Türkiye'nin nüfus bahçesini yeniden yeşertmek
Haberin Eklenme Tarihi: 22.12.2025 13:45:00 - Güncelleme Tarihi: 22.12.2025 13:48:00Evdeki küçük kütüphanemde, 9 yaşındaki kızım Almila’nın "Anne, Osmanlı şehzadeleri neden bu kadar çok kardeşe sahipti?" sorusuyla başladı her şey. Yan odadan, 3 yaşındaki oğlum Mehmed Tuğrul’un oyuncaklarıyla kurduğu imparatorluğun sesleri geliyordu. Tarih bölümünden aldığım diplomam, kitapların tozlu raflarında değil, tam da burada, çocuklarımın soruları ve ihtiyaçları arasında hayat buluyordu. Ve o an düşündüm: Biz, bu topraklar, bir zamanlar "Cihan İmparatorluğu"nu besleyen dinamik nüfusun torunları, şimdi neden "Kaç çocuk yapmalıyım?" sorusuyla derin bir iç çekiş içindeyiz?
Çin'in, demografik krize karşı "Çocuk Bakımı Hizmetleri Yasası" ile hamle yaptığı bu günlerde, Türkiye'nin gündeminde de benzer bir kaygı var. Fakat tarih bize şunu fısıldar: Nüfus, sadece sayılardan ibaret değildir; bir medeniyetin ruhunun, güveninin ve gelecek tasavvurunun aynasıdır. Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş devirlerine baktığımızda, göçebe aşiret yapısından çıkagelen dinamik, genç ve hareketli bir nüfus, fetihlerin ve imarın lokomotifiydi. Aile, sadece bir çekirdek yapı değil, sosyal güvenliğin, üretimin ve dayanışmanın temel taşıydı. Sanayi Devrimi sonrası dünyada ise nüfus, "insan sermayesi" olarak tanımlandı. Peki, biz bugün hangi noktadayız?
Destanlar tek çocukla yazılmaz
Roma İmparatorluğu'nun çöküş nedenleri tartışılırken, iç karışıklıklar, ekonomik sıkıntılar ve kritik sınırlardaki nüfus azalması hep öne çıkar. Çin Seddi'nin ardındaki güç, sadece tuğlalardan değil, onu koruyacak insan gücünden geliyordu. Türkiye olarak, bizim de bir "demografik seddimiz" var: Geleceğimizi inşa edecek, yaşlanan nüfusu destekleyecek, üretecek ve ülkeyi taşıyacak genç bir kuşak. Ancak Almila ve Mehmed Tuğrul'un büyüyeceği dünyada, bu seddin tuğlaları giderek azalıyor. TÜİK verileri, toplam doğurganlık hızının nüfusun kendini yenileme seviyesi olan 2.1'in oldukça altında, 1.5'ler seviyesinde seyrettiğini gösteriyor. Bu bir istatistiğin çok ötesinde. Bu, her akşam evinde tek başına oynayan, kuşaklar arası bağı zayıflamış, potansiyel kaşifleri, sanatçıları, doktorları azalan bir toplumun resmidir.
Çin'in attığı adım, bize çok önemli bir ipucu veriyor: Yapısal reform şart. Çocuk sahibi olmayı "bireysel bir tercih" olmaktan çıkarıp "toplumsal bir ortak değer ve sorumluluk" hâline getirmek için devletin altyapıyı inşa etmesi gerekiyor. Peki, biz bunu nasıl yapacağız?
3 yaşındaki Mehmed Tuğrul, tam da Çin'in yasa tasarısında odaklandığı "0-3 yaş" altın döneminde. Bu dönem, bir çocuk için olduğu kadar, bir anne için de en kırılgan, en yorucu, en çok desteğe ihtiyaç duyulan evre. Tarih kitaplarımız, köylerde "imece" usulüyle büyütülen çocuklardan, geniş aile şemsiyesinden bahseder. Şehirleşme ve modern hayat, bu geleneksel desteği eritti. Yerine ne koyabildik? Kreşler bir lüks, bakıcı ücretleri bir servet. İşte tam da burada, Çin'in planladığı gibi, "standart, denetlenebilir, erişilebilir ve uygun fiyatlı" bir erken çocukluk bakım ve eğitim sistemi hayati önem taşıyor. Bu bir bakım hizmetinden ziyade, anneleri ve babaları güçlendirerek onları üretken birer birey olarak topluma ve iş hayatına katabilmenin anahtarı. Nasıl ki Osmanlı'da "aşiret" ve "mahalle" sosyal güvence sağlıyorduysa, bugün de "devlet garantili mahalle kreşleri" bu işlevi görebilir.
Tarihteki başarılı nüfus politikaları: Teşvik mi, ruh mu?
Fransa ve İskandinav ülkeleri, doğum oranlarını kısmen artırmayı başardı. Sır, sadece nakdi yardım değil; ebeveyn izinlerinin uzunluğu, esnek çalışma, babaların sürece aktif katılımı ve en önemlisi, "çocuk dostu" bir toplum kültürü inşa etmekte yatıyor. Türkiye'de ise yardımlar genellikle "teşvik" olarak kalıyor, "sürdürülebilir destek sistemine" dönüşemiyor. Tarih bize gösteriyor ki kalıcı değişimler, yasalar ve paralardan ziyade, zihniyet dönüşümüyle gelir. Evlilik ve çocuk sahibi olma yaşının sürekli ertelenmesi, ekonomik belirsizliklerin gölgesinde büyüyen bir "gelecek kaygısının" sonucu. Çinli demograf He Yafu'nun da dediği gibi, "daha geniş teşvikler" şart: Gelir vergisi indirimleri özellikle ikinci ve üçüncü çocukta katlanarak artan, konut desteği, eğitimde katkı paylarından muafiyet gibi...
Mahalle kültürümüzü canlandırarak, "aile destek merkezleri" ve "ücretsiz oyun grupları" yaygınlaştırılabilir. Belediyeler, sadece park yapmakla değil, bu parklarda çocuklarıyla vakit geçiren ebeveynlere sosyal alan ve destek sunmakla görevlendirilebilir. Çin'in yaptığı gibi, bu yaş grubuna özel, kapsamlı bir ulusal strateji ve yasal çerçeve şart. Kreşler bir sosyal hak olarak görülmeli, her yerleşim biriminde en az bir devlet kreşi standart hâline gelmeli. Tarih derslerinde, sadece savaşları değil, medeniyetlerin nasıl inşa edildiğini, ailenin ve nüfus dinamiklerinin rolünü anlatmalıyız. Liselerde "gelecekteki ebeveynlik" üzerine farkındalık dersleri, gençlerin sorumluluk bilincini artırabilir. Tarih, "aile reisi" figürünü güçlü çizer. Bugünün "reisi", evin geçimini sağlamaktan öte, çocuğun bakımında, büyütülmesinde aktif sorumluluk alandır. Doğum izinlerinin babalar için zorunlu olması ve uzatılması, bu kültürü yerleştirmek için önemli. Medya, dizi filmler, reklamlar, iki çocuklu aileyi "norm", üç çocuklu aileyi ise "kutsal bir heyecan ve bereket" olarak sunmalı. Çocuk sahibi olmak, bir yük değil, hayatı anlamlı kılan, geleceğe yapılan en değerli yatırım olarak anlatılmalı.
Almila, kitaplıktan bir Osmanlı minyatürü getirdi; içinde kalabalık bir aile sofrası vardı. Mehmed Tuğrul, yanıma tırmanıp "Ben de varım!" dedi. İşte o an, hissettim: Bizim mücadelemiz, nüfus sayılarını artırmakla kalmamalı. Biz, kaybettiğimiz o "kalabalık sofraların" sıcaklığını, kuşaklar arası bilgelik aktarımını, çocuk cıvıltılarının şehirlerimizi şenlendirdiği bir geleceği geri kazanma mücadelesi veriyoruz.
Çin, yasalarıyla altyapıyı düzeltmeye çalışıyor. Türkiye'nin yolu ise bu yapısal reformlara, tarihinden gelen güçlü aile ve toplum değerlerinin ruhunu üfleyerek, sıcak, insani ve kuşatıcı bir "aile dostu medeniyet projesi"ne dönüştürmekten geçiyor. Unutmayalım; çocuk, sadece ailenin değil, milletin de emanetidir. Bu emanete sahip çıkmak, tarihe karşı da borcumuzdur. Geleceğin tarih kitapları, bugünün tercihlerimizle yazılacak. O kitaplarda, "demografik fırsat penceresini" kaçıran, sofraları küçülen bir toplum olarak mı anılacağız, yoksa bilgeliğiyle sorunu görüp, cesaretiyle çözüm üreten, çocuk sesleriyle çınlayan bir medeniyet olarak mı? Cevap, hepimizin ellerinde.