Çin ve Japonya: Tarihin zinciri ve pragmatizmin ikilemi
Çin-Japonya ikilemi, ekonomik bağımlılık ve Tukidides Tuzağı'nın jeopolitik rekabeti ile özetleniyor. Japon firmaları, yüksek teknoloji alanında kalırken, rekabetçi sektörlerde de-risking ile risk yönetimi yapıyor. Jeopolitik risk yönetimi Doğu Asya'nın geleceğini şekillendiriyor.
Doğu Asya’nın kalbinde, tarihin en karmaşık ve en dayanıklı paradokslarından biri yer alır: Çin ve Japonya arasındaki ilişki. Bu ilişki, sadece iki komşu devletin siyasi bir etkileşimi değil; yoğun bir çatışma mirasının üzerine inşa edilmiş, ancak günümüzde küresel ekonominin can damarını oluşturan kaçınılmaz bir ekonomik bağımlılığın keskin bir izdüşümüdür. Tıpkı mitolojideki iki ejderhanın birbirini yutmaya çalışırken aynı zamanda birbirine dolanması gibi, bu iki ekonomik ve jeopolitik dev hem birbirlerinin en büyük rakibi hem de en hayati ticari ortağıdır. Bu, modern jeopolitiğin en çarpıcı derslerinden biridir: Tarihsel travma unutulmaz, ancak ekonomik zorunluluk onu geçersiz kılabilir.
Bu ilişkinin modern dinamiklerini anlamak için, konunun başlangıç noktasına, yani rekabetin asimetrik temellerinin atıldığı 19. yüzyılın ortalarına, Meiji Restorasyonu’nun şafağına dönmek gerekir. Japonya’nın Batı modernizasyonunu hızla benimsemesi, Çin’in ise iç karışıklıklar ve dış müdahalelerle mücadele etmesi, bölgesel güç dengesini kalıcı olarak Japonya lehine çevirmişti. Japonya’nın yeni kazandığı endüstriyel ve askerî güçle komşusu üzerindeki hegemonyasını pekiştirmesi, uzun yıllar sürecek olan güvensizlik ve rekabet ortamının zeminini hazırlamıştı. Bu tarihsel süreç, günümüzde bile Senkaku/Diaoyu Adaları anlaşmazlığı gibi olaylarda kendini gösteren güvensizliğin ve siyasi riskin kaynağı.
Ancak modern çağın asıl ikilemi Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıktı. 1978’deki Çin’in dışa açılma politikaları, Japon sermayesini, ucuz iş gücü ve muazzam pazar potansiyeli arayışıyla anakaraya çekti. Japon şirketleri, Çin'in küresel tedarik zincirine entegrasyonunda kritik bir rol oynadı. Bu yatırımlar, başlangıçta Japonya'nın asimetrik fayda sağladığı bir modeldi (düşük maliyetli üretim üssü). Fakat 2010 yılında Çin'in Japonya’yı geçerek dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükselmesiyle, ilişkinin doğası kökten değişti. Japonya, artık bir üretim üssü değil, stratejik olarak kaçınılmaz bir hedef pazar hâline gelen Çin’e karşı stratejik bir bağımlılık geliştirdi.
Günümüzdeki stratejik ikilem, bu tarihsel mirasın ve ekonomik bağımlılığın keskin bir çatışması: Jeopolitik gerilimler tırmanırken, şirketler finansal rasyonellikten vazgeçebilir mi? Bu sorunun yanıtı, bizi Antik Yunan tarihçisi Tukidides’in iki bin beş yüz yıl önce tarif ettiği tuzağın modern Doğu Asya'daki yankılarına götürüyor.
Tukidides'in gölgesinde ikili strateji
Günümüzdeki ekonomik çelişkiler, büyük ölçüde büyük güçler arasındaki rekabetin, özellikle de ABD ile Çin arasındaki güç geçişi dinamiklerinin bir yansımasıdır. Harvard profesörü Graham Allison tarafından popülerleştirilen Tukidides Tuzağı kavramı, yükselen bir gücün (Çin) mevcut hegemonu (ABD) tehdit etmesi durumunda çatışmanın kaçınılmaz hâle gelebileceğini öne sürer. Bu büyük güç rekabeti, başlangıçta ekonomik ve teknolojik temellidir, ancak hızla güvenlik alanına yayılarak Japonya gibi bölge ülkeleri üzerindeki baskıyı artırmaktadır.
Çin'in sistem içerisindeki istikrarlı yükselişi karşısında ABD tarafından hissedilen tehdit algısı, ikili ilişkileri daha kırılgan hâle getirirken, Japonya'nın konumu son derece kritiktir. Japonya, ABD’nin Asya’daki güvenlik stratejisinin (örneğin QUAD ve AUKUS paktları içerisindeki iş birlikleri) kritik bir parçası olarak, ekonomik çıkarları ile stratejik taahhütleri arasında zorlu bir denge kurmak zorundadır.
Bu durum, "İkili Strateji" olarak adlandırılabilir: Tokyo, bir yandan Washington'un güvenlik taleplerini karşılamak ve Çin'in yükselen askerî gücüne karşı savunmasını güçlendirmek zorundadır; diğer yandan ise en büyük ticaret ortaklarından biri olan Çin pazarındaki varlığını korumaya çalışmaktadır. Bu, stratejik uyumun maliyetinin ekonomik refahtan ödün verme pahasına sürekli olarak ödendiği bir denge oyunudur.
Çin'in cazibesi
Çin, jeopolitik gerilimlere rağmen yabancı yatırımcılar için cazibesini korumayı hedefliyor. Ülke, 2025 yılı için yıllık yaklaşık yüzde 5 civarında istikrarlı bir büyüme hedefi koydu. Ancak daha çarpıcı olan, resmi verilerin, 2025'in ilk dokuz ayında yıllık bazda yüzde 55,5'lik bir büyüme beklediğini gösteriyor. Bu rakam, genel GSYİH büyüme hedefinin çok üzerinde olduğu için, Çin'in artık nicelikten ziyade Yabancı Doğrudan Yatırım'da (FDI) "kaliteye" odaklandığını gözler önüne seriyor. Yani, ulusal teknolojik hedefleri ve yüksek katma değerli ileri imalat sanayini destekleyecek yatırımları agresif bir şekilde çekiyor.
Çin Ticaret Bakanlığı Sözcüsü He Yadong’un, Çin'in tamamen açık olduğu ve muazzam büyüme fırsatlarından yararlanmak için tüm ülkelerden yatırımcıları memnuniyetle karşıladığı yönündeki resmi retoriği, Batı'dan gelen ayrışma (decoupling) çağrılarına karşı piyasalara güven verme çabasını yansıtıyor. Bu, elbette ekonomik araçlarla siyasi bir anlatıyı güçlendirme stratejisi.
Piyasa uzmanları ve ekonomistler, artan jeopolitik risklerin somut maliyetleri olduğu konusunda uyarıyorlar. Nomura Baş Ekonomisti Robert Subbaraman, Çin ve Japonya arasındaki artan gerilimin her iki ekonomi için de olumlu olmadığını açıkça belirtiyor. Bu gerilim, özellikle iki ana alanda somut maliyetler yaratıyor:
- Turizm: Japonya ekonomisi için önemli bir gelir kapısı olan turizm sektörü, siyasi gerilimlerden doğrudan etkilendi. Planlanan seyahatlerin yaklaşık yüzde 30’unun iptal edilmesi ve Çinli havayolu hisselerindeki düşüş, Japon turizm ve eğlence hisselerinde kayıplara neden oldu. Bu, hızlı ve görünür siyasi baskı yaratmanın ekonomik bir yolu.
- Ticaret ve tedarik zinciri: Çin'in diplomatik krizlere tepki olarak Japon deniz ürünleri ithalatını durdurması gibi ekonomik misillemeler, ticaret alanında olası aksaklıklar veya tedarik zincirinde bazı tıkanıklıklar öngörüyor. Bu tür misillemeler, genellikle Japonya'nın kritik teknoloji tedarikine zarar vermeden, hızlı ve görünür siyasi baskı yaratmayı amaçlıyor. Bu, Pekin'in ekonomik bağımlılığı bir silah olarak kullandığı (geo-economic strategy) bir jeo-ekonomik strateji.
Bu dışsal şoklara karşı Japonya, bir makroekonomik tamponlama stratejisi izliyor. Yeni başbakan yönetiminde sunulan beklenenden daha büyük bir mali paket, olası olumsuzlukların bir kısmını dengelemeye yardımcı oluyor. Bu mali paket, ekonomik büyümeyi desteklemekle kalmıyor, jeopolitik riskin maliyetini sosyalize etme (toplumsal olarak dağıtma) işlevi de görüyor. Bu, firmaların ve sektörlerin dış şoklara karşı dayanıklılığını artırıyor ve stratejik kararların sadece pazar koşullarıyla değil, devlet desteğiyle de şekillendiğini gösteriyor. Tukidides Tuzağı, sistemik istikrarsızlığın kaçınılmaz bir sonucu olarak ikili ekonomik ilişkilerdeki güveni tüketiyor.
Japon sermayesinin ikilemi: Ayrışma mı, uyum mu?
Artan jeopolitik gerilimler ve yükselen yerel rekabet, Japon şirketlerini Çin'deki operasyonları hakkında çelişkili ve karmaşık kararlar almaya zorluyor. Japon sermayesi, toptan bir "ayrışma" yerine, risklerini azaltmayı amaçlayan sektörel bir strateji izliyor. Bu strateji, literatürde "de-risking" olarak adlandırılıyor.
Son birkaç yılda Mitsubishi Motors ve Panasonic de dâhil olmak üzere giderek artan sayıda büyük Japon şirketi, Çin'deki varlıklarını küçültmüştü. Bu geri çekilmelerin temelinde, jeopolitik riskten ziyade, Çin pazarının rekabetçi olgunlaşmasının getirdiği mikroekonomik zorluklar yatıyor.
- Mitsubishi Motors örneği: Şirket, Çin'deki araç üretimini durdurma ve çekilme kararı aldı. Bu çekilmenin ana nedeni, yerel rakiplerin "zorlu" rekabeti ve artan maliyetler. Otomotiv sektörü, Çin'in hızla yerli elektrikli araç (EV) üretimine kaymasıyla yabancı markalar için en zorlu pazarlardan biri hâline gelmişti. Bu geri çekilme, Çin’in teknolojik ve rekabetçi olgunlaşmasının ve yabancı markaların rekabet avantajını kaybetmesinin bir sonucu.
- Panasonic'in küçülmesi: Panasonic’in küresel çapta 10 bin çalışanını işten çıkarma planı, kârlılığı artırma ve büyüme dışı operasyonları azaltma stratejisi kapsamında yapılmıştı. Bu stratejik yeniden yapılanma, Çin'in ucuz üretim merkezi avantajını kaybetmesi ve düşük marjlı iş kollarındaki küresel rekabetin bir sonucu. Şirketin odağını yüksek öz sermaye getirisi hedeflerine ve yapay zekâ teknolojilerinin kullanımını artırarak verimliliği yükseltmeye kaydırması, Çin'deki operasyonların genel stratejik yeniden yapılanmaya tabi tutulduğunu gösteriyor.
Bu örnekler, geri çekilmelerin çoğunlukla mikroekonomik (şirket kârlılığı) ve rekabetçi nitelikte olduğunu gözler önüne seriyor.
Geri çekilme eğilimine rağmen, Çin pazarının ölçeği ve büyüklüğü, birçok Japon firması için maliyet ve rekabet riskine rağmen devamlılığı zorunlu kılıyor. Yapılan araştırmalara göre; Çin'de hâlâ faaliyet gösteren Japon şirketlerinin yarısından fazlası ülkedeki yatırımlarını "artırmayı veya sürdürmeyi" planlıyor. Bu bulgu, Batı medyasında sıklıkla dile getirilen "Çin'den topyekûn kaçış" (exodus) söyleminin geçerli olmadığını gösteriyor.
Özellikle kritik teknoloji ve ileri imalat alanındaki Japon şirketleri, jeopolitik gerilimlere karşı daha mukavemetli bir konumdalar. Endüstriyel robotlar ve sayısal kontrol ekipmanları üreten bir Japon teknoloji firmasının yöneticisi de daha evvel yaptığı bir söyleşide, Çin'den ayrılmanın "mantıklı olmayacağını" ifade etmişti. Bu tür şirketler (örneğin yarı iletken ekipman veya otomasyon tedarikçileri), Çin'in kendi kendine yeterlilik hedeflerine ulaşması için gerekli olan kritik teknolojileri sağladığından, jeopolitik misillemelerden nispeten korunuyorlar. Bu durum, Japonya'nın Çin'e olan kritik teknoloji bağımlılığının devam ettiğini ve bunun Tokyo'ya jeopolitik pazarlıkta belirli bir kaldıraç sağladığını kanıtlıyor.
Tedarik zinciri jeopolitiği ve stratejik kontrol
Çin-Japonya ilişkilerinde en gergin alan, kritik tedarik zincirleri ve yüksek teknoloji ihracat kontrolü. Bu alan, büyük ölçüde ABD'nin Çin'i çevreleme stratejisinin bir yansıması.
Küresel çip krizinden sonra, ABD, kendi tedarik zincirini güçlendirmek ve Çin'in ilerlemesini sınırlamak amacıyla Japonya, Tayvan ve Güney Kore gibi kilit ülkelerle ittifaklar kurmaya çalışıyor. Japonya, ABD’nin kısıtlama politikalarına uyum sağlaması beklenen ve en az kısıtlamaya tabi olan “Tier 1” ülkeleri arasında sınıflandırılmıştı. Bu, Japon hükûmetinin, Çin'e yapılan gelişmiş ekipman ihracatına yönelik kısıtlamaları titizlikle uyguladığı anlamına gelir. Japonya, gelişmiş ekipman tedarikindeki kontrolü, güçlü Ar-Ge altyapısı ve yüksek teknolojili üretim tecrübesiyle bu alanda önemli bir rol oynuyor. Çin, her ne kadar gelişmiş takım tezgâhları ve elektronik tedarik zinciri hakimiyeti alanında zemin kazanmaya çalışsa da, Japonya'nın teknik bilgi birikimi ve ekipman kontrolü önemli avantajlar sunuyor. Yarı iletken sektörü bu sebeple Tukidides Tuzağı'nın en net yansıması: Ekonomik bağımlılık burada zirvedeyken, stratejik rekabet onu en şiddetli şekilde kısıtlıyor.
Japonya'nın ABD ile ittifakı, Çin'e teknolojik erişimi kısıtlarken, aynı zamanda Japon firmalarının bu kritik alandaki (çip ekipmanları, CNC) pazar payını korumasına izin veriyor. Çin'in bu ekipmanlara olan ihtiyacı, Japonya'yı jeopolitik korumalı bir ekonomik konuma yerleştiriyor, zira Çin'in yerli üretim hedefleri için Japon teknolojisi hâlâ bir darboğaz teşkil ediyor.
Diplomatik gerilimlerin hızlı maliyeti gıda ve turizm sektörlerinde görülüyor. Çin'in deniz ürünleri ithalatını durdurması ve turizmde rotaların iptali, Japonya'nın turizm gelirlerini anında etkiliyor. Japon şirketleri, operasyonel verimlilikten ödün verme pahasına bile, kritik tedarik zinciri bileşenleri için "Çin + X" stratejilerini (Güneydoğu Asya'da alternatif üretim üsleri) zorunlu olarak benimsiyorlar. Bu, sadece maliyet odaklı bir karardan ziyade, jeopolitik risk yönetimi kararı. Bu strateji, tedarik zincirlerini coğrafi olarak çeşitlendirerek Çin'den kaynaklanabilecek tek nokta bağımlılığını azaltmayı amaçlıyor.
Çin ve Japonya arasındaki ilişkilerde, tarihsel rekabet (Tukidides Tuzağı'nın gölgesi) bir arka plan gürültüsü olmaya devam edecek. Ancak Japon sermayesi, stratejik zorunluluklar ve ticari pragmatizm tarafından yönlendiriliyor. Bu, Machiavelli’nin siyasi gerçekçiliği ile Adam Smith’in ekonomik rasyonalitesinin modern Asya’daki çarpışması. Japon şirketlerinin yüksek teknoloji alanlarındaki vazgeçilmezliği, onların Çin pazarına derinlemesine entegre kalmasını sağlarken, geleneksel sektörlerdeki çekilme, Çin'in kendi kendine yeterlilik yolunda attığı adımların doğal bir sonucu.
Gelecek dengesi: İstikrarlı bir çalkantı hâli
Çin ve Japonya arasındaki stratejik ikilem, tarihsel rekabetin ve modern ekonomik zorunlulukların kesişim noktasında yer alıyor. Geleceğe bakıldığında, bu ilişkinin tamamen kopması beklenmiyor; ancak mevcut siyasi ve askerî gerilimlerin etkisi altında sürekli bir dönüşüm geçireceği öngörülüyor.
Çin-Japonya ekonomik ilişkileri, ne tamamen ayrışacak ne de tamamen istikrar kazanacak. İlişkiler, sürekli jeopolitik sürtünme altında yüksek ekonomik bağımlılığın devam ettiği bir "istikrarlı çalkantı hâli" ile karakterize edilecek. Japon firmalarının yarısından fazlasının yatırımını sürdürme kararı, Çin'in devasa pazarına sırt çevirmenin ekonomik olarak mantıklı olmadığını ve siyasi gerilime rağmen ekonomik rasyonelliğin ağır bastığını gösteriyor.
Önümüzdeki on yılda, Çin’de iş yapmak, yüksek kârlılığa ek olarak sürekli yüksek bir jeopolitik risk primi ödemeyi gerektirecek. Başarılı olan Japon firmaları, sadece en iyi teknolojiyi sunanlar değil, aynı zamanda bu riskleri en iyi şekilde yönetenler olacak.
Japonya, bu zorlu dengeyi yönetmek için ikili bir strateji izliyor:
- Mali tamponlama: Yeni başbakan yönetiminde sunulan büyük mali paket, dışsal şokların (turizm iptalleri, ticari misillemeler) iç ekonomiye etkisini azaltmada temel bir araç. Bu, hükûmetin ulusal ekonomik dayanıklılığı koruma taahhüdü.
- Stratejik çeşitlendirme: Tedarik zincirlerinin Güney Asya ve ASEAN ülkelerine kaydırılması, Çin’in pazar ve tedarik zincirindeki merkezi rolünü ikame etmekten çok, riski azaltmaya odaklanacak. Bu, tek noktadan bağımlılığın maliyetini düşürmeye yönelik bir sigorta politikası.
Uzun vadede, Japonya için stratejik başarı, teknolojik üstünlüğünü korumaya, ABD ile olan stratejik uyumunu sürdürmeye ve aynı zamanda Çin’in yüksek katma değerli pazarına sınırlı ama önemli erişimini sürdürmeye bağlı olacak. Bu karmaşık ortamda faaliyet gösteren firmalar ve politika yapıcılar için stratejik öneriler şunlar:
- Odak alanı yüksek teknolojiye kaydırılmalı: Japon firmalarının, yüksek marjlı ve teknolojik olarak zor ikame edilebilir ürünlere (endüstriyel robotik, sayısal kontrol ekipmanları, ileri malzemeler) odaklanması zorunlu. Geleneksel ve düşük marjlı üretimden çıkış stratejileri hızlandırılmalı. Mitsubishi Motors’un yaşadığı rekabetçi zorluklar, bu alanda kalmanın hayati olduğunu kanıtlıyor.
- Regülatif uyumda taviz verilmemeli: Firmaların, ABD'nin teknoloji kısıtlamalarına tam uyum sağlamaları, yerel pazarda kayıp yaşama riskine rağmen, küresel tedarik zincirindeki güvenilirliklerini ve erişilebilirliklerini korumaları için kritik öneme sahip. ABD-Japonya ittifakı, Japonya'nın en önemli stratejik koruma kalkanı.
- Hükûmet stratejik destek mekanizmalarını sürdürmeli: Tokyo, diplomatik gerilimlerin ekonomik maliyetini hafifletmek için (turizm, deniz ürünleri gibi hassas sektörler için) hedefli mali destek mekanizmalarını sürdürmeli ve bu fonları uzun vadeli bir "jeopolitik risk sigortası" olarak kullanmalı. Bu tür destekler, firmaların stratejik çeşitlendirme çabalarını teşvik etmeli ve Çin’e olan bağımlılığı sistematik olarak azaltmalı.
Ez cümle, Çin ve Japonya arasındaki bu karmaşık dans, modern uluslararası ilişkilerin temelini oluşturan güvenlik ikilemi ile küreselleşmenin getirdiği ekonomik karşılıklı bağımlılığın bir sentezi. Bu iki dev, birbirlerinin varlığını kabul etmek ve rekabetlerini yönetmek zorundalar. Tukidides Tuzağı'nın gölgesi uzun olabilir, ancak ekonomik pragmatizmin ışığı, çatışmayı sürekli olarak geri iten güçlü bir dengeleyici...

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.