14 Temmuz 2025

“Batı-Doğu” arasında entelektüel bir savaşçı: Lev Gumilyov

Lev Gumilyov (1912-1992), Sovyet baskısına rağmen "Batı-dışı" fikirleri ve etnogenez teorisiyle Avrasya tartışmalarına yön vermiş önemli bir düşünürdür. Rus, Türk ve diğer halkların tarihine benzersiz bir perspektif sunan Gumilyov, günümüz Avrasyacılık akımlarının ilham kaynağı olmuştur.

Zor 20. yüzyılın başında dünyaya gelen, anılan yüzyıl kadar meşakkatli olan “Rus tarihi”nin kritik bir döneminde; imparatorluk yıllarının sonundan, Sovyet Rusya’nın ayakta kaldığı tüm döneme ve hatta yıkılmaz görünen Sovyet fikriyatının tarihe karıştığı ilk yıllara dahi şahitlik eden bir düşünür ve araştırmacı olarak Lev Nikolayeviç Gumilyov (1912-1992), şüphesiz bölgemizde şekillenen ve günümüzde yeniden üzerine daha fazla düşüldüğü görülen “Batı-Doğu” tartışmalarını ve bilhassa ülkemizde ulaşılması görece daha “zor” görülebilecek “Batı-dışı” fikir ve düşünce hayatını merak edenler için önemli bir referans kaynağı olmayı sürdürmektedir.

İlk okuyanlarca sanıldığının aksine, salt bir “Rus şovenizmi” veya “Sovyetler derin tarihi”nin bir temsilcisi olmaktan öte, Soğuk Savaş sonrası farklı cephelerden hayran ve taraftar kazanan Gumilyov, esasen 2. Dünya Savaşı ve Nazi zulmü ertesinde muteber addedilen pek çok sosyal bilimcinin yaklaşmak istemediği, çekindiği veya Batı-merkezli “modern” ve “rasyonalist” çizgilerinde itibarlarını zedeleyeceğini düşündüğü başta, “eski ve kadim halk tarih ve kültürleri”, “etnisite”, “antropoloji” ve tüm bunları kapsayan, günümüzdeki popüler ifadeyle “bölge çalışmaları” alanlarında kendine has bir üslupla kayda değer çalışmalar yapmayı bilmiş ve bu çalışmaları, katı bir devlet ve düşünce hayatının hüküm sürdüğü kendi ülkesi Sovyet Rusya içinde ve kendi yönetiminin ağır baskıları altında sürdürmeyi başararak, emeklerine ayrı bir değer katmıştır.

Her ne kadar Türk, Çin ve diğer Slav halklarının tarihini de oldukça kapsamlı surette konu edinse de -belki bulunduğu koşullar itibariyle- tüm bunlar içerisinde “Rus önderliğine”, “zekâsına” ve “etnik değerlerine” daha çok ağırlık vermekle ve tabiri caizse Avrasya’da “üst ve lider etnik kimlik” olarak Rus varlığına alt okumalarda okuyucusuna nakşetmekle her daim eleştirilen Gumilyov, yine de düşünce hayatına kazandırdığı kapsamlı külliyat ve her tür zorluğa karşı geri adım atmadığı renkli düşünce hayatı ve “farklı” olana yaklaşım tarzıyla, Türk dünyası içinde de adını duyurmuş, bilhassa son Sovyet lider Mihail Gorbaçov’un başlattığı “açılım” ve “şeffaflık” döneminde -yani 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ve ölümüne kısa bir süre kala- popülaritesini iyiden iyiye artırmıştır.

Gumilyov’un anılan bu popülerliğinin bir nişanesi olarak örneğin Kazakistan’ın başkenti Astana’da, ilk Başkan Nursultan Nazarbayev döneminde, tam da Başkanlık Sarayı’nın karşısında faaliyete geçen “Lev Gumilyov Avrasya Üniversitesi” bugün hâlâ bölgedeki akademik ve araştırma faaliyetleri için önemini korumaktadır. 

Gumilyov ve ailesi üzerinden kısa bir tarih ve düşünce analizi

Lev Nikolayeviç Gumilyov, aristokrat ve varlıklı bir arka planın çocuğu olsa da hayatı, yalnızca akademik üretkenliğiyle değil; aynı zamanda siyasi baskılar, kişisel trajediler ve zorlu koşullar altında sürdürdüğü entelektüel çabalarıyla dikkat çeker. Rus kimlik inşasının belki de en önemli yapıtaşlarından ilk İmparator 1. Petro (1672-1725) tarafından inşa edilen St. Petersburg’da doğan ve aynı şehirde ölen Gumilyov’un anne ve babası da dönemlerinin bilinen şair ve düşünürlerinden olan Anna Ahmatova ve Nikolay Gumilyov’dur.

Anna Ahmatova, asıl adıyla Anna Andreyevna Gorenko, eski bir Kırım Tatar yerleşim alanı Hocabey/Hacıbey’den 2. Katerina dönemi (1729-1796) Odesa’sına evrilen bölgede, Bolşoy Fontan kentinde doğmuş, aristokrat bir aile kökeni bulunsa dahi genç yaşlarında, babasının soyadı yerine "Ahmatova" mahlasını kullanmayı tercih etmiştir. “Doğu”ya ve “Asya”ya yönelik bir tercih olarak da okunabilecek bu soyadının, ailenin anne tarafından uzak bir Kırım Tatar ileri geleni Ahmat Han’a dayandığı yönündeki söylentiler anlatılagelmiştir.

Anneye göre daha “Batı-tandanslı”, “Doğu’dan uzak” ve anlatılarında “şövalye ruhu”ndan, “Avrupai Orta Çağ mitleri”ne kadar epik kimliğiyle bilinen baba Nikolay ise Rus İmparatorluğu düşüncesine sıkı sıkıya bağlı görüşleriyle Bolşevik rejiminin ilk yıllarından itibaren mücadeleye girişmiştir. Meşhur “Beyaz Rus-Kızıl Ordu” iç savaşında hayatını kaybeden yüz binler gibi 1921’de “monarşist komplocu” suçlamasıyla ve oğul Gumilyov henüz 9 yaşındayken, kurşuna dizilmekten kurtulamamıştır.

Gumilyov hakkında yapılan incelemelerde, esasen ebeveynlerinin, babasının ölümü öncesi ayrılma kararı almalarıyla bu durumun çoktan Lev üzerinde bir boşluk yarattığı ve buna annesiyle de ilişkilerinde kayda değer bir kopukluğun eklendiği ifade edilir ki bunun sonucu, kimi eleştirmenlere göre hayat boyu süren “duygusal bir yalnızlık” hâli ve belki de entelektüel hayattaki “cesur hamleler” ile doğrudan ilintilidir. Buna belki de babası ve annesinden miras aldığı “Doğu-Batı” veya “idealist/romantik-realist” çizgiler arasındaki gelgitleri ve fikirsel mücadelesi de dâhil edilmelidir.

Babası Sovyet rejimi tarafından idam edilse de hayatta kalan annesi yüzünden sürekli “gözetim” altında kalan Lev Gumilyov, bu manada kendi “entelektüel savaşı”nın başladığı yılların çok öncesinde, kendisi dışındaki bu ailevi nedenlerle ve tabii tarihî gerçeklerle bulunduğu dönemin yerleşik kurallarının kurbanı olmuş ve o dönemin “sosyal inşası”nda, “beyaz aydınların çocuğu” olarak damgalanmaktan da kurtulamamıştır.

Meşakkatli bir hayat, kritik bir dönem

Tarihi St. Petersburg şehrinin isminin, yeni ülkenin kurucusu Lenin’e armağan surette Leningrad hâline getirildiği dönemde, 1930’larda, Leningrad Üniversitesi'nde tarih okumaya başlayan Gumilyov, ilk tutuklamasını da kısa süre sonra 1935'te yaşamış, Sovyet tarihini baştan yazan ve dünya tarihinde hâlâ etkileri hissedilen “Josef Stalin’e muhalif entelektüel çevrelerle ilişkili oldukları” gerekçesiyle annesiyle birlikte sorgulanmışlardır. 1938’de yeniden tutuklanmış ve Sibirya’daki meşhur Sovyetler İç İşleri Halk Komiserliği (NKVD) çalışma kamplarından o da nasibini almıştır. Ancak 5 yılı bulan bu tutukluluk ve sürgünde fiziki açıdan önemli ve iz bırakan hastalıklar yaşasa da entelektüel açıdan kendisine yeni boyutlar eklemeye de bu zamanda başlamıştır. Bu dönemde pek çok edebî ve klasik metni ezberleyerek öğrendiği söylene gelmiş, hatta ilginç bir anekdot olarak, anılan sürgün yıllarında “aptallaşmamak” adına “Homeros, Herodot ve Tacitus” gibi Batı medeniyetinin de kaynağında yer almaya devam eden klasik tarihçileri ezberlediğini ifade ettiği kulaktan kulağa yayılmıştır.

1944’te serbest kalan Gumilyov, belki de tarihin en kanlı ve zor bu döneminde yani 2. Dünya Savaşı esnasında bireysel özgürlük fikrine çok da yakın durmamış ve gönüllü olarak Kızıl Ordu’ya katılarak Nazi Almanyası’na karşı savaşmıştır; hatta “sakıncalı bir asker” olarak ölümüne kesin gözüyle bakılan cephelerde görev verilse de Gumilyov sağ kalmayı başararak bir madalya dahi almıştır. Savaşın bitişi ve Stalin’in diktatöryal emellerinin zirve yaptığı zamanda ise 1949’da tekrar tutuklanmış ve bu sefer 10 yıl hapse mahkûm edilmiştir.

Sovyet rejimi karşıtı unsurların (siyasi suçlu) hızla kovuşturulması ve toplumdan soyutlanması için oluşturulan GULAG sisteminde uzun yıllar izole edilse de esasen sonraki yıllar meydana getireceği fikriyatı ve “etnojenetik düşünce yapısını” bu dönemde oluşturmaya devam ettiği kaydedilir. Her şekilde “etnik değerler” ve “antropolojik farklılıklar” üzerinden bu kadar “kafa yoran” bu gibi bir entelektüel, başta “evrensellik” ve “sosyalizm” dürtüsündeki kendi rejimi tarafından sürekli surette "tehlikeli” ve “spekülatif” bulunmaya devam edecektir.

Yine de Stalin’in ölümünden kısa süre sonra, Gumilyov gibi pek çok aydının “rehabilite edildiğine” kanaat getirilmiş ve adı geçen serbest kalmasıyla bugün hâlâ değerini koruyan ve bu gibi bir isim için “cennet” addedilebilecek meşhur Ermitaj Müzesi'nde bu surette çalışmaya başlamıştır. 40’lı yaşlarına gelirken, uzun bir baskı ve kontrol dönemi ertesi doktora çalışmalarını sonuçlandırmış; arkeoloji, etnografi, Türkoloji ve “bozkır halklarının tarihi” olarak bilinen önemli başlıklarda ve bugün hâlâ pek çok sosyal bilimciye referans olabilen sayısız eseri de hayatının bu “ikinci yarısında” literatürle buluşturmaya devam etmiştir. Bu eserlerinde dili aşırıcı detaycı ve zaman zaman anlaması zor bulunmuş, farklı üslup ve yazım tarzına ek olarak Sovyet akademisi, onun fikirlerini “bilimsel olmayan”, “ulusalcı” ve “mistik” olarak etiketlemiştir. Ancak bu ön yargılar, Batı-Doğu arasında bölgesine ve toplumuna farklı görüşleri sunan bir entelektüelin savaşını durduramamış ve 1970’lere gelindiğinde, “passionarlık teorisi”, “etnogenez kuramı” veya “Avrasya uygarlığı” gibi dönemin basma kalıp fikirlerine tezat görüşler bu şekilde geliştirilmiştir.

Sovyetler Birliği’nin tam da resmen dağıldığı bir dönemde hayatını kaybeden Gumilyov, belki de bu süreçte önemli bir “arayış” dönemine giren, başta Ruslar olmak üzere, Kazaklar ve diğer bölge halkları arasında “kült bir figür” hâline bu tarihten sonra gelmeye başladı. Sovyetlerin katı rejimi, ideolojik yapısı, etnisite ve din temelinde tartışmalar için oldukça kapalı geçen yıllar, yıkılıştan sonra hızla yükselen Rus milliyetçiliği ve Avrasyacılık fikriyatına zemin hazırladı. Bu nedenledir ki Bizans sanatıyla bütünleşik şekilde Rus Ortodoks geçmişinde her zaman önemini koruyan “ikonacılık”la da uyumlu surette, kimi çevrelerce artık “ikonlaştırılan” bir Gumilyov’den bahsetmek Sovyetler sonrası daha mümkün hâle geldi.

“Klasik Avrasyacılık”tan “neo-Avrasyacılığa” bilinmesi gereken fikriyat

Zaman zaman ülkemizdeki “Batı-Doğu” medeniyetleri arasındaki uzun fikir tartışmaları ve bu tartışmaların sadece devlet ve yönetim birimlerine değil, toplumun en küçük birimi aileye kadar uzanan ideolojik ve kültürel yansımaları, tıpkı bizdeki gibi Rus toplumunda da bilhassa 19. yüzyıl itibariyle artarak sürmüştür. Böyle bir ortamda, 20. yüzyılın başında “Batı düşünce tarzının” diğer bir yansıması olan Marksizm etkisinde şekillenen Bolşevik Devrimi (1917) sonrası uzunca bir dönemdir farklı fikirlerle entelektüel sahadaki mücadelelerini sürdüren Rus aydınlarının bir bölümü; esasen “Avrasyacılık” gibi Batı’ya temel düzeyde “tezat” görülebilecek düşünce kalıplarına mensup olsalar da yine “güvenli liman” görülen Batı’ya, Avrupa’ya ve bilhassa Paris, Londra gibi şehirlere sığınmakta çekince görmemişlerdir. Nikolay Trubetskoy (1890-1938), Pyotr Savitsky (1895-1968), George Vernadsky (1887-1973) bu isimlerden sadece bazıları olmuş, “Klasik Avrasyacılık” olarak bilinen bu dönemde (1920’ler–1930’lar) eserlerini -farklı ülkelerden ve kurum çatıları altından da olsa- literatüre kazandırmaya devam etmişlerdir.

Yukarıda zikredilen bu isimler temel olarak, Rusya'nın “Batı'dan farklı” ve belki de “daha çok Asya’ya özgü” olduğunu savunmuşlardır. “Slavlık”, “Bizans mirası”, “Ortodoksluk” ve “bozkır halklarının Rus önderliğinde sentez edilmesi” gibi görüşler geçmişten bu yana anılan Avrasyacılık fikriyatının temelini oluşturmuş ve bugün, -1990’larla, yani Sovyetlerin yıkılmasıyla başlayan dönemde- aralarında oldukça tartışmalı Aleksandr Dugin gibi isimlerin de zikredildiği, “neo-Avrasyacılık” düşüncesine de zemin hazırlamıştır. Rus entelektüel tarihinde ve günümüz Rus devletinin izlediği jeopolitik denklemde bu düşüncelerden etkilenildiğini söyleyenlerin sayısı hiç az değildir. “Rusya'nın ne tam anlamıyla Avrupa'ya ne de Asya'ya ait olduğu”; bunun yerine “özgün”, ayrı bir “Avrasya medeniyeti” oluşturulduğu ana fikrine yaslanma ve salt “Batılılaşma” yerine kendi tarihsel, kültürel ve coğrafi özgünlüğünü merkeze alma ise işin özünde sabit kalan taraf olmuştur.

Bununla birlikte Rusya'nın liderliğinde “çok kutuplu dünya düzeni”, “anti-liberal”, “anti-Atlantik”, “anti-NATO” ve son raddede, yayılmacılığı da yadsımayarak “pan-Rus” fikirlerle neo-Avrasyacılığın iç içe geçmesi ise yukarıda özetlenen tartışmanın ideolojik sakıncalarını ifade etmek için hâlen sıkça kullanılmaktadır.

Tüm bu fikriyat içerisinde, Lev Gumilyov’un verdiği katkı ise tartışılmaz ayrı bir öneme sahiptir. Ne Avrupa ne Asya ama ikisinden farklı ve özgün bir Avrasya uygarlığı; Türk-Moğol bozkır geleneklerinin Rus medeniyetini şekillendirdiği ortak bir tarihsel bellek ve bunları sağlamak adına kimi zaman güçlü, merkezî otorite ve kültürel varlık alt okumalarında karşımıza çıkan önemli bir unsur olmaya devam eder.

Çatışmaların değil, “passionar” bireylerin Avrasya’sı

“Eski Türkler”, “Etnojenez ve Dünya Tarihi”, “Hazarlar”, “Kutsal Bozkır” gibi sayısız eser bırakan Gumilyov; bu kitaplarında ilk okuyucularınca tam olarak anlaşılamayan farklı yaklaşımları da literatüre kazandırmayı bir görev bilmiş, esasen Batı literatüründe “katı kuralcı”, “toplumcu” ve “otoriter” kimliklerle özdeşleştirilen Avrasya bölgesine ve Avrasyacılık fikriyatına bu farklı yaklaşımları üzerinden yeni boyutlar eklemiştir.

Bu bağlamda Gumilyov, en meşhur ve karmaşık fikri bütünlüklerinden biri olarak “passionarnost” veya “passionarlık” kuramı veya teorisinde, medeniyetlerin yükselişi ve düşüşünü, toplumların içinde ortaya çıkan "tutkulu bireylerin" (passionarny) sayısıyla bağlantılı algılamış; bu bireyleri, “toplumları ileriye götüren yaratıcı ve özverili figürler” olarak tasvir etmiştir.

Zamanla “passionar enerji”nin azalmasını; yani bu bireylerin, sistem, belki de toplum altında ezilip yok olmasının ise bir medeniyetin gerilemesi ve çöküşüyle ilişkilendirilebileceğini belirten Gumilyov; belki de bu surette Avrasya’daki halklara önemli bir mesajı, katı bir rejim döneminde, yani bireyin alaşağı edildiği toplumcu bir siyasal ideoloji altındaki Sovyetler hâkimiyetinde vermiş olmuş ve bireyin “yaratıcılığının” ve ilerleme yönünde “passion” -yani “tutkularının”- bir ülke ve medeniyeti için en üstte belirleyici olabileceğini eserlerinde ön planda tutmayı bilmiştir.

Avrasyacılık ve Gumilyov’un düşünceleri, günümüzde sadece Rus dış politikası, kimlik siyaseti ve çok kutupluluk arayışlarında değil, başta Kazakistan olmak üzere farklı Türk dünyası ve bölge ülkeleri siyasetinde ve toplum yaşamında da önemini korumaktadır. Vladimir Putin yönetimindeki günümüz Rusya Federasyonu’nda da “Yakın Çevre” siyasetiyle uyumlu surette ve “Rusya’nın özel yolu” anlayışına zemin hazırlayan entelektüel mirasta, Gumilyov’un muteber bir yerinin olduğunu söylemek tabiatıyla mümkündür. Ancak güncel siyasette bu duruma paralel girişilen Gürcistan ve Ukrayna gibi alanlardaki askerî operasyonlar, yayılmacı siyaset ve çatışmalı alanlar ise şüphesiz konunun entelektüel değerini düşürmektedir. Her hâlükârda, Gumilyov gibi çok katmanlı bir karakteri, geçirmiş olduğu meşakkatli 20. yüzyıl koşullarından ve bölgemizin zor yakın tarihinden ayrı düşünmemek ve bitmek bilmeyen “Batı-Doğu” tartışmalarında referans kaynaklardan biri olarak bu gibi bir figürü detaylı surette ele almak, bu özet yazımızda da sunmak istediğimiz ana düşünceyle uyumlu olacaktır.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...