefarad Yahudilerinin çektiği acıları unutmamızı değil, benzer zulümlerin hiçbir koşulda meşru görülemeyeceğini öğretmemizi gerektiriyor. Çünkü geçmişin sürgünleri, bugünün mazlumlarına sessiz kalmamak için bir uyarıdır: Kim olursa olsun, hiçbir zulüm, hiçbir "güvenlik gerekçesi" insanlık dışı politikalara bahane olamaz.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...