Çin’den Batı’ya reddiye: Liberalizme “hayır”
Çin’in yeni post-materyalist kuşağı neden liberal demokrasiye hayır diyor? Onlarca yıllık Batı varsayımını yıkan bu gençlik, ekonomik refahı reddedip “Tang Ping” gibi pasif direniş kültürleriyle siyasi talepler yerine bireysel özerkliği seçiyor. Çin modelinin felsefi paradoksu...
“Ekonomik gelişme, kaçınılmaz olarak siyasi liberalleşmeye yol açar.” Bu cümle, Soğuk Savaş sonrası Batı siyaset biliminin ve diplomasisinin adeta bir dogma haline getirdiği, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinden beslenen bir varsayımdı. Yıllarca, Çin’in pazar reformlarını derinleştirdikçe, orta sınıfı büyüdükçe ve dünya ile bütünleştikçe, toplumsal taleplerin nihayetinde Batı tipi liberal demokratik kurumlara yöneleceği umuldu. Ancak güncel bir araştırma ve Çin toplumunun seyri, bu evrenselci beklentiyi temelden sarsan bir tablo çiziyor: Ekonomik patlamanın göbeğinde yetişen Çin’in “post-materyalist” genç kuşağı, liberal demokrasiye daha eski nesillerden daha mesafeli duruyor. Bu durum yalnızca bir siyasi tercihi değil, daha derinde, medeniyetler arası bir dünya görüşü çatışmasını ve Batı merkezci tarih okumasının çöküşünü haber veriyor.
Batı’nın bu varsayımı tamamen yeni değil. 19. yüzyılda Alexis de Tocqueville, Amerika’da gördüğü refah ile demokratik eğilimler arasında bir bağ kurmuştu. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise Ronald Inglehart gibi sosyal bilimciler, “post-materyalist değerler” teorisini geliştirdi: Temel maddi ihtiyaçlar karşılandıkça bireyler özgürlük, özerklik, kendini ifade gibi “yüksek” değerlere yönelecek ve bu da demokratik sistemlere olan talebi güçlendirecekti. Bu teori, Batı Avrupa’nın savaş sonrası tecrübesine dayanıyordu ve evrensel bir yasaya dönüştürüldü.
Çin sahnesine bu teoriyle bakan Batılı liderler, umutlarını buraya bağladı. 2000 yılında, Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girişinin arifesinde, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton, Johns Hopkins Üniversitesi’nde yaptığı ünlü konuşmada şöyle diyordu: “Ekonomik değişim süreci, doğru seçim yapma zorunluluğunu daha da güçlendirecektir.” “Doğru seçim”den kastı açıktı: Siyasi çoğulculuk ve liberal demokrasi. Clinton ve onun gibiler için Çin, kapitalist ekonomi ile bütünleştikçe, “kaçınılmaz” bir siyasi dönüşümün eşiğindeydi. Bugünün verileri, bu “kaçınılmazlık” iddiasının büyük bir yanılgı olduğunu gösteriyor.
Refah, özgürlük talebini artırmıyor, azaltıyor
Journal of Contemporary China’da yayımlanan ve Çin-İngiltere’den akademisyenlerin imzasını taşıyan araştırma, tam da bu dogmayı verilerle çürütüyor. 1990 sonrası doğan, yani Çin’in en hızlı ekonomik büyüme döneminde yetişen kuşak incelendiğinde ortaya çıkan tablo şu:
Ekonomik güvenlik yüksek, demokratik destek düşük
Bu kuşak, hayatlarında kitlesel yoksulluk veya kıtlık görmemiş, maddi güvenliği nispeten yüksek bir ortamda büyümüş. Inglehart’ın teorisine göre bu, güçlü bir post-materyalist değerler kümesi (öz saygı, özerklik, kendini ifade) ve bunun doğal sonucu olarak artan demokratik talep demek olmalıydı. Ancak tam tersi gerçekleşmiş. Genç kuşak, ulusal liderler için özgür ve rekabetçi seçimlere, bireysel hakların mutlak korunmasına verilen öneme daha az değer atfediyor.
Memnuniyetsizlik demokrasi talebine dönüşmüyor
Araştırma, genç kuşağın yaşam memnuniyetinin, ekonomik kalkınmanın ilk yıllarının zorluklarını yaşamış olan daha yaşlı kuşaklara kıyasla daha düşük olduğunu da gösteriyor. Ancak kritik nokta şu: Bu memnuniyetsizlik, bir siyasi alternatif arayışına veya sistem değişikliği talebine evrilmiyor. Gençler, “post-materyalist” değerlerini “demokratik destek”e dönüştürmüyor.
Peki, bu radikal kopuşun, bu beklenmedik “hayır”ın arkasındaki dinamikler neler? Cevap, tek bir faktörde değil, tarihsel, kültürel ve siyasi katmanların iç içe geçtiği karmaşık bir dokuda yatıyor.
Batı liberalizmi, bireyi özerk, hak sahibi, nihai siyasi meşruiyet kaynağı olarak merkeze alan bir felsefi geleneğe dayanır. Çin’in siyasi kültürü ise Konfüçyüsçü miras ve 20. yüzyıl devrimci sosyalizmi ile şekillenmiş, kolektif uyum, sosyal istikrar, hiyerarşi ve devletin rolüne vurgu yapan bir zeminde durur. Burada “özgürlük”, Batı’daki negatif özgürlükten (devletin müdahalesinden azade olma) farklı olarak, daha çok “ülkenin güçlenmesine ve refahına katkıda bulunma özgürlüğü” şeklinde anlaşılabilir.
Genç kuşak, küresel dijital kültürle yetişmesine rağmen, bu kolektivist arka planı içselleştiren bir eğitim sistemi ve sosyal söylemle kuşatıldı. Batı’da post-materyalizm, bireyin kendini gerçekleştirme arayışına odaklanırken, Çin’de aynı ekonomik temel üzerinde yükselen “yüksek değerler”, daha ziyade milli gurur, kültürel özgüven ve “Çin tarzı bir modernlik” inşası etrafında şekilleniyor. “Çin tarzı demokrasi” kavramı da buradan beslenir: Batı’nın çok partili, çatışmacı seçim sisteminin aksine, geniş istişareye dayalı, uzun vadeli kalkınmayı önceleyen ve “halkın geniş katılımını” vurgulayan bir sistem olarak sunulur.
Bu şaşırtıcı ayrımı anlamak için Çin'in yakın tarihindeki iki kritik dönemece odaklanmak gerekir. 1989'daki Tiananmen Meydanı olayları, Çin Komünist Partisi için bir dönüm noktası oldu. Öğrenci ve aydınların daha fazla özgürlük ve yolsuzluğa son verilmesi talebiyle başlattığı bu büyük protesto hareketi, parti liderliğini sarsmış ve nihayetinde kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Bu olayın hemen ardından Pekin, kitlesel protestoların tekrarını önlemek amacıyla ideolojik eğitimi yoğunlaştırdı. 1990 sonrası doğan nesil, çocukluklarından itibaren bu yoğunlaştırılmış ve sistematik vatanseverlik/ideolojik eğitimden geçti. Onların siyasi bilinci, bir yandan Batı'nın "kaotik" çok partili sistemlerinin eleştirisiyle, diğer yandan Komünist Parti'nin liderliğindeki Çin modelinin istikrar ve ekonomik başarı hikayesiyle yoğruldu.
Araştırmanın başlangıç noktası olarak aldığı 1996, Çin ekonomisinin ivmelenme dönemine denk gelir. 1990 sonrası doğan gençler, hayatları boyunca, atalarının yaşadığı kıtlık ve siyasi çalkantı dönemlerini değil, kesintisiz bir ekonomik büyümeyi ve sürekli iyileşen yaşam standartlarını deneyimlediler. Yaşlı nesiller, geçmişteki sefaletle şimdiki refahı kıyaslayarak mevcut durumdan büyük bir memnuniyet duyarken, genç nesil bu refahı verili kabul ediyor. Daha yüksek post-materyalist değerlere rağmen, genç kuşağın yaşam memnuniyeti daha düşük. İşte paradoksun anahtarı da burada yatıyor: Genç kuşağın memnuniyetsizliği, Batı teorilerinin beklediği gibi "özgür ve rekabetçi seçimlere destek" gibi liberal demokratik taleplere dönüşmek yerine, bambaşka bir mecraya, içsel bir geri çekilmeye yöneliyor.
Post-materyalizm mi, post-siyasi ilgisizlik mi?
Materyalist ve post-materyalist değerler arasındaki ayrım, felsefi açıdan da derin anlamlar taşır. Materyalist değerler; Hobbescu bir çerçevede, güvenlik, yiyecek, barınma gibi temel ihtiyaçlar ve hayatta kalma odaklıdır. Bu değerlere sahip birey, karnını doyuran, kaos ve kargaşayı önleyen güçlü bir otoriteye minnettar kalır. Post-materyalist değerler; Rousseaucu bir çerçevede, "özgürlük," "öz saygı," "öz ifade" gibi daha yüksek, kendini gerçekleştirme odaklı değerlerdir. Batı siyaset felsefesi, bu değerlerin toplu bir talebe, yani demokrasiye dönüşeceğini varsaymıştır, çünkü tarihi deneyim, Batı'da bu değerlerin ancak liberal bir sistem içinde tam olarak gerçekleşebileceğini göstermiştir.
Ancak Çin deneyimi, post-materyalizmin bir tür siyaset dışılaşmaya yol açabileceğini gösteriyor. Genç Çinliler, ekonomik rekabetin ve toplumsal baskının yarattığı hayal kırıklığını, siyasi bir sistem değişikliği talep etmek yerine, bireysel düzeyde reddetme kültürüyle ifade ediyorlar.
Bu durum, modern toplumdaki bir tür epistemolojik kaçışa işaret eder. Genç nesil, kendilerine sunulan "Çin Rüyası"nın (sürekli yükseliş, çabalama) vaat ettiği mutluluğu yakalayamayınca, sistemi dışarıdan değiştirmeye çalışmak yerine, sistemin kendilerini tanımlayan kurallarını reddediyor. "Sang kültürü" ve "Tang Ping" (Yaslanma Zihniyeti), bu siyaset dışı reddedişin çarpıcı örnekleridir. Sang kültürü; karamsarlığı, ironik yenilgiyi yücelten bir mizah türüdür. "Çabalasan da değişmeyecek, o zaman neden dert edesin?" mantığı, modern bir tür Stoacılık veya Kinizm olarak okunabilir. Ancak bu Stoacılık, siyasi eylemden tamamen arınmıştır. Tang Ping; "Yatmak, yaslanmak" anlamına gelir. Çin'in aşırı rekabetçi çalışma kültürüne (sabah 9'dan akşam 9'a, haftada 6 gün) bir tepki olarak doğmuştur. Birey, "daha az çalışarak, daha az tüketerek ve daha az hırslı olarak" sistemin gerektirdiği bitmek bilmeyen tırmanışı reddeder. Bu, Marx'ın yabancılaşma kavramına karşı geliştirilen, pasif bir kişisel kurtuluş stratejisidir.
Bu davranışlar, genç kuşağın özerklik arayışını (post-materyalist değer) siyasi bir alanda değil, tamamen özel alanda gerçekleştirdiğini gösteriyor. Liberalizm, özerkliği kamusal alanda seçim, ifade ve toplanma özgürlüğü aracılığıyla tanımlarken, Çin gençliği bu özerkliği "çabalama" zorunluluğunu reddetme ve "minimalist varoluş" ile tanımlıyor.
Batı'nın yanılgısı ve Çin'in alternatif modernitesi
Batı'nın temel yanılgısı, demokrasinin post-materyalist değerlerin tek ve kaçınılmaz çıktısı olduğunu varsaymasıydı. Oysa Çin, Batı'dan farklı bir modernite yolu inşa etti. Bu modernite, bireye büyük bir ekonomik hareketlilik ve kişisel tüketim özgürlüğü sağlarken, aynı zamanda siyasi katılım ve örgütlenme alanını neredeyse tamamen kapattı. Felsefi olarak; Çin'deki sistem, Isaiah Berlin'in ünlü ayrımına göre, negatif özgürlüğü (dış müdahale olmaksızın yapma özgürlüğü, bu durumda ekonomik girişim özgürlüğü) kısmen genişletirken, pozitif özgürlüğü (kendi hayatının efendisi olma, siyasi iradesini kullanma özgürlüğü) kısıtlamıştı.
Genç kuşak, mevcut siyasi sistemin değiştirilemez olduğunu, en azından kendi bireysel çabalarıyla değiştirilemeyeceğini erken yaşta fark etmiş gibi görünüyor. Bu durum, onları politik ilgisizliğe itiyor. Eğer post-materyalist tatmin arayışları, sistemin siyasi kanalları aracılığıyla değil de "Tang Ping" gibi bireysel geri çekilme ve kişisel yaşam tarzı seçimleri aracılığıyla daha kolay karşılanabiliyorsa, neden riskli ve potansiyel olarak sonuçsuz bir siyasi mücadeleye girsinler ki?
Çin'in post-materyalist kuşağının liberal demokrasiye "Hayır" demesi, bir siyasi tercih beyanının ötesinde küresel siyaset felsefesi için de derin bir meydan okuma. Bu durum, Modernleşme Teorisi'nin evrensel geçerliliğini sorgulatmakla kalmıyor, aynı zamanda özgürlük ve modernite kavramlarının Batı dışındaki bağlamlarda ne kadar farklı şekillerde yorumlanabileceğini gösteriyor. Çin gençliğinin Tang Ping ve Sang kültürü, siyasi bir reform çağrısından çok, hiper-rekabetçi ve siyasi olarak kapalı bir sistemde yaşam alanı açma ve kişisel onuru koruma mücadelesinin sessiz çığlıkları. Onlar, "Bize demokrasiden bahsetmeyin, bizi rahat bırakın," diyorlar. Bu, Batı'nın beklediği siyasi patlama yerine, sistemin kenarında sessizce gerçekleşen metafizik bir grev.
Bu paradoks, Batılı gözlemcilerin, Çin'in gelecekteki siyasi yörüngesini tahmin ederken, Batı'nın tarihi deneyimlerinden yola çıkan otomatik varsayımları terk etmeleri gerektiğini gösteriyor. Çin'in geleceği, Batı'nın modernleşme haritasında değil, Pekin'in ideolojik kontrolü altında büyüyen, ekonomik refahı ve derin bir toplumsal yabancılaşmayı aynı anda tecrübe eden bu benzersiz kuşağın içsel felsefi arayışlarında şekillenecek.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.