16 Aralık 2025

13 Aralık Nanjing Katliamı: Ulusal bir travmanın küresel düzene etkisi

13 Aralık 1937, Nanjing’de yaşanan katliam yalnızca bir savaş suçu değil; Çin’in kolektif hafızasını, modern devlet anlatısını ve siyasal dönüşümünü derinden etkileyen tarihsel bir kırılma noktasıdır. Bu trajedi, geçmişle yüzleşmenin bugünü anlamadaki belirleyici rolünü hatırlatır.

13 Aralık 1937; Çin tarihinin yalnızca en karanlık anlarından biri değil; aynı zamanda modern Çin kimliğinin, günümüze kadar uzanan devlet ve tarih anlatısının şekillendiği kritik bir eşiği temsil eden bir gün. Japonya’yla ilişkilerinde karşılıklı olarak yine oldukça gergin bir döneme girdiği gözlemlenen Çin için geçtiğimiz günlerde 88. yıl dönümü anılan ve hakkında resmî ajanslarında oldukça fazla çarpıcı paylaşımın yapıldığı görülen Nanjing’deki acı olaylar, bugünü doğru analiz edebilmemiz adına geçmişe ve tarih sayfalarına bakmamızın önemini bir kez daha gösteriyor.

19. yüzyılla ve Meiji Restorasyonu (1868) gibi reform hareketleriyle iyiden iyide gelişmeye başlayan ancak o dönemki benzer örneklerde görüldüğü üzere “modernleştikçe saldırganlaşan”, hatta bugün bile bazı aktörler için bariz olan, “modernleştikçe, kendi çıkarı, nüfusu ve ekonomisi için vahşileşmekte beis görmeyen ülke” örneğine uygun âale gelen Japon İmparatorluğu ve ordusu, Güneydoğu Asya’nın bütününde sergilediği yıkıcı politikalarla uyumlu surette o dönemin Çin Cumhuriyeti başkenti Nanjing’e 13 Aralık’ta saldırmaya başlamıştır. Ardından yaklaşık altı hafta boyunca yaşanan sistematik katliamlar, tecavüzler ve yağmalarla resmî kaynaklara göre sadece bu şehirde 300 bine yakın sivilin ve esirin ölümüne neden olmuştur.

Ancak Nanjing Katliamı; yalnızca Japonya’nın bugün dahi tam olarak yüzleşmekte zorlandığı bir “savaş suçu meselesi” olmaktan öteye geçerek; Çin açısından, “yüzyıllık aşağılanma” (Century of Humiliation) anlatısının da somut ve kolektif hafızada en güçlü yer eden simge olaylarından biri hâline gelirken, bu olaydan tam 12 yıl sonra, Ekim 1949’da, Mao Zedong (1893-1976) öncülüğünde bambaşka bir “Komünist Çin” gerçeğine ve bugüne kadar sürdürdüğü etkisine zemin hazırlayan tarihsel unsurlardan biri olduğu da akıllardan çıkmamalıdır.

Mücadelelerin ve trajedinin merkezinde tarihî bir başkent

Nanjing ya da Nankin, "Güneyin Başkenti" anlamına gelen ve günümüzde Çin'in Jiangsu eyaletinin başkenti olan tarihî bir şehirdir. Bereketli akarsu deltaları bölgesinde yer alan şehir, 2000 yıla yakın bilinen tarihiyle Çin hanedanlarının, krallıklarının ve cumhuriyetçi hükûmetlerinin başkenti olarak hizmet vermiş olması nedeniyle Çin tarih ve kültüründe önemli bir yere sahip olmuştur. Kültürden eğitim ve siyasete, ekonomiye kadar Pekin ve Şangay’la aynı seviyede olan Nanjing tarihteki acı olayların da merkezi hâline geldikten sonra, siyaset ve ekonomi alanında olmasa da bilhassa toplumsal hafızada zorunlu bir değişim yaşamıştır. Buna rağmen hâlen sadece Çin’de değil, dünyadaki en önemli finans merkezleri arasında yer almakta olup, bilimsel araştırma ve en büyük ticaret sahalarından biri olma vasıflarını günümüzde de korumaktadır.

Kuzeydeki eski hanedanlığa karşı mücadele sürerken ve Pekin başkent olarak hâlâ önemini korurken Nanjing, 1912'de modern ve milliyetçi zeminlerde yeni değerlerle kurulduğu ilan edilen Çin Cumhuriyeti'nde ilk başkan Sun Yat-sen (1866-1925) altında ülkenin başkenti ilan edildi. Pekin-Nanjing arasında “başkentlik yarışı”, ülke içi “gelenekçi-milliyetçi” gruplar arasındaki mücadelelere paralel olarak 1920’lerin sonuna kadar devam etti. Ancak asıl darbe Çin iç mücadeleleri esnasında değil, tüm bu yıllarda gittikçe güçlenen, Çin’den daha “modern” yapılar kurarak 2. Dünya Savaşı (1939-1945) yıllarına kadar her geçen yıl daha da saldırganlaşan bir ülke ve toplum hâline gelen Japonya’dan geldi. Güneydoğu Asya’nın pek çok ülkesinde ve Çin’in farklı şehirlerinde sadece askerî değil, sivil hedeflerin vahşice yok edilmesi üzerine şekillendirdiği siyasetinde Japon ordusu 1937 yılının sonuna gelindiğinde, o zamanlar Çin'in uluslararası alanda başkenti olarak nihai kabul görmüş Nanjing'i işgal harekâtına bu şekilde başladı.

Tam ölü sayısı o dönemki koşullar, imkânsızlıklar ve resmî kayıtlardaki eksiklikler nedeniyle hâlen tam olarak bilinmemektedir. Ancak birçok araştırmacıya göre 300.000 civarında kayıptan söz edilmektedir ki bu sadece bir kaç haftada ortaya çıkan ölü sayısıdır; farklı yollardan istismara uğrayan, ölümcül şekilde yaralanan ve kayba uğrayanların sayısıyla belki de milyona mal olan bir katliamdan bahsetmek mümkündür. Çok kısa süre sonra başlayan 2. Dünya Savaşı, Almanların “eziyet eşiğini” en tepeye taşıyarak başta Yahudilere olmak üzere uyguladıkları soykırımla belki de Nanjing’i tarih sayfalarında geriye düşürse de güncel siyaset ve “Çin gerçeği”nin, Japonların bir dönem amaçladıklarının aksine uluslararası alanda artarak sürmesi, bu tarihsel trajedinin de farklı yönleriyle irdelenmesini zorunlu kılıyor.

Çin Halk Cumhuriyeti ve Nanjing’den aldığı güç

2. Dünya Savaşı sonrası ve Japon saldırganlığının son bulması ertesinde, Çin’de tekrar siyasi ve toplumsal gruplar arasındaki tarihî rekabetin farklı suretlerde devam ettiği görülür. Ancak yeni ideolojiler ve gün yüzüne hızla çıkan toplumsal ayrılıklar Nanjing’in kaderini de etkileyecektir. Bu defa milliyetçilik yerine, “Batı-orijinli” diğer güçlü bir fikriyat yani, 20. yüzyıl itibariyle müşkül durumdaki halk tabanlarının ve toplumların “ideolojik ilacı” da sayılabilecek sosyalizm/komünizmin Çin’de ön aldığı görülür. Nitekim savaşta alınan ağır yaralar, başta Nanjing olmak üzere ağır kayıplar ve katliamlar tarihi, mevcut milliyetçi ve gelenekçi grupların Japon saldırganlığına karşı çaresizliklerini gösterirken, dünyada o sırada başta Sovyetler merkezli hızla yükselmeye devam eden komünizm fikriyatını ve buna bağlı hızla kalkınma arzusunu Çin’de de süratle pekişen bir değerler silsilesi hâline getirmiştir.

Mao önderliğindeki ideolojik hareket, milyonları da arkasına alarak, o yılların hâlen popülerliğini koruyan “Stalin ruhu” etkisinde de bugüne kadar ayakta kalacak en büyük sosyalist/komünist entiteyi meydana getirmiştir. Buna bağlı olarak, 23 Nisan 1949'da Çin Halk Cumhuriyeti ordusu Nanjing'i ele geçirerek ana kıtadaki milliyetçi Çin Cumhuriyeti yönetimini de fiilen sona erdirmiştir.

Bu çerçevede, Nanjing Katliamıyla başlayan süreç, Çin toplumunda yalnızca travma yaratmamış; aynı zamanda radikal bir siyasal dönüşümün psikolojik ve toplumsal zeminini de hazırlamıştır denilebilir. Japon işgali, Çin Milliyetçi Partisi’nin (Kuomintang) zayıflıklarını açığa çıkarırken, Çin Komünist Partisi’ne (ÇKP) “ulusal direnişin gerçek temsilcisi” olma fırsatı sunmuş, 1937–1945 arasındaki Japon işgali, Çin’de iç savaş dinamiklerini askıya almış gibi görünse de aslında ÇKP’nin bilhassa gerçek gücünü devşirdiği kırsalda örgütlenmesini ve meşruiyetini artıran bir “katalizör işlevi” de görmüştür.

Ancak günümüze gelindiğinde de farklı tartışmaların hâlen sürdüğü madalyonun diğer yüzü akıllardan çıkmamalıdır. Öyle ki 2000’li yıllara geldiğimizde dahi Çin’in o dönemlerden miras kalan “Tayvan sorunu”yla da bağlantılı olarak, örneğin Tayvan merkezli yayınlarda ve ders kitaplarında Nanjing’in başkentliğine ve tabiatıyla “Komünist Çin” öncesindeki “milliyetçi Çin Cumhuriyeti” öğretisine kimi kesimlerce yoğunluklu vurgu dikkat çeker.

Bununla birlikte bugünkü Çin Halk Cumhuriyeti rejimi için de Nanjing, ülkenin o dönemki başkenti olarak önemlidir. Nitekim katliamlar yalnızca sivillere değil, devletin meşruiyetine ve Çin’in varoluş iddiasına yönelmiş bir darbe olarak algılanmakta; Japon ordusunun eylemleri, askerî zorunlulukla açıklanamayacak ölçüde sistematik ve ideolojik bir düşmanlık olarak kabul edilmektedir. Bu durum, yıkıcı “Japon militarizmi”nin Asya’yı hiyerarşik bir düzen içinde yeniden yapılandırma hayalinin sahadaki yansıması olarak nitelenebilecekken, Çin açısından ayrıca modernleşme sürecinde yaşanan kırılganlığın, Batı ve Japonya karşısındaki güçsüzlüğün en acı tezahürlerinden biri olmuş, bugüne kadar çıkarılacak dersler boyutunda da yeni Çin eliti için “önemli bir kaynak olay” teşkil etmiştir.

Kendiyle tam anlamıyla “hesaplaşamayan” Japonya ve gücünü pekiştirmeye devam eden Çin 

Nanjing Katliamı’nın önemi, yalnızca yaşanan vahşetin boyutlarında değil; bu vahşetin Çin ulusal bilincini nasıl yeniden şekillendirdiğinde yatmaktadır. 13 Aralık günü Çin’de bir yas günü olmanın ötesinde, “unutmama ve unutturmama” siyasetiyle canlı tutulan bir tarihsel referans olurken, bu tarih, Çin için “pasif bir mağduriyet” anlatısından ziyade, gelecekte bir daha aynı zayıflığın yaşanmaması gerektiğine dair kolektif bir uyarı işlevi görmekte; “aşırı milliyetçi/faşist” düşmana karşı sosyalist/komünist anlatıların 1,5 milyara ulaşan bir nüfusa hitap etmesi için de vazgeçilemeyecek unsurlardan biri olan “propaganda” aracına eşsiz bir kaynak sunmaktadır.

Nitekim Şarkiyatçı/Oryantalist ve kimi hadiselerde üstten bakan tavrından çoğu zaman vazgeçmese de Nazi zulmü yıllarından ne kadar “ders aldığını” geçen 80 yılda her fırsatta dile getiren Almanya örneğinin aksine Japonya, ABD’nin kimi yönleriyle “insanlık suçu” sayılabilecek Hiroşima ve Nagazaki atom bombalamaları sonrasında âdeta tarihi o noktada durdurarak yeni bir toplumsal anlatı dönemine girmiştir. Bu esnada, belki de kendisine en acı kayıpları yaşatan Amerikan gerçeğinin, geçen 80 senede en “sıkı müttefiki” olarak bilhassa iktisadi ve teknolojik sahalarda pek çok mucizeye imza atan Japonya bununla birlikte, “sakin, saygılı ve disiplinli” olarak sunulan popüler imajı altında, Nanjing’le ve Güneydoğu Asya’da işlediği benzeri sayısız insanlık suçuyla tam olarak hesaplamış mıdır; bu noktada önemli soru işaretleri hâlen mevcuttur.

Zira 2. Dünya Savaşı sonrası uluslararası düzen, Japonya’yı ABD’nin himayesinde yeniden yapılandırıp küresel yeni düzenin önemli bir “aparatı” hâline sokarken, Çin, iç savaşın ardından Sovyetler Birliği ile yakınlaşarak ancak belirli bir mesafeyi de koruyarak, katı ve farklı bir ideolojik yol izlemiştir. Bu ayrışma, Doğu Asya’daki güç dengesinin uzun vadeli rekabet zeminini oluşturmuştur. Nanjing Katliamı, bu rekabetin tarihsel hafıza boyutunda Çin’in en güçlü argümanlarından biri olmayı sürdürmektedir.

Sonuç olarak Nanjing, Japon İmparatorluk Ordusu’nun o dönem ne yapabileceğinin istisnai bir örneği değil; modernleşen bir devletin neyi “normal” gördüğünün en çıplak kanıtı olmuştur. Bu esnada sadece Çin’de değil, Filipinler’den Singapur’a, Endonezya’ya, Malezya’dan Tayland ve Kore’ye Japonya eliyle meydana getirilen “şiddet hattı”, Asya’nın hafızasında hâlâ kapanmamış bir yara olarak durmaktadır. Ve bu yaranın, yalnızca geçmişi değil, bugüne küresel etkileri olabilecek Çin-Japon-ABD jeopolitiğini dahi etkilediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bilhassa bugünlerde milliyetçi ve militer görünüme önem veren liderler ve ABD’yi arkasında daha fazla hisseden yeni elitleri altında Japonya’nın, savunma harcamalarını artırması ve anayasal kısıtları gevşetme yönündeki adımları, bu manada Çin-Japon husumetini tekrar pekiştirmekte; gergin küresel düzene, tarihî arka planı oldukça kabarık, yeni bir safha daha eklemektedir.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...