ABD’nin yerli katliamları: Oturan Boğa ve kanla inşa edilen bir imparatorluk
Haberin Eklenme Tarihi: 18.07.2025 17:13:00 - Güncelleme Tarihi: 21.07.2025 12:09:00“Bir ulus, diğerinin kutsallarını yok sayarak büyüyemez.” (Lakota atasözü)
1876’nın yazında, Amerika Birleşik Devletleri tarihinin belki de en utanç verici ve bir o kadar da inkâr edilen dönemlerinden biri yaşanıyordu. Bu dönem, sınırları sadece coğrafi değil, ahlaki anlamda da genişleyen bir devletin, yerli halkların onurunu, haysiyetini ve kültürel kimliğini kanla bastırarak yükselişini temsil eder. Bu karanlık yükselişin tam karşısında, dimdik duran bir figür vardı: Tatanka Iyotake, yani dünyaca tanınan adıyla Oturan Boğa.
20 Temmuz 1881’de, açlıktan bitkin düşen halkının son kalıntılarıyla birlikte Fort Buford’da teslim olduğunda, Oturan Boğa bir savaşçı olmanın ötesinde; bir kültürün, bir inancın, bir direnişin ruhani lideri olarak son kez tarih sahnesine çıktı. Bu teslimiyet bir yenilgi değil, bir halkın insanlık dışı baskılar karşısında taktiksel olarak verdiği zoraki bir karardı. Ve bu teslimiyetin ardında bir savaşın ötesinde, bir medeniyetin nasıl kanla inşa edildiğinin sessiz ama çığlık çığlığa anlatımı yatıyordu.
Oturan Boğa: Bir halkın kalbi, bir direnişin sesi
Oturan Boğa, 1830’ların başında Güney Dakota’nın Grand River bölgesinde doğduğunda, Lakota halkı henüz “medenileştirilmemiş”, toprağa, göğe ve bizonlara bağlı bir hayat sürüyordu. Genç yaşta “Yavaş” adıyla tanınan Oturan Boğa, ilk kahramanlık gösterisini 14 yaşında Crow savaşçılarına karşı verdiğinde hem fiziksel hem ruhani bir liderin temellerini atıyordu. Onun lakabı, gücün ve istikrarın sembolüydü; bir boğa gibi oturan, kımıldamayan ama gerektiğinde ölümcül şekilde ileri atılan bir ruh.
Lakota toplumunun hem askerî hem de “Wichasa Wakan”, yani kutsal adamı olan Oturan Boğa, vizyonlarıyla halkına yön verdi. Bu vizyonların en çarpıcısı, 1876’daki Küçük Bighorn Savaşı öncesinde gördüğü ve askerlerin kampına çekirge gibi düştüğü kehanetiydi. O gün, George A. Custer’ın komutasındaki 7. Süvari Alayı tamamen yok edildi. Fakat bu zafer ne ABD’yi durdurdu ne de yerli halklara bir nefeslik umut getirdi. Çünkü karşınızda sadece bir ordu değil, medeniyet adı altında ilerleyen bir emperyalist çark vardı.
Medeniyet mi, yıkım mı? Fort Laramie Antlaşması’nın ihaneti
ABD’nin batıya doğru ilerlemesi, “Manifest Destiny” (Kutsal Kader) adı verilen, kibirli ve ilahi referanslara dayalı bir ideolojiyle meşrulaştırıldı. Bu anlayışa göre, Amerika’nın doğudan batıya kadar tüm kıtayı egemenliği altına alması ilahi bir görevdi. Ve bu görev, önünde duran her halkı, her yaşam tarzını, her kutsalı yok saymayı mubah kılıyordu.
1868 yılında imzalanan Fort Laramie Antlaşması, Black Hills’in Sioux halkına ait olduğunu tescil etmişti. Ancak birkaç yıl sonra, bu topraklarda altın bulununca antlaşma bir anda anlamını yitirdi. ABD hükûmeti, Yerli halkları açlığa ve kıyıma sürükleyecek bir karar aldı: Tüm kabileler, rezervasyonlara dönmeli ya da “düşman” ilan edilmeliydi.
Bu antlaşmalar, yalnızca kâğıt üzerinde yürütülen diplomatik oyunlardı. ABD hükûmeti, yerli liderlerle masaya otururken gözlerini onların topraklarına, kaynaklarına ve ruhani merkezlerine dikmişti. Bu nedenle Oturan Boğa’nın ve onu takip eden binlerce yerlinin bu barış tekliflerine kulak asmaması tesadüf değildi.
Bizonların katli ve ruhani soykırım
Yerli halklar için bizon, bir av olmaktan ziyade geçim, kültür, ritüel, kıyafet ve ibadetin merkezindeydi. ABD ordusu ve yerleşimciler, yerli direnişini kırmak için çok daha sinsi ve etkili bir yöntem geliştirdi: Bizonları yok etmek. 1800’lerin ortalarında milyonlarla ifade edilen bizon sayısı, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde sadece yüzlerle anılıyordu. Oturan Boğa’nın halkı, bizonları değil sadece, yaşamın kendisini kaybediyordu.
Bu yok oluş fiziksel olmanın çok ötesinde, ruhani bir ortadan silinmeydi. Eğitim politikaları, yerli dillerin konuşulmasını yasaklayan yasalar, Hristiyan misyonerlerin baskısı ve kutsal dansların, özellikle Hayalet Dansı’nın, yasaklanması; bir halkın kimliğine açılmış birer savaştı.
Oturan Boğa, bu saldırılara karşı son nefesine kadar direndi. Hayalet Dansı hareketine verdiği destek, ABD hükûmeti tarafından bir tehdit olarak algılandı. Çünkü bu dans, beyaz adamın yok olacağı ve ataların geri döneceği bir geleceği müjdeliyordu. Ve bir halkın inancı kadar tehlikeli hiçbir şey yoktu, egemenin gözünde.
Oturan Boğa'nın teslimiyeti: Direnişin biçim değiştirdiği an
20 Temmuz 1881. Oturan Boğa, halkıyla birlikte Kanada’dan ABD’ye geri dönerken artık bir savaşı değil, bir hayatta kalma mücadelesini temsil ediyordu. Açlık, soğuk ve Kanada hükûmetinin desteği kesmesi, onu teslim olmaya mecbur bıraktı. Ancak bu teslimiyet, bir ruhun boyun eğişi değil; stratejik, geçici bir manevraydı.
Teslimiyetten sonra rezervasyonlarda yaşadı, esir olarak tutuldu. Ancak ne çiftçiliği kabul etti ne de beyazların medenileştirme politikalarına boyun eğdi. Hatta Buffalo Bill’in Vahşi Batı Gösterisi’ne katılarak, kendini seyirlik bir figüre dönüştürse de bu platformu ABD’nin suçlarını haykırmak için kullandı.
1890’da Hayalet Dansı hareketine destek verdiği gerekçesiyle kendi halkının içinden çıkarılan polisler tarafından öldürüldü. Bu ölüm, Yaralı Diz Katliamı’na giden yolda sembolik bir başlangıçtı. Oturan Boğa silahla değil, fikirle tehdit oluşturuyordu; çünkü temsil ettiği şey, teslim olmayan bir ruhtu.
Kanla inşa edilmiş medeniyetin vicdanı
Amerikan medeniyeti, sadece barut ve çelikle değil, antlaşmaların ihlaliyle, bizonların katliyle, çocukların zorla Hristiyan okullarına götürülmesiyle, kutsal dansların susturulmasıyla ve binlerce yıl boyunca süregelen yaşam biçimlerinin yok edilmesiyle inşa edildi. 20. yüzyıla girilirken, kıtada 10 milyondan fazla yerlinin yerini 300.000 kişilik bir hayalet nüfus almıştı. Bu düşüş; biyolojik, kültürel, ruhani ve sosyolojik bir çöküştü. Ve bu çöküş, bir milletin yükselişi için meşru görüldü.
Oturan Boğa’nın hayatı, bu kanla inşa edilen medeniyetin vicdanıdır. O bir savaşçı olmanın çok ötesinde “medeniyet” denen şeyin ardındaki yalanı ilk fark edenlerden biridir. Onun teslimiyeti, bir ruhun teslimiyeti değil; zoraki bir suskunluğun, yeniden doğacak bir fırtınanın öncesiydi.
Hafızayı kaybetme, direnişi unutma
Bugün, Amerikan tarihi genellikle barışçıl kuruluş mitleriyle bezeli, özgürlük ve demokrasi vaazlarıyla parlatılmış bir anlatıyla sunulur. Oysa bu anlatının ardında Oturan Boğa’nın kanı, Lakota çocuklarının susturulmuş şarkıları, Black Hills’in çalınmış kutsallığı yatar.
Oturan Boğa’nın mezarı, Güney Dakota’da, Grand River kıyısında yatıyor. Ruhu ise hâlâ adalet için savaşan tüm yerli halkların kalbinde yaşıyor. Onun hikâyesi, bize bir şeyi öğretiyor: Gerçek medeniyet; başkalarının haysiyetini çiğneyerek değil, onunla birlikte yükselerek inşa edilir.