İnsanlığın karanlığı: Uyuşturucu felaketi
Uyuşturucu insanlık tarihiyle iç içe. Afyon Savaşları’ndan Freud’un kokain deneylerine, CIA skandallarından günümüz magazin olaylarına uzanan trajik yolculuk. Uyuşturucunun toplumları nasıl şekillendirdiğini ve tekerrür eden felaketlerin kökenlerini keşfedin…
Karanlık bir odada yalnızca ekranın titrek ışığının aydınlattığı yüzler, sosyal medya trendlerinde anlık parlayıp sönen skandallar, magazin programlarında çarpıtılmış hayat parçaları… Türkiye’nin gündemine oturan son olaylar, asırlık bir gerçeğin yalnızca yüzeyini ısırıyor: İnsanoğlunun uyuşturucuyla imtihanı, medeniyetin ta kendisi kadar eski, karmaşık ve trajik. Mehmet Akif Ersoy vakası, bu kadim mücadelenin sadece güncel bir yansıması; buz dağının suyun üzerindeki küçük bir parçası. Peki, bu “kaçış maddeleri” insanlık tarihine nasıl sızdı? Hangi kırılma anlarında masum bir bitkiden, kitlesel felaketlere yol açan bir silaha, bir statü sembolünden mahalle baskınına dönüştü? Bu soruların cevabı, insanlığın kendi doğasına dair rahatsız edici gerçekleri barındırıyor.
İnsanlığın uyuşturucuyla tanışıklığı, yazının icadından bile önceye, mitolojik çağlara dayanır. Antik Sümer tabletlerinde “hul gil” (neşe bitkisi) diye bahsedilen afyon haşhaşı, Mezopotamya’da MÖ 3400’lere kadar uzanır. Aynı bitki, Yunan mitolojisinde uyku tanrısı Hypnos’un, unutkanlık tanrıçası Lethe’nin ve rüyaların efendisi Morpheus’un simgesi hâline geldi. Homeros, Odysseia’da “ne penteyi unutturan ne de acıyı dindiren” bir iksirden söz ederken, aslında o dönemin psikoaktif maddelerinin toplumsal bellekteki yerini işaret ediyordu. Mısır’da Ebers Papirüsü (MÖ 1550) afyonu çocuk ağlamasını durdurmak için öneriyor, Hititler de benzer şekilde acıyı dindirmek için kullanıyordu.
Ancak bu ilk temaslar çoğunlukla ritüelistik, dinî veya şifai amaçlarla sınırlıydı. Şamanlar trans hâline ulaşmak için Sibirya’da Amanita muscaria mantarlarını, Mezoamerika’da ise psilosibin içeren “kutsal mantarları” kullanıyordu. Güney Amerikalı rahipler, İnka uygarlığında koka yapraklarını tanrılarla iletişim aracı, dayanıklılık artırıcı ve açlık bastırıcı olarak görüyordu. Asya’da ise kenevir, eski Çin tıbbının vazgeçilmezi olarak MÖ 2700’lerde İmparator Shen Nung’un farmakopesinde romatizma, gut ve dikkat dağınıklığı için reçete ediliyordu. Hindistan’da ise Vedik metinlerde “soma” adı verilen kutsal bir iksirden bahsedilir; muhtemelen efedra veya bir tür mantar olan bu madde, tanrılara ulaşmanın bir yoluydu. Bu dönemde uyuşturucu, kutsal ile dünyevi arasında bir köprü, acının dindiricisi, bilinmeyene açılan bir kapı ve sosyal bağları güçlendiren bir araçtı. Felaket henüz başlamamış, tohumlar ekilmişti sadece. Maddeler, doğal hâlleriyle, kontrollü bir sosyo-kültürel bağlamda kullanılıyordu. Ancak insanın doğayı saflaştırma, yoğunlaştırma ve ticarileştirme hırsı, her şeyi değiştirecekti.
İlk felaket tohumları…
Orta Çağ’a gelindiğinde, özellikle İslam coğrafyasında simya ve tıp alanındaki ilerlemeler, uyuşturucu maddelerin saflaştırılmasına olanak tanıdı. 8. yüzyılda yaşamış ünlü Arap simyacı Câbir bin Hayyan, afyondan elde edilen bir özü tanımlamıştı. Daha sonra, İsviçreli simyacı Paracelsus (1493-1541) 16. yüzyılda afyondan “laudanum” adını verdiği alkollü bir tentür yarattı. Bu, afyonun kitlesel ve kontrolsüz kullanımına giden yolda kritik bir adımdı. Laudanum, 17. ve 18. yüzyıllar boyunca Avrupa’da “her derde deva” bir ilaç olarak satıldı; ağrı, öksürük, ishal, uykusuzluk ve hatta bebeklerin huysuzluğu için eczanelerde serbestçe temin edilebiliyordu. Artık madde kutsal bir ritüelden çıkmış, günlük hayatın sıradan bir parçası hâline gelmeye başlamıştı.
Ancak asıl dönüm noktası, bu maddelerin kutsal ve şifai alanlardan çıkıp küresel ticari meta ve siyasi silaha dönüştüğü 19. yüzyılda yaşandı. Bu yüzyıl, insanlık tarihindeki en kara sayfalardan birini oluşturur. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, devasa bir uyuşturucu karteline dönüşmüş, Bengal’deki afyon üretimini tekeline almıştı. Amaç basit ve acımasızdı: Çin’e afyon satarak çay, ipek ve porselen karşılığında akan gümüşü geri almak ve ticaret dengesini lehlerine çevirmek. Çin İmparatorluğu, halkının afyon bağımlılığı yüzünden sosyal çöküntüye uğradığını görerek tedbirler almaya, ithalatı yasaklamaya çalıştı. İmparatorluk müfettişi Lin Zexu’nun 1839’da Kanton’daki İngiliz tüccarlardan ele geçirdiği 20.000 sandık afyonu imha etmesi, tarihe “Afyon Savaşları” (1839-1842, 1856-1860) olarak geçecek çatışmayı başlattı. İngiliz donanması, “serbest ticaret” adı altında, bir ülkeyi zehirlemeye devam edebilmek için Çin limanlarını bombaladı. Sonuç: Nanking Antlaşması ile Hong Kong’un İngiltere’ye bırakılması, Çin’in afyon pazarının zorla açılması, tazminat ödemeye zorlanması ve milyonlarca Çinlinin bağımlı hâle gelerek “Doğu’nun hasta adamı” hâline dönüşmesi. Bir imparatorluk, bir bitkinin sütü üzerinden ekonomik, sosyal ve siyasi bir çöküşe sürüklenmişti. Bu, modern anlamda ilk devlet destekli uyuşturucu savaşı ve kitlesel insanlık trajedisiydi.
Batı’nın içsel çelişkisi
Batı’da ise durum bir ikiyüzlülük tablosu çiziyordu. Victoria dönemi İngiltere’sinde afyon, “Godfrey’in Yatıştırıcı Şurubu”, “Mrs. Winslow’un Sakinleştirici Şurubu” gibi bebek maması katkılı ürünlerle her evin raflarına girmişti. Bu şuruplar, annelere “huysuz bebekleri susturmanın” en kolay yolu olarak pazarlanıyordu. Charles Dickens’ın Büyük Umutlar veya Oliver Twist gibi romanları, Londra’nın gecekondu mahallelerinde afyonun yaygınlığını ve yoksulluğu unutmanın bir aracı olarak kullanıldığını resmediyordu. Hatta ünlü şair ve edebiyatçı Samuel Taylor Coleridge, Kubla Khan şiirini afyonun etkisiyle gördüğü bir rüyadan sonra yazdığını itiraf ediyor, Thomas De Quincey ise Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları (1821) ile bağımlılığın getirdiği lirik kâbusları anlatıyordu.
Ancak asıl skandal, tıp ve bilim dünyasından geldi. 1884’te Avusturyalı genç doktor Karl Koller, kokainin lokal anestezik etkisini keşfetti. Bu, göz ameliyatları başta olmak üzere tıpta devrim yarattı. Ancak henüz tehlikeleri anlaşılmamış bu madde, hızla her derde deva olarak lanse edilmeye başlandı. Dönemin en etkili psikoloğu Sigmund Freud, genç bir nörologken kokain üzerine “Über Coca” (1884) adlı bir makale yayımlayarak, onu depresyon, sindirim bozuklukları, astım, cinsel isteksizlik ve hatta afyon ile alkol bağımlılığının tedavisinde “mucizevi bir madde” olarak övdü. Freud’un yakın arkadaşı, fizyolog Ernst von Fleischl-Marxow, ameliyat sonrası kronik ağrıları için morfin bağımlısı olmuştu. Freud, arkadaşını bu bağımlılıktan kurtarmak için ona kokaini önerdi. Sonuç korkunçtu: Fleischl-Marxow, hızla hem morfine hem kokaine bağımlı hâle geldi, halüsinasyonlar görmeye başladı ve yedi yıl sonra, 45 yaşında, acılar içinde öldü. Bu trajedi, Freud’u derinden sarstı ve kokain konusundaki kamuoyu övgülerini sessizce geri çekmesine neden oldu. Bu olay, bilimsel iyimserliğin ve “ilerleme” narasının, kontrollü deney ve etik ihtiyatla dengelenmediğinde nasıl kişisel ve toplumsal felaketlere yol açabileceğinin çarpıcı bir kanıtıydı.
Aynı dönemde, Batı’da eğlence amaçlı uyuşturucu kullanımı da yaygındı. 19. yüzyılın sonunda, Bayer ilaç firması, morfinden daha güçlü olduğu düşünülen ve bağımlılık yapmayacağı iddia edilen yeni bir mucizevi ilacı piyasaya sürdü: Eroin. İsmi “kahraman” anlamına gelen bu madde, öncelikle öksürük şurubu olarak ve morfin bağımlılarının “tedavisi” için pazarlanıyordu. Kısa sürede, tedavi etmesi gereken bağımlılığın kendisinden çok daha korkunç bir bağımlılığa neden olduğu anlaşıldı ancak çok geç kalınmıştı.
Kimyasal devrim, savaşlar ve sistemli yıkım
Yirminci yüzyıl, sentetik uyuşturucuların keşfiyle yeni ve daha öngörülemez bir karanlık çağ başlattı. Kimya endüstrisindeki gelişmeler, laboratuvarlarda yeni psikoaktif maddelerin yaratılmasına olanak tanıdı. Amfetamin ilk olarak 1887’de sentezlendi ancak kitlesel kullanımı II. Dünya Savaşı’nda patladı. Hem Müttefik hem de Mihver devletleri, askerlerinin daha uzun süre uyanık kalabilmesi, yorgunluk hissetmemesi ve daha agresif savaşması için onlara sistemli olarak metamfetamin (Almanların “Pervitin”i, Japonların “Philopon”u, İngilizlerin “Speed”i) dağıttı. Nazilerin Blitzkrieg taktiğinin ardındaki itici gücün, yorgunluk hissini bastıran bu haplar olduğu iddia edilir. Japon kamikaze pilotları da intihar görevlerine çıkmadan önce uyarıcı alıyordu. Savaş sonrası, bu ilaç stokları sivil piyasaya sızarak Japonya’da ve diğer ülkelerde bağımlılık krizlerine yol açtı.
Soğuk Savaş dönemi ise uyuşturucunun, istihbarat servislerinin kirli deneylerinin ve siyasi manipülasyonun bir parçası hâline geldiği bir dönemdi. CIA’in MKUltra projesi (1953-1973), zihin kontrolü, sorgulama ve beyin yıkama tekniklerini araştırmak için yürütüldü. Proje kapsamında, Amerikan ve Kanadalı vatandaşlar dâhil deneklere, habisleri olmadan, yüksek dozlarda LSD ve diğer psikoaktif maddeler verildi. Deneklerden bazıları kalıcı psikolojik hasar gördü, intihar etti. Bu skandal, devletin kendi vatandaşları üzerinde nasıl etik dışı deneyler yapabildiğini göstererek büyük bir güven krizi yarattı.
1960’ların ve 70’lerin karşı-kültür hareketi, uyuşturucuyu otoriteye başkaldırının, ruhsal aydınlanmanın ve özgürleşmenin sembolü ilan etti. Timothy Leary’nin “Açılın, dinleyin, kopun” sloganı, bir nesli LSD’ye yönlendirdi. Ancak “Sevgi Çağı”nın naif iyimserliği, bağımlılığın, kötü yolculukların (bad trip) ve üretilmiş maddelerdeki saflık sorununun yol açtığı ölümlerle hızla gölgelendi. 1971’de Başkan Nixon’ın “Uyuşturucuya Karşı Savaş” ilanı, sorunu askerîleştirerek ve cezalandırarak çözmeye çalıştı ancak şiddet, yolsuzluk ve hapishane nüfusunda patlamayla sonuçlandı. Bu savaş, özellikle azınlık toplulukları üzerinde orantısız bir yük oluşturdu.
1980’ler, bir başka korkunç sentetik dalgayı getirdi: “Kraketin.” Kokainin baz formu olan, daha ucuz, daha yoğun ve daha bağımlılık yapıcı bu madde, ABD’nin iç şehirlerini ve gettolarını kasıp kavurdu. Sosyo-ekonomik olarak zaten dışlanmış topluluklarda yıkıcı etkiler yarattı. Aynı dönemde, HIV/AIDS salgınının şırıngalarla yayılmasında uyuşturucu kullanımının kritik bir rol oynadığı görüldü. Bir halk sağlığı krizi, bir bağımlılık kriziyle birleşmişti.
Türkiye’nin tarihsel seyri
Türkiye, bu küresel dalganın dışında kalamadı. Anadolu, geleneksel olarak haşhaş tarımının yapıldığı bir coğrafyaydı. 1970’lere kadar yasal kontroller altında üretim devam etti. Ancak 1971’de ABD baskısıyla Türkiye’de haşhaş ekiminin tamamen yasaklanması, hem çiftçiler için ekonomik bir darbe oldu hem de kaçakçılığı tetikledi. “Afyon Savaşı” olarak anılan bu dönemden sonra, 1974’te kontrollü ekime geçildi. Ancak Türkiye’nin coğrafi konumu, onu Güney Asya’daki afyonun ve sonrasında Güney Amerika kokaininin Avrupa pazarına ulaşmasında kritik bir transit koridor hâline getirdi. 1990’lardan itibaren, küresel eğilimle paralel olarak sentetik uyuşturucular (ecstasy, metamfetamin, sentetik kannabinoidler) yaygınlaşmaya başladı. Bugün magazinle, sosyal medyayla iç içe geçmiş görünen skandallar, aslında bu uzun, çok katmanlı ve acı tarihin sadece en görünür, en medyatık tezahürleri. Sorun, birkaç ünlünün düşüşünden çok daha derin, toplumsal dokunun her katmanına sızmış yapısal bir mesele.
Tarih, acımasız bir tekerrürler silsilesi sunar. Uyuşturucuyla mücadele yalnızca polisiye veya tıbbi bir sorun değil, insan doğasının karanlık dehlizlerine inen sosyolojik, ekonomik, politik ve varoluşsal bir meseledir. Afyon Savaşları’nda gördüğümüz ekonomik sömürü ve emperyalizm, Freud’un arkadaşında gördüğümüz iyi niyetli bilimsel yanılgı, MKUltra’da gördüğümüz devlet kaynaklı etik ihlali, karşı-kültürde gördüğümüz özgürlük arayışının sapması ve günümüz sosyal medyasında gördüğümüz yüzeysel yargı ve infaz kültürü, hep aynı insani gerçeğin farklı yüzleri: İnsan, acıdan kaçmak, aidiyet hissetmek, sınırlarını aşmak, bir gruba dâhil olmak, unutmak ya da sadece “an”a katlanabilmek için bu maddelere yöneliyor. Modern kapitalizm, bu arzuyu, kimlik ve tüketimle birleştirerek daha da derinleştiriyor.
Çözüm, yalnızca yasaklayıcı ve cezalandırıcı politikalarda değil, tarihten gerçek anlamda ders alarak, insanın bu kadim zafiyetini anlamakta yatıyor. Dayanıklı, anlamlı sosyal bağlarla örülmüş, psikolojik sağlamlığı destekleyen, gençlere umut ve amaç sunan, eşitsizlikleri azaltan toplumlar inşa etmek en temel gereklilik. Tedavi ve rehabilitasyon hizmetlerinin yaygınlaştırılması, damgalamanın azaltılması, madde kullanımını bir suç olmaktan çıkarıp bir halk sağlığı sorunu olarak ele alan yaklaşımlar giderek önem kazanıyor.
Uyuşturucu, insanlığın en eski, en sinsi ve en karanlık yoldaşı olmaya devam ederken, onunla mücadele, nihayetinde insanın kendi doğası, toplumsal düzen ve anlam arayışıyla olan hesaplaşması. Magazinleştirilmiş skandalların ardındaki gerçek hikâyeleri görmek, yargılamadan önce anlamak ve kolektif bir sorumlulukla hareket etmek zorundayız. Unutmamak gerekir: Tarih, kendini yalnızca ondan ders almayanlar için tekerrür ettirir. Bugün gündemi meşgul eden olaylar, dün yaşanmış trajedilerin yankısı. Sessiz yankılar, gelecekte daha büyük çığlıklara dönüşmeden, bu yankıyı duymak ve harekete geçmek, hepimizin sorumluluğu.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.