“Doğu'nun önemi”: Macron Çin'de, Putin Hindistan'da
Macron’un Çin, Putin’in Hindistan temasları; Asya merkezli çok kutuplu düzenin hızla derinleştiğini, Batı’nın belirleyiciliğinin zayıfladığını ve küresel güç mücadelesinin yeni ekseninin Doğu’da şekillendiğini güçlü biçimde ortaya koyuyor.
Geçtiğimiz hafta iki kritik ülkeden, “Asya’nın Yükselenleri” olarak tabir edilebilecek diğer iki önemli ülkeye yönelik üst düzey ziyaretler oldukça dikkat çekti ve yeni çok kutuplu düzende diplomasi arayışlarının önemini bir kez daha gösterdi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 3-5 Aralık tarihlerinde Çin’de mevkidaşı Şi Cinping’le oldukça pozitif görüntülerin verildiği yoğun bir resmi programdayken, hemen hemen aynı anlarda, Ukrayna Savaşı’ndan bu yana her hareketi ve yurtdışı ziyareti yakından takip edilen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, keza oldukça samimi görüntülerin yansıdığı resmî ziyaretini Hindistan’a gerçekleştirdi.
Bahse konu çok kutupluluğun esasen çok daha derinleşebileceği ve karşılıklı diplomatik temaslarla desteklenmemesi hâlinde daha da “yıkıcı” bir hâl alabileceği, artık bu konuda geçmişte konuşmaktan imtina eden, pek çok siyasetçi ve uzmanın da dilinde. Nitekim dünyada “insaniyet” namına gelişmelerin “ajanda öncelikleri” arasında yer almadığı gerçeğini, yakın geçmişte ve bilhassa Soğuk Savaş yıllarının derin rekabet döneminde belli bir diplomatik nezaketle “gizleme” ihtiyacı güden ABD de son dönemde, daha “dobra” ve daha “postmodern” bir tavırla anılan önceliklerini her gün, yeni politika belgeleri ve en üst seviyede siyasetçi yorumlarıyla ortaya koymaya devam ediyor.
Bu surette, realist “güç politikalarının” sadık takipçisi olduğunu da her vesileyle kanıtlayan ABD örneğin, Ukrayna toprak bütünlüğünü “tarihsel gerekçeler” başta olmak üzere bir çırpıda, “güçlü”nün -yani Rusya’nın- tarafından yorumlayabileceğini uluslararası kamuoyuna ahiren yansıyan bir “Barış Planı”yla tekrar sergileyebilirken, aynı esnada Filistin realitesini tarihten silmeye kararlı Netanyahu ve aşırı sağ unsurları yönetimindeki İsrail’e de katıksız desteğini sürdürebiliyor. Aynı tek taraflılıkla, kurucusu olduğu, dünya siyasetinde derin izler bırakan NATO gibi bir örgütün düzenli toplantılarında artık Amerikan varlığını görmek dahi zor olabilirken; bu çerçeveden bakıldığında, keza meşhur “Amerikan alaycılığının” uzun dönemdir hedefindeki Macron’un Çin’deki yoğun temasları ve Putin’le diğer bir aktif Asya lideri Hindistan Başbakanı Narendra Modi arasında perçinlenen bağlar, bizleri çok da şaşırtmıyor.
Macron’un “Doğu açılımı” ve stratejik tereddütler
Emmanuel Macron’un Çin ziyareti, sadece bir ticaret veya diplomasi turu değil; Fransa’nın giderek daha belirgin hâle gelen “stratejik özerklik arayışının” bir tezahürü niteliğinde görülebilir. Bilhassa, Brexit sonrası İngiltere’nin, bu dönem oldukça “Avrupacı” görünse de kestirilemez tutumları; yetenekleri hâlâ tartışmalı, belirli bir “kibir” ve “oryantalizm” sarmalından kurtulamayan liderlik kültürleri altında ve bilhassa İsrail’in soykırım politikaları gibi insani meselelerde kör bir tavır takınan başta Almanya olmak üzere diğer lokomotif ülkelerin aksine, Avrupa Birliği içinde uzun süredir “ABD’den bağımsız jeopolitik kapasite” vurgusu yapan Macron, Çin gibi bir kritik aktörle de ilişkileri bu tür bir vizyonun merkezine yerleştirdiğini bu ziyareti vesilesiyle tekrar ortaya koymuş oldu.
“Airbus’ın Pekin’le yaptığı dev anlaşmalar”, “Fransız nükleer enerji ve enerji geçişi şirketlerinin Çin’deki ortaklıkları”, “Çin’in Avrupa’da altyapı ve yeşil dönüşüm yatırımlarını artırma isteği”, “iki ülke toplum temsilcileri arasında yeni sosyal ve eğitim iş birliği projeleri” gibi konu başlıkları Macron’un söz konusu ziyaretinde dikkat çekti.
Avrupa şirketlerinin gittikçe Çin pazarına bağımlı hâle gelmeleri; otomotiv, elektronik, havacılık ve lüks tüketim sektörleri başta olmak üzere, Çinli partnerleriyle artan vazgeçilmez diyalogları, şüphesiz Macron gibi klasik bir Avrupa gücünü temsil eden liderin ayrıca ihtiyatlı olmasını, hatta zaman zaman Çinli yetkililere karşı “uyarıcı” bir tonda mesajlar vermesini zorunlu kılarken, işin bu görünür diplomatik perdesi arkasında ise Macron gibi belirli bir özerklik taraftarı olanlar için Washington’ın Çin’e yönelik sertleşen teknoloji ve ticaret kısıtlamalarını koşulsuz izlemek sakıncalı bir hareket tarzını temsil ediyor. Buna bağlı olarak da bu tür bir lider tipi için yakın geçmişin iki ve tek kutuplu yapısı yerine “çok kutuplu” bir perspektife daha yakın durmak büyük önem kazanıyor.
Fransa’nın doğrudan ifade edilmese de yakın tarihinden gelen “parlak Fransız imajı”nın hâkim olduğu dönemlere öykünme hâli, buna bağlı Macron yönetiminin, Fransa’nın küresel diplomasi rolünü güçlendirme çabası da her daim akıllarda tutulması gereken diğer bir unsur. Bu nedenledir ki, özellikle son dönem pek çok ziyarette, dijital diplomasi imkânları ve sosyal medya unsurlarını da kullanarak uluslararası kamuoylarına, oldukça “samimi”, “halkla beraber”, “pozitif, genç ve dinamik bir Fransız Cumhurbaşkanı modeli” çizildiği de bariz görünüyor. Son Çin ziyaretinde de Macron, karşılama töreni ve resmi toplantılardan öğrenciler ve yerel halkla etkileşimlerine kadar, anlık pek çok kareyi ve bilgilendirmeyi Fransız ve dünya kamuoylarına sundu. Sporcularla oynadığı masa tenisi maçından, Pekin’e ilave ziyaret ettiği Chengdu şehri caddelerinde Çinli gençlerle koşturmasına kadar, gezinin önemli anlarını, Fransız kamu ve kültür diplomasisine de güç veren bir boyutta ve geçmiş ziyaretlerine benzer surette paylaştı.
Bu noktada, pek çok uzmanın da ortaya koyduğu üzere, Macron’un yaklaşımını özetleyen esas değerlendirmede, “ABD-Çin rekabetine sıkışmış” Fransa’nın başı çektiği klasik Avrupa’nın, eski pasif tutumla “kendi jeopolitik kaderini tayin edemeyeceği” yönünde ana bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu nedenle belirsizlik alanları artacak yeni çok kutuplulukta, başta Macron gibi “Soğuk Savaş psikolojisi”nden kendini daha rahat soyutlayabilen ve daha dinamik liderler için Çin ile ilişkiler bir tehdit değil, fırsat alanı olarak konumlandırılmaya devam edecektir.
Putin’in “Yeni Delhi stratejisi” ve çok katmanlı ortaklık
Macron’la aynı anda Putin’in Hindistan ziyareti ise, öncelikle Ukrayna Savaşı'nın yarattığı uluslararası baskıya rağmen Moskova’nın Asya’daki konumunu güçlendirme kararlılığının açık bir göstergesi olarak düşünülebilir. Ancak arka planda, Rusya ile Hindistan arasında, temelleri, “Sovyetler Birliği-Bağlantısız Hindistan” yıllarına kadar giden çok boyutlu bir ortaklığın da devam ettiği akıllardan çıkmamalıdır. Yeni Delhi’deki son görüşmede de bu çok boyutlu işbirliğinin bir ürünü olarak 70 maddelik oldukça kapsamlı bir ortak bildiri kabul edilmiştir. Bildiride, “iki ülkenin kesintisiz ticaret için ulusal para birimleri üzerinden ödeme sistemleri geliştirmesinden, merkez bankalarının dijital para platformları üzerinden çalışmalarının daha uyumlu hâle getirilmesine” kadar belirli bir “özerklik” üzerine temelli kayda değer pek çok madde dikkat çekmektedir. ABD Başkanı Trump’ın zaman zaman doğrudan hedef aldığı ancak Rusya ve Hindistan'ın başat üyeler olduğu BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi Batı-dışı kurumlarda da iki ülke işbirliğini güçlendirme hususlarına bu ziyaret vesilesiyle ayrıca vurgu yapılmıştır.
Ukrayna Savaşı'na rağmen Rusya, Hindistan gibi gelişime son sürat devam eden ve devasa nüfusa sahip bir ülkenin en büyük petrol tedarikçilerinden biri olmayı sürdürürken, Hindistan, ihtiyacını gidermeye ilave olarak, ucuz Rus petrolünü rafinerilerinde işleyip küresel piyasalara satmayı ustalıklı bir strateji olarak benimsemiştir. Yani Başbakan Modi yıllarında daha aktif ve yeni gelişmelerden pay çıkaran bir Yeni Delhi’den bahsetmek, bu şekilde hem ekonomik hem de stratejik esnekliğini pekiştiren bir Hindistan’ın bölgesel ve küresel ağırlığını da giderek artırdığını ifade etmek mümkündür.
Buna ilave, askerî ve savunma sanayi alanında geçmişten gelen bir güvenle de Rusya; “BrahMos süpersonik füze projesi”, “S-400 hava savunma sistemi”, “nükleer kapasiteler” gibi çok kritik alanlarda Hindistan’ın uzun vadeli ortağı olmaya devam ediyor. Bu manada, her ne kadar Hindistan son yıllarda, ABD ve Fransa’dan da kapsamlı savunma alımları yapmış olsa da ve özellikle İsrail gibi işlediği insanlık suçlarıyla meşruiyeti iyiden iyiye tartışmalı hâle gelen bir ülkeyle de oldukça yakın bir askerî ve diplomatik imaj çizse de, “Rus stratejik varlığına” da ayrı bir alan açmıştır. Bilhassa Çin gibi diğer bir dev ile iyiden iyiye yakınlaşan ezeli rakip Pakistan gerçekliği altında, bilhassa askerî teknoloji üretim ortaklığı konusunda Hint-Rus ilişkilerinin belirli bir derinliği koruyacağı açıktır. Tüm bu çıkarımların, pek çok bölge uzmanına göre, Hindistan’ın esasen kuruluşundan bu yana farklı şekillerde devam ettirdiği “küresel sistemde hiçbir kutba tam bağımlı olmayan, çok yönlü denge stratejisi”yle de uyumlu olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Putin’in ziyareti tam da bu nedenlerle, Hindistan’ın, ABD-İsrail ikilisiyle yakın temasları ve Çin merkezli “Kuşak-Yol” planlarına karşı ABD inisiyatifindeki “İbrahim Anlaşmaları” gibi bölgeleri revize eden planlarına olumlu tutumuna rağmen, Rusya’yı tamamen kaybetmek istemediğini; Moskova’nın ise aynı anda Pekin’e aşırı bağımlı bir dış politika arzu etmediğini ve bu yönde dolaylı mesajları iletmeye devam ettiğini ortaya koyuyor. Bu kapsamda, Rusya–Hindistan ilişkileri bağlamında, “karşılıklı ihtiyaç ve stratejik otonomi” talepleri üzerine çok kutupluluğun yeni kodlarının işlendiği “kendine has/sui generic” bir ortaklığın geçerli kalacağı değerlendirilebilir.
Eksenlerin değiştiği “çok kutuplu belirsizlik” dönemine hazırlıklar
Pekin’in, geleneksel iktisadi ve beşeri projelerine ilave olarak siyasi manada son dönem, Orta Doğu'da Suudi Arabistan–İran gibi çetrefilli konularda yakınlaşmalara aracılık etmesi, Ukrayna Savaşı'ndaki barış girişimleri ve kimi zaman Rusya’nın hem arkasında hem de önünde frenleyici bir güç izlenimi yaratması; ayrıca Fransa’nın, kolonyal günahlarla iyi bir imajı olduğu söylenmesi oldukça zor küresel Güney’de Çin’in artan prestiji, Macron’u Çin’le ilerleyen dönemlerde daha yakın stratejik diyaloga itmeye devam edecek görünüyor.
Bu çerçevede, yazımıza konu bu son temaslardan dikkat çeken ana olgulardan en önemlisi, Çin ve Rusya'nın diplomatik alanda yürüttükleri temaslarda güçlenmelerinin aynı formatta olmamasıdır. Bu iki ülke arasında adeta adı konmamış bir iş bölümü yapılmışçasına, Çin “ekonomik ölçek ve teknoloji” üzerinden; Rusya ise daha çok “enerji, savunma ve jeopolitik kapasiteler” üzerinden diplomatik alan kazanmaya niyetli görünmektedir. Bu durum ABD’nin her iki aktöre karşı aynı stratejiyi uygulamasını, geçmişte olduğu gibi bugün de, imkânsıza yakın kılıyor.
ABD, Rusya’nın Ukrayna Savaşı’yla zayıfladığını düşünse de Moskova’nın Asya’daki diplomatik manevra alanı hâlâ, son temaslardan da izlendiği üzere, oldukça geniş. Esasen ABD de, tek-taraflı politika yapımıyla, insanı dışlayan oldukça faydacı (utilitarian) “sözde bir liberalizm”le, gerektiğinde Batı-merkezli gayet şarkiyatçı ve küçümser bir dille ve postmodern soykırımın tanımımı yazan İsrail gibi ülkelere sonsuz desteğiyle, Rusya ve diğer aktörlere geniş bir alanı, en azından etik ve ahlaki boyutta, kendi elleriyle sunuyor; hatta Ukrayna gibi “davasında haklı” kimi ülkeleri de bu manada beraberinde düştüğü çukura çekiyor. Aynı şekilde Çin, ekonomik yavaşlamaya rağmen dünya tedarik zincirlerinin merkezinde bulunmayı sürdürürken, bir de bunlara oldukça pragmatik ve çok yönlü bir etkinlik izleyen Hindistan gibi kapasitesi yüksek ülkeler eklenince, dünyada herkesin dilindeki “çok kutuplu belirsizlik/ multipolar unknown world” fazı çok daha anlaşılabilir hâle geliyor.
Sonuç olarak, küresel siyasetin ağırlık merkezinin hızla doğuya kaydığı bir dönemde yaşamaya bu manada devam edeceğiz. Asya’nın insani ve ekonomik dinamizmi, jeopolitik özgüveni ve teknolojik kapasitesi; Batı merkezli dünya tasavvurunu her geçen yıl daha fazla aşındırıyor. Bu çerçevede Putin ve Macron’un son temasları, sadece diplomatik rutinler değil, aynı zamanda küresel düzenin kırılma noktalarını su yüzüne çıkaran stratejik anlar olarak da kayda geçirilebilir. Bu gelişmeler, Doğu’nun artık bir “alternatif eksen” değil, küresel siyasetin ana oyun alanı hâline geldiğini tekrar net biçimde gösteriyor. Aynı zamanda ABD’nin mutlak belirleyiciliğinin zayıfladığı; Rusya, Çin, Fransa, Hindistan ve bunlara ilave Türkiye’nin de aralarında olduğu orta ölçekli güçlerin yeni alanlar açtığı revize bir uluslararası sistemin hızla evrilmekte olduğu söylenebilir.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.