24 Eylül 2025

Hilafetten liderliğe: Tarihsel mirasın yeniden inşası

ABD Başkanı Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yan yana oturduğu o kare, bir asırlık liderlik boşluğunun nasıl doldurulduğunun sembolü oldu. Tarihten gelen gücü ve tutarlı politikalarıyla Türkiye, bölgesel bir aktörden ziyade küresel vicdanın sesi olarak yükseliyor.

23 Eylül 2025’te, dünya diplomasisinin kalbi, Birleşmiş Milletler binasında atarken, kameraların flaşları tarihî bir ana odaklandı. Gazze meselesi için toplanan ancak gündeminin ötesinde anlamlar taşıyan bu zirvede, ABD Başkanı Donald Trump ile Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yan yana oturduğu o diplomatik kare, tüm Orta Doğu ve İslam dünyasının kaderini yansıtan bir ayna gibiydi. Bu an, sadece bir protokol düzenlemesinden ibaret değildi; bu, yaklaşık bir asır önce halifeliğin ilga edilmesiyle ortaya çıkan liderlik boşluğunun, tarihin ve coğrafyanın derinliklerinden gelen bir güç tarafından doldurulduğunun en somut kanıtıydı.

“Siyaset, iki felaket arasında seçim yapma sanatıdır” derdi John Kenneth Galbraith. Ancak bazen siyaset, felaketlerden kaçınma ve yeni bir umut inşa etme sanatına dönüşür. Türkiye’nin zirvedeki konumu, Orta Doğu’daki bitmek bilmeyen felaketler karşısında yükselen bir umudu temsil ediyordu. Zira bu zirve, on yıllardır süren çatışmalara kalıcı bir çözüm arayışının bir yansıması olsa da asıl önemi katılımcıların masadaki konumlanışında gizliydi. Türkiye, artık bölgesel bir aktör olmanın çok ötesinde, İslam dünyasının birincil muhatabı ve en yetkin temsilcisi olarak kabul ediliyordu.

Statükonun çöktüğü an

Orta Doğu coğrafyasında uzun yıllardır süregelen İsrail-Filistin sorunu, geleneksel diplomatik çabaları âdeta “diplomat eskiten” bir dosya hâline getirdi. 12 Eylül 2025'te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda Filistin lehine 148 devletin oy kullanmasına rağmen, ABD’nin de aralarında bulunduğu 10 devletin ret oyuyla karar etkisiz hâle gelmiş, uluslararası sistemin işlevsizliği bir kez daha ortaya konmuştu. Ne Camp David Anlaşmaları ne de Oslo Anlaşmaları, kalıcı bir barış getirmemişti. Donald Trump'ın “Yüzyılın Anlaşması” olarak sunulan planı ise Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi gibi Filistinliler için kabulü imkânsız koşullar içermesi nedeniyle reddedilmişti. Bu tarihî başarısızlıklar, Arap liderliğinin Filistin davasını savunma konusundaki yetersizliğini ve bölge halkları nezdinde duyulan güvensizliği artırmıştı.

Tarihin o dönüm noktasında, uluslararası sistemin âdeta nefessiz kaldığı bir anda, bir lider arayışı baş gösterecekti. İşte tam da bu boşlukta Türkiye’nin liderlik rolü için ideal bir zemin oluşmuştu. Henry Kissinger’ın “Bir liderin görevi, insanları onların olmak istedikleri yere değil, olmaları gereken yere götürmektir” sözü, bu yeni liderlik arayışını en iyi şekilde özetliyordu. Türkiye, yalnızca kendi ulusal çıkarlarını değil, aynı zamanda mazlum Filistin halkının haklarını da savunarak, İslam dünyasının kalbine hitap eden bir duruş sergiliyordu.

Diplomatik satranç tahtasında bir şah: Protokolün dili

Uluslararası ilişkilerde protokol, basit bir görgü kuralı olmaktan çok daha fazlasıdır; o, devletler arasındaki güç dengelerini, statüleri ve ilişkileri yansıtan sembolik bir dildir. Bir liderin masadaki oturma düzeni, o kişinin veya temsil ettiği devletin, toplantının ana gündemi veya ev sahibi için ne kadar önemli olduğunu gösterir. 2015’teki G20 Antalya Zirvesi’nde ev sahibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ABD Başkanı Barack Obama ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping gibi önemli konukları sağ ve solunda ağırlaması, Türkiye’nin diplomatik ağırlığını göstermişti.

23 Eylül 2025’teki zirvede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump ile yan yana oturması da bu protokol dilinin bir devamı ve en güçlü kanıtıydı. Trump yönetiminin, Türkiye’yi İslam dünyasının en yetkin temsilcisi ve birincil muhatabı olarak gördüğünü açıkça gösteriyordu. Bu durum, Türkiye’nin uluslararası alanda sahip olduğu gücün bir tescili anlamına geliyordu. Zirveye katılan diğer ülkeler olan Endonezya, Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Pakistan ve Mısır liderleri de Türkiye'nin İslam dünyasındaki liderliğinin uluslararası bir konsensus hâline geldiğinin kanıtıydı.

Hilafetten liderliğe: Tarihsel mirasın yeniden inşası

Modern Türkiye Cumhuriyeti, 3 Mart 1924’te halifeliği ilga ederek laik ve bağımsız bir devletin temellerini atmış ancak bu tarihî karar İslam dünyasında önemli bir liderlik boşluğu yaratmıştı. Bu boşluğu doldurmaya yönelik Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Bu başarısızlık, liderliğin bir unvanla değil, tarihin ve eylemlerin bir sonucu olarak inşa edildiğini gösteriyordu.

Türkiye’nin bugünkü liderlik konumu, bir unvanın bahşettiği değil, binlerce yıllık Türk-İslam tarihinden gelen bir mirasın sonucudur. Talas Savaşı’ndan bu yana İslam medeniyetinin öncülüğünü üstlenen Türkler, “kut” anlayışıyla tarihsel bir meşruiyet kazanmışlardır. Modern Türkiye de halifeliğin bıraktığı boşlukta İslam dünyasının birliğini ve ortak vicdanını temsil etme misyonunu üstlenmiştir. Bu yeni liderlik, fiilî etki, karizma ve halkların güveni üzerine inşa edilmiştir. “Liderlik; bir unvan veya bir isimlendirme değildir” sözü bu durumu çok iyi açıklamaktadır. Bu, Türkiye'nin sadece söylemlerle değil, somut eylemlerle liderlik vasfını kazandığının bir göstergesidir.

Söylemden eyleme: Kamuoyunun güveni ve somut adımlar

Türkiye’nin İslam dünyasındaki liderlik rolü, diplomatik zirvelerdeki sembolik konumlanışlar ötesinde Orta Doğu halklarının genel algısıyla da desteklenmektedir. TESEV ve Arab Barometer gibi kuruluşların anketleri, Türkiye’ye duyulan sempati ve güvenin diğer birçok küresel ve bölgesel aktörden daha yüksek olduğunu göstermektedir. Filistin’de bu oran %84’e kadar yükselirken, bu nicel veriler “bütün İslam ülkelerinin gözünün Türkiye’de olduğu” tezini destekleyen en güçlü kanıtlardan biridir.

Bu liderlik algısı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Filistin konusundaki sert ve tutarlı duruşuyla pekişmiştir. Davos’taki “one minute” çıkışı gibi olaylar hem Türkiye’de hem de İslam dünyasında ona karizmatik bir lider profili kazandırmıştır. Erdoğan’ın Filistin davasını “insanlığın, barışın ve adaletin davası” olarak tanımlaması, bu konuyu sadece siyasi bir mesele olmaktan çıkarıp, tüm vicdan sahibi insanların meselesi hâline getirmektedir. Bu söylem, mazlum Filistin halkının yanında dimdik durma çağrısıyla desteklenmektedir.

Ancak bu liderlik sadece söylemlerden ibaret değildir; aynı zamanda somut politikalarla da desteklenmektedir. Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasına göre, Gazze’ye ulaşan insani yardımların %30’unu Türkiye sağlamaktadır ve bu durum Türkiye’yi Filistinlilere en çok yardım yapan ülke konumuna getirmektedir. Türk Kızılayı ve AFAD gibi kurumlar aracılığıyla düzenlenen yardım kampanyaları, bu insani duruşun pratik bir yansımasıdır. Bu somut adımlar, liderlik iddiasının pratik bir karşılığı olduğunu kanıtlamaktadır.

Elbette, liderlik yolculuğu kusursuz değildir. Arap kamuoyu araştırmaları, Türkiye’nin liderlik rolünün tartışmasız olmadığını da göstermektedir. Suriye ve Irak gibi ülkelerdeki algının, Türkiye’nin bölge politikaları nedeniyle olumsuz etkilendiği görülmektedir. Bu durum, Türkiye’nin jeopolitik konumunun ve çok yönlü diplomasisinin ne kadar dikkatli olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Liderlik pozisyonu kazanıldığı gibi, bölgesel dinamiklerdeki her hareket bu algıyı etkileyebilir ve bu hassasiyet, Türkiye’nin Filistin davasına yaklaşımındaki tutarlılığı daha da önemli hâle getirmektedir.

Türkiye'nin gelecek yüz yılı

23 Eylül 2025’teki zirve ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın masadaki stratejik konumu, Türkiye’nin hilafetin ilgasından bu yana süregelen liderlik arayışına yeni bir boyut kazandırmıştır. Zirvedeki bu oturma düzeni, Türkiye’nin, resmî bir hilafet makamı olmadan da tarihten gelen köklü gücü, liderinin karizması, tutarlı politikaları ve bölge halklarının teveccühü ile İslam dünyasının haklı davalarında etkin bir liderlik rolü üstlendiğini kanıtlamaktadır.

Mao Zedong’un “Siyaset, kansız savaştır; savaş ise kanlı siyasettir” sözü, bu yeni durumun diplomatik bir jestten ziyade, daha adil ve kapsayıcı bir dünya düzeni için yürütülen sessiz bir mücadele olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin liderliği, bölgesel sorunlara yönelik tek taraflı ve çıkar odaklı çözümler yerine, daha kapsayıcı ve adil bir uluslararası sistemin inşasına katkı sağlayabilir.

Bu yeni jeopolitik durum, hem Batı-İslam ilişkilerini hem de bölge içi dinamikleri yeniden şekillendirme potansiyeli taşımaktadır. Türkiye, yalnızca Müslümanların değil, tüm insanlığın vicdanını temsil eden bir güç olarak tarihteki yerini almıştır. Bu, gelecekteki uluslararası ilişkilerde, diplomatik protokollerin ardındaki gerçek güç dengelerini anlamak için Türkiye’nin ve onun liderinin konumunun daha da dikkatle incelenmesi gerektiğini göstermektedir.

Ez cümle; Türkiye, sahip olduğu kültürel ve tarihî mirasla, diplomatik mahareti ve halkının desteğiyle, İslam dünyasının gözlerinin çevrildiği bir güç hâline gelmiştir. Bu durum, bölgesel bir güç olmanın ötesinde, küresel bir adalet ve denge aktörü olarak uluslararası arenada varlığını sürdürme potansiyeline sahiptir. Gelecek yüz yılda, tarihin masasında Türkiye için ayrılan bu yeni sandalye, bir yer işareti değil, yeni bir çağın da habercisi olacaktır.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...