Ayastefanos'taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı’ndan Yeşilçam’a akan nehir

Haberin Eklenme Tarihi: 11.11.2025 14:19:00 - Güncelleme Tarihi: 11.11.2025 14:21:00

“Sinema, gerçekliğin rüyasıdır.” Belki de bu söz, 14 Kasım 1914 tarihinde, İstanbul’un Yeşilköy (o zamanki adıyla Ayastefanos) semtinde yaşanan o tuhaf ve tarihî anı anlatmak için en doğrusu. Çünkü o gün bir Rus anıtının yıkılışından ziyade Türk sinemasının sönük ama bir o kadar anlamlı ilk kıvılcımı çakılıyordu. Gelin, bu kayıp filmin ve onun açtığı yolda boy veren romantik Türk sinemasının izini sürelim.

Sene 1878. 93 Harbi’nin ardından imzalanan Ayastefanos Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu için ağır bir yenilginin belgesidir. Ruslar, bu zaferlerinin anısına, savaşta hayatını kaybeden askerleri için Yeşilköy’de devasa bir anıt dikerler. Bu anıt, yıllar boyunca İstanbul siluetinde, bir mağduriyet ve bir utanç abidesi olarak yükselir.

Ta ki 1. Dünya Savaşı’na, yani 1914’e kadar. Osmanlı, savaşa girince, savaş hâlinde olduğu Rus İmparatorluğu’nun simgelerini silmeye başlar. Ve bu simgelerin en görkemlisi, Ayastefanos’taki Rus Anıtı’dır. Anıtın yıkılışı, bir propaganda ve moral aracı olarak filme alınmak istenir. İşte bu görev, o sıralarda yedek subay olan ve sinemayla ilgilenen Fuat Uzkınay’a verilir.

Ve 14 Kasım 1914’te, Uzkınay, bir Alman yapımı sinema kamerasıyla, askerlerin anıtı nasıl parça parça söktüğünü kaydeder. Ortaya, “Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı, bir buçuk dakikalık bir belgesel çıkar. Ne yazık ki bu film, bugüne ulaşamamış, sinemamızın bu ilk kayıp sahnesi olmuştur. Ancak onun ruhu, bir başlangıç işareti olarak hep orada, en başta durur. Bu, savaşın gölgesinde doğan, görüntünün gücüne dair ilk naif inançtı. “Sinema, dünyanın en büyük ve en etkili okuludur” diyordu yıllar sonra bir sinemacı. İlk ‘ders’ işte buydu: Tarih, bir anıtın yıkılışıyla perdeye yansıyordu.

Yeşilçam’ın romantik rüzgârı: Aşk, gözyaşı ve melankoli

Uzkınay’ın belgeselinden sonra Türk sineması, önce tiyatro kökenli yapımlarla, sonra da Muhsin Ertuğrul’un katkılarıyla şekillendi. Ama asıl ruhunu, 1950’lerden itibaren yeşeren ve “Yeşilçam” adı verilen o muazzam sistemde buldu. Ve bu sistemin en gözde, en tutkulu, en çok konuşulan türü hiç şüphesiz romantik filmler ve melodramlardı.

Yeşilçam’ın romantizmi, sadece bir aşk hikâyesi anlatmıyordu. O, toplumun duygularına, geleneklerine, hayallerine ve acılarına tercüman oluyordu. İmkânsız aşklar, sınıf farkları, hasta sevgililer, kaybolan varisler, fedakâr anneler ve elbette kötü karakterli zengin adamlar… Bu formüller, bir dönem Türk insanının duygusal dünyasının haritası gibiydi.

Bu dönemin unutulmaz yüzleri, aşkın ta kendisi oldu. Türkan Şoray’ın “Sultan”lığı, sadece güzelliğinden değil, oynadığı güçlü, tutkulu ve çoğu zaman trajik kadın karakterlerden geliyordu. Hülya Koçyiğit’in naif ve saf duruşu, gözlerindeki hüzünle birleşince seyirciyi kendine bağlıyordu. Filiz Akın ve Ediz Hun ikilisi, gençliğin, temiz aşkın ve modernleşen Türkiye’nin simgesiydi adeta. Kartal Tibet ise hem yakışıklı jönlüğü hem de oyunculuğuyla bu romantik evrenin vazgeçilmez bir parçasıydı.

Bu filmlerde aşk, her zaman kolay değildi. Çoğu zaman acı, gözyaşı ve fedakârlıkla yoğrulmuştu. “Aşk, işte böyle bir şeydi işte; acısıyla, tatlısıyla, her şeyiyle hayatın ta kendisi.” Bu cümle, sanki bir Yeşilçam filminin ara yazısından fırlamış gibidir. Müzikler ise hikâyenin ayrılmaz bir parçasıydı. Orhan Gencebay’ın sazından dökülen hicazlar, Zeki Müren’in yanık sesi, aşkın ve hüznün ortak diline dönüşüyordu.

Bilgi ile eğlence arasında bir sinema yolculuğu

Peki, neden bu kadar sevildi bu filmler? Çünkü onlar birer kaçış, birer hayal perdesiydi. Sinema salonları, karanlık içinde parıldayan birer rüya mabediydi. İnsanlar, günlük hayatın zorluklarından sıyrılıp, perdedeki karakterlerle birlikte ağlıyor, onlarla birlikte seviniyordu. Bu, bir anlamda toplumsal bir terapiydi. “Sinema, gerçek dünyadan kaçış değil, onun daha derinlemesine anlaşılmasıdır” dense de Yeşilçam için her ikisi de geçerliydi. Hem kaçıştı hem de biz…

Günümüzde Türk sineması, çok farklı türlerde, çok farklı hikayeler anlatıyor. Ancak romantik komedi, hala en sevilen türlerin başında geliyor. O ilk, sade ve samimi aşk hikayelerinin torunları, bugün modern anlatılarla, bazen daha ironik, bazen daha gerçekçi bir şekilde perdede hayat buluyor. Ama öz değişmiyor: İnsan, aşkı anlatmaya, onun üzerine hikayeler kurmaya devam ediyor.

1914’te yıkılan bir anıtın enkazından doğan Türk sineması, kısa sürede kendi yolunu buldu ve en güçlü ifadesini aşk ve melodram türünde buldu. O ilk kareler kayıp olsa da ardından gelen onlarca yılın birikimi, bugün hâlâ izleyicisiyle buluşuyor. Belki de sinemanın büyüsü burada: “Bir film izlersin ve o film hayatının bir parçası olur. Ya da hayatın, bir filmin bir parçası.”

Bir dahaki sefere bir Türk filminin romantik bir sahnesini izlerken, o görüntülerin, bir zamanlar Yeşilköy’de yıkılan bir anıtın gölgesinde filizlendiğini hatırlayın. Çünkü her başlangıç, bir sonun içinden doğar ve her aşk hikayesi, biraz da tarihin ta kendisidir.