Bebek: Boğaz’da bir zamanlar, değişimin fısıltısı

Haberin Eklenme Tarihi: 3.07.2025 12:27:00 - Güncelleme Tarihi: 3.07.2025 12:31:00

İstanbul; yedi tepesiyle değil, belki de en çok Boğaz’ıyla nefes alan kadim bir şehir. Ve bu nefesin en özel duraklarından biri şüphesiz Bebek. Bugünün Bebek'inde, lüks yatlar modern bir zarafetle sallanırken, sahil boyunca yükselen butik kafelerin aromatik kokuları havaya karışıyor. Ancak gözlerimi kapatıp Guillaume Berggren’in 1880 yılına ait o eşsiz siyah-beyaz fotoğrafına odaklandığımda, zamanın perdesi aralanıyor ve kendimi Osmanlı İmparatorluğu’nun “en uzun yüzyılı”nın kalbinde, o gizemli ve dönüşen Bebek’inde buluyorum.

19. yüzyılın ihtişamı ve dönüşümü

19. yüzyıl, Osmanlı için bir zaman diliminin ötesinde, âdeta bir devrimler ve değişimler romanıydı. İmparatorluk, bir yandan “Hasta Adam” yaftasıyla dış güçlerin hedefi olurken; diğer yandan Tanzimat ve Islahat Fermanları’yla köklü reformlara girişmişti. Modern okullar açılıyor, bürokrasi Batı usulü yeniden yapılanıyor, telgraf telleri uzak diyarları birbirine bağlıyordu. Sultan Abdülhamid Han’ın tahta geçişinin ardından, merkeziyetçi bir yönetim anlayışı benimsenirken, ülkenin dört bir yanında altyapı ve eğitim alanında önemli adımlar atılmaya devam ediyordu. Saray erkânı, bürokratlar ve zengin tüccarlar için Boğaz kıyıları, özellikle de Bebek, şehrin keşmekeşinden kaçışın, yazlık serinliğin ve sosyal yaşamın merkeziydi.

1880’lerin Bebek’i, bu büyük dönüşümün tüm izlerini taşıyordu. Henüz motorlu taşıtların gürültüsüyle tanışmamış, asude bir cennetti. Boğaz’ın serin sularına nazlı nazlı eğilen ahşap yalılar, dönemin mimari zarafetini fısıldıyordu. Her köşesinde, imparatorluğun görkemli geçmişi ile modernleşme arayışının getirdiği yeni rüzgârların izleri hissedilirdi. Kadınlar, Batı modasının esintileriyle daha zarif şemsiyelerle gezinirken, erkekler fesleri ve fraklarıyla Avrupai bir zarafeti yansıtıyordu. İstanbul; kozmopolit yapısıyla farklı dillerin, dinlerin ve kültürlerin iç içe geçtiği bir zenginlik iklimiydi. Bebek de bu zenginliğin hem geleneksel hem de yeni filizlenen yaşam tarzlarının bir araya geldiği özel bir sahneydi.

Bebek dalyanları: Geleneksel yaşamın kesişme noktası

Berggren’in fotoğrafına baktığımda, o dönemin Bebek’inin en belirgin simgelerinden biri olan dalyanlar göz alıyor. Bu devasa balık havuzları, ahşap direkler ve ustaca gerilmiş ağlarla, Boğaz’ın bereketini sofralara taşıyan kadim bir yöntemdi. Marttan temmuz sonuna kadar süren yaz balıkçılığı ve kasımdan ocak sonuna kadar devam eden kış balıkçılığı, Bebek halkının yaşam döngüsünü belirlerdi. Dalyan bekçileri, balıkçıların “ağa”ları ve onların aileleri, bu ahşap yapıların etrafında şekillenen, Boğaz’ın ritmine göre yaşayan topluluklardı. Onlar için Boğaz bir su kütlesinin ötesinde geçim kaynağı, yuva ve bir yaşam felsefesiydi.

Bu dalyanlar, balıkçılık faaliyetlerinin merkezî olmanın yanında, sosyal birer buluşma noktasıydı. Küçük kahvehaneler, balıkçıların hikayelerini paylaştığı, dönemin siyasi gelişmelerinin fısıltılarının yayıldığı yerlerdi. Belki de bir akşamüstü, Batılılaşmaya özenen bir beyefendi ile geleneklerine bağlı bir dalyan bekçisi, Boğaz’ın kenarında çay yudumlarken, imparatorluğun geleceği üzerine sohbet ediyordu. Bu diyaloglar, 19. yüzyıl Osmanlı’sının ruhunu, zıtlıklarını ve ortak noktalarını yansıtıyordu.

Merak uyandıran bir aşk ve gizemli fısıltılar

Peki ya aşk? 19. yüzyılın o karmaşık sosyal yapısında aşk; çoğu zaman gözlerden uzak yaşanır, toplumsal beklentilerin ve aile büyüklerinin rızasının gölgesinde yeşerirdi. Belki de Berggren’in fotoğrafındaki o ahşap iskelelerden birinde, gözlerini Boğaz’ın derinliklerine dikmiş, yüzü dönemin romantik ve biraz da melankolik havasını taşıyan genç bir hanım, geleceğin belirsizliğine rağmen kalbini bir subaya, bir şaire ya da Batı eğitimi almış genç bir bürokrata kaptırmıştı.

Onların aşkı, belki de dalyanların fenerlerinin titrek ışığında, gecenin bir yarısı gerçekleşen gizli buluşmalarla besleniyordu. Sultan Abdülhamid’in hafiyelerinin her yerde olduğu bir dönemde, aşk bile bir miktar cesaret ve gizem isterdi. Genç bir paşazadenin gönlünü, Bebek’in sade güzelliğine sahip bir balıkçı kızına kaptırması, dönemin sınıf farklılıkları içinde ne kadar sıra dışı bir durum olurdu kim bilir? Veya şehir dışından, belki de Avrupa’dan gelen genç bir ressamın, Boğaz’ın bu mistik atmosferinden etkilenerek, bir yalıda yaşayan gizemli bir hanıma hayranlık duyması... Bu tür hikâyeler, Bebek’in 1880’lerdeki ruhunu, merak uyandıran bir çekicilikle doldururdu.

Bugün Bebek sahilinde yürürken, Boğaz’ın o değişmez mavisini seyre dalın. Modern teknelerin, yalıların ve kafelerin ardında, 19. yüzyılın o “uzun asrının” fısıltılarını duymaya çalışın. Dalyanların yerinde olmasa da o dönemde yaşanan aşkların, çekilen hasretlerin ve verilen büyük kararların ruhu, hâlâ Bebek'in havasına sinmiş durumda. Berggren’in fotoğrafı, bize o döneme açılan bir pencere sunarken, Boğaz’ın suları ise o gizemli ve romantik geçmişin, günümüze dek süregelen yankısını taşımaya devam ediyor. Bebek, yalnızca bir semt değil; tarihin, aşkın ve sonsuz değişimin Boğaz’a yansıyan bir aynası…