Mevlana aşığı bir alim: Abdülbaki Gölpınarlı
Halid Kandemir, Mevlâna ve Mevlevîlik çalışmalarına ömrünü veren Abdülbaki Gölpınarlı’nın çocukluğundan akademiye uzanan hayatını, ilmî mücadelesini, karşılaştığı baskıları ve geride bıraktığı eserlerini ele alıyor.
“Bâki Pınarlı, Rıfkı Melûl, bir de bendeniz
Bizler, ikinci devre Melâmîlerindeniz”
Yahya Kemal’e ait bu beyitte “Bâki Pınarlı” diye bahsedilen kişi Abdülbaki Gölpınarlı’dan başkası değildir.
Yazımızın konusu olan Gölpınarlı, baba tarafı Azerbaycan’da Gence’ye çıkan, oradan Bursa’ya göç etmiş bir ailenin çocuğudur. Kendisine seçtiği Gölpınarlı soyadı, büyük babası Mustafa İzzet Efendi’nin dedesi Abbas Ağa’nın Gence’deki Gökçay bucağının Gölpınar (Gökbulak) köyünden olması dolayısıyla ailesinin Gölpınarlızadeler diye tanınmasındandır. Aile zamanla Rusçuk’a yerleşmiş, büyük babasının orasının Eytam Müdürü oluşunun yanı sıra babası Ahmed Agah Efendi de Vilayet Mektubi Kalemi’nde hizmet görmüştür. 1877-78 Türk-Rus Savaşı sırasında İstanbul’a gelen Agah Efendi, burada Dağıstan göçmenlerinden Aliye Şöhret Hanım'la evlenmiştir. Agah Efendi Evkaf Nezareti’nde vazife aldıktan başka Rusçuk’tayken takdirini kazandığı Ahmed Mithat Efendi’nin maiyetinde ömrünün sonuna kadar onun çıkardığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde çalışmış; burada yıllarca verdiği hizmetten dolayı “Şeyhülmuhabirin”, “Baba” gibi unvanlarla anılmıştır.
Yaşam öyküsü
Abdülbaki Gölpınarlı 12 Ocak 1900’da İstanbul’da Kadırga semtinde dünyaya geldi. Kendisine başlangıçta dedesinin taşıdığı Mustafa İzzet adı verilmişse de ailenin çocukları çok yaşamadığı için uzun ömürlü olsun diye adı Abdülbaki’ye çevrildi. “Kıyami” mahlasıyla şiirler yazan büyükbabası gibi şairlik tarafı olan babası Agah Efendi kendi gayretiyle Çağatayca ve Farsça öğrendi, Rusçuk’tayken Bektaşiliğe intisap etti, İstanbul’a gelişinde ise Nakşi oldu. Kültürlü bir aile muhitinde yetişen, daha yedi-sekiz yaşlarında iken Bahariye Mevlevihanesi’ne devama başlayıp küçüklük çağından itibaren tasavvuf ve tarikat kültürüyle temasa geçen Abdülbaki Gölpınarlı, Babıali’de Hoca Tahsin Medresesi’ndeki Yusuf Paşa İlkokulu'ndan sonra Özel Menbaülirfan İdadisi’nin Rüşdiye kısmını bitirip devam etmekte olduğu Gelenbevi İdadisi’nin son sınıfındayken 1916’da babasının ölümü üzerine tahsilini bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Mezun olduğu Menbaülirfan’da coğrafya ve Farsça öğretmenliğinden başka bir ara Vezneciler’de kağıtçılık ve kitapçılık yaptı. Geçim sıkıntısı çektiğinden dostlarından birinin davetine uyarak 1920’de gittiği Çorum’un Alaca ilçesinde Kenzülirfan İlkokulu'nda Başmuavin daha sonra da Başmuallim oldu. 1924’te İstanbul’a gelerek imtihanla Erkek Muallim Mektebi’nin son sınıfına kabul edildi. 1925’te burayı bitirip babasının ölümüyle eksik kalmış devam süresini doldurmak için son sınıfına girdiği İstiklal Lisesi’nden 15 Ağustos 1926’da mezun oldu.
Bir yandan öğretmenlik yaparken bir yandan da devam ettiği Edebiyat Fakültesi’nde yüksek tahsilini 1930’da tamamladı. Konya, Kayseri, Balıkesir liselerinde edebiyat öğretmenliğinden sonra bir ara İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi hafız-ı kütüblük, onu takiben de tekrar Balıkesir’de az bir süre edebiyat ve kısa bir zaman da Gazi Osman Paşa Ortaokulu'nda Türkçe öğretmenliği yaptı. Daha sonra Vefa Lisesi’ne tayini çıkıp bunun ardından iki yıl kadar da Kastamonu Lisesi edebiyat öğretmenliğinde bulundu. Resmi sicil özetinde yer almamakla beraber birçok yerde onun Haydarpaşa Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğini sürdürdüğünden söz edilir ancak Vefa Lisesi’ndeki öğretmenliğinin tarihi bilinmiyor. Gölpınarlı, 1939’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne ilkin okutman, ardından doçent olarak tayin edildi. Söylenene bakılırsa akademik kariyere geçişi, Yunus Emre: Hayatı adlı eseri doktora tezi sayılmak suretiyle gerçekleşti. Bu fakültede Farsça ve metinler şerhi hocalığı yapmakta iken 1942’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne geçerek burada İslam-Türk tasavvuf tarihi ve edebiyatı dersleri okuttu. 1945 nisanında Marksist faaliyette bulunmak isnadıyla tutuklanıp on ay süren bir yargılanma sonunda beraat ederek 26 Şubat 1946’da görevine döndü. 1949’da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra kendini tamamıyla Mevlana, Mevlevilik ve tarikatlarla ilgili araştırmalarına veren Gölpınarlı 25 Ağustos 1982’de vefat etti. Kabri Üsküdar’da Seyitahmet deresindeki Şii Mezarlığı'nda bulunuyor. [1]
"Takdir, bizi bu potada yoğurdu"
Gölpınarlı’nın şu ifadeleri onun Mevlevilikle olan ilişkisinin dünyaya gelişiyle başladığını ve Mevlevi çevredeki samimi yaşayışının Mevlevilik araştırmalarında kendisine büyük bir imkan sağladığını ortaya koyuyor:
“…ve nihayet biz, dünyaya gözümüzü açtığımız andan tarikatların ilgasına kadar bu potanın içinde yoğrulmasaydık adap ve erkan, hemen hiçbir risalede, bütün açıklığıyla ve etraflıca değil, hatta ana hatlarıyla bile kayıtlı bulunmadığından yazılamayacaktı ve Mevlevîlik tarihi, tarihin değil, nisyanın malı olacaktı. Takdir, bizi bu potada yoğurdu. Doğar doğmaz bu havayı almaya başladık. Gözümüz, Mevlevî yüzlerine, kulağımız, âyin ve naat nağmelerine açıldı. İnandık, inandırdık. Gördük, beledik. Duyduk coştuk. Ağladık ve ağlattık. Nihayet zaman gözlerimizdeki buğuyu kaldırdı, bizi düşünce sahasına attı. İnancımızı akılla tahlile, duygumuzu, gerçekle tenkide imkân buldu.” [2]
"Azmettik buna..."
Gölpınarlı divan edebiyatı araştırmacıları arasında birinci sırada olsa da kitaplarını bastıracak yer bulmak konusunda epey zorlandı. Pek bahsedilmeyen bu konuya yer vermeyi yararlı görüyorum. 1957’de basılan Mevlana’nın Divan-ı Kebir çevirisinin ilk cildindeki önsözünden birkaç cümle şöyledir:
“Kaç ciltte bitecekse terceme bittikten sonra ilk sahifeler ve aslındakinin aynı olmak kaydıyla Dîvân-ı Kebîr’in metni, son cilt ve tıpkı-basım olarak okuyuculara sunulacak, heyecandan titreyen eller, iştiyaktan nemlenen gözler, bu mübarek eseri öpecektir. Hatta yalnız Dîvân-ı Kebîr’i değil, Mesnevî’yi de Mevlânâ’nın diğer eserlerini de, Mevlevîliği ilgilendiren başka eserleri de tıpkı-basım metinleriyle vermeyi vadediyoruz, azmettik buna; inandık ki Gül-deste, ancak tam metin verildikten sonra olabilir ve metni verilmeyen terceme elbette noksan kalır.”
Mevlana’nın Mektubat çevirisindeki 1962 tarihli ön sözünden:
“Yalnız mektupların değil, Mevlânâ’nın bütün eserlerinin metinlerini de, ilmî bir şekilde vermek isteriz; fakat bu işe, haklı olarak hiçbir kütüphane yanaşmıyor; Maârif Vekilliğinin yahut herhangi bir müessesenin, bu millî ve insanî işi ele almasını candan-gönülden dileriz.”
1965 tarihli Mevlana’nın Mecalis-i Seb’a çevirisinin ön sözünden:
“Bizde metin basmanın ne kadar güç olduğunu söylemeye hâcet yok. Milli Eğitim Bakanlığı bu işi ele almaz, bu işe yaklaşmazlar. Fakat gönül ister ki Mevlânâ’ya ait en sağlam, en doğru metinler de basılsın ve bu şeref, bize ait olsun; başkalarına müracaattan müstağnî kalalım. Ama bu işi kim yapacak; bu dilek, ne vakit gerçekleşecek? Bilemeyiz.” [3]
Mehmet Akif'e ilişkin görüşleri
Gölpınarlı, Mehmet Akif’i kendine yakın görür. Akif’in vefatı üzerine şunları yazar:
“…Merhum ile hususiyetim yoktur. Ancak hastalığında birkaç kere görüşebildim. Şişli’de Sağlık Yurdu’na, merhumu iyâdete gittiğim gün garib bir hâlet-i ruhiye içindeydim. Hastane civarını, İstiklâl Marşı şairini ibdas eden Âkif’i görmek için gelen ve nevbet bekleyen bir kalabalığın doldurduğunu görmek istiyor[dum]…Heyhat! Sessizlik içinde hastaneye girdim. Evvelce bir kere gördüğüm o müheykel vücudun bîtabisine bakarak eridim ve hastanenin… başhekiminden Âkif’in ölüme mahkum olduğunu öğrenerek tek ü tenha çıktım… Vefatından sonra gösterilen âlakayı… öğrenince bu hâle hayret ettim.” [4]
Tasavvufi arayışlarında, "bir deniz kadar çalkantılı bir ömür süren" Gölpınarlı’nın şu üç esaslı limandan hareket etmeden sergilediği sağlam duruşuna da işaret etmek isterim. Herhangi bir sapma ve kaymanın göstermediği bu esaslar şöyle sıralanabilir:
- Ehl-i Beyt muhabbetiyle Şia akidesine bağlılık.
- Mevlana Celaleddin Rumi’ye olan sarsılmaz sevgi bağı ve kendisini “bende-i bendegan-ı Mevlana” olarak tanımlaması.
- 1875’den 1923’deki vefatına değin, Seyyit Abdülkadir Belhi Efendi’yi “kutup” ve “tek tasavvuf mümessili” olarak kabul etmesi.
Sağlık sorunları
Gölpınarlı’nın 1982 baharında sağlığında hissedilir bozulmalar baş gösterdi. Mehmet Önder, anılarını dile getirdiği Yeşil Kubbe’nin Gölgesinde isimli kitabında Gölpınarlı’nın bozulan sağlığı hakkında şunları yazar:
“…Onu Ankara’da değerli neyzen Andaç Abraş kardeşimizin evinde, rahatsız buldum. Doktor, fazla konuşmayı yasakladığı halde bir saat beni bırakmadı. “Daha işlerimiz bitmedi’ derken gülümseyerek gözlerime bakıyor, “Mehmed can! Çağırıyorlar’ diye fısıldıyordu.” [5]
Gölpınarlı’nın vefatını Ahmet Güner Sayar şöyle anlatır:
“Nihayet, 25 Ağustos 1982 günü vefat haberi ulaştı. Oğlu Yüksel Gölpınarlı’ya yaptığı vasiyeti gereği, vefatı sayıca pek az kimseye duyurulmuştu. O gün, Seyyit Ahmet Deresi mescidinde kılınacak cenaze namazı için yerimi aldığımda 20-22 kişilik bir cemaatin Abdülbaki Gölpınarlı’nın tabutu arkasında iki, yada üç saf hâlinde kenetlendiğini gördüm. Hoca’yı son yolculuğunda bulunanlar arasında tek bir hanım vardı. O da eşim Neslipîr Çelebi Sayar’dı. Kenarda kılınan cenaze namazını izledi. Saf tutanlar arasında, Muammer Ülker, Profesör Ali Alparslan, Profesör Nihat Çetin, Osman Bayru ve Yüksel Gölpınarlı’yı tanıyabildim. Kılınan cenaze namazında kimi elini salladı, kim bağladı. Taassuptan uzak, Şii-Sünni birlikteliğine bu namazda şahit oldum. Gördüğüm bu tablo, bir bakıma, Abdülbaki Gölpınarlı’nın kişisel tarihinin de bir hülasasıydı. Sonra, Hoca’yı makberesinde Allah’ın vâsi rahmetine emanet edip, sırladık. Mezarlıktan ayrılırken bu sade defin hadisesini düşünüyordum. […] Daha sonra, kabri düzlendi ve şâhidesi dikildi. Mezar taşına hakedilen yazıyı Gölpınarlı’nın yakın dostlarından taliknüvis Ali Alparslan yazdı. Mezar taşını buraya derç ediyorum:
“Hü’vel – Hallaku’l – Bâki
Cemi’i mü’mininra rahmed bad
El-Hacc Abdülbaki Gölpınarlı
Ferzend-i Ahmed Agâh
Şeşûm-i Zi’l-kade be-rahmet-i
Hüda-yı Te’âlâ vâsıl gerdid
10 Ramazan – 6 Zi’l-ka’de
1317 – 1402” [6]
Notlar
[1] Ömer Faruk Akün, Abdülbaki Gölpınarlı, TDV İslâm Ansiklopedisi, 1996, 14. cilt, s. 146.
[2] Adnan Karaismailoğlu, Abdülbaki Gölpınarlı’nın Mevlânâ ve Mevlevîlikle İlgili Çalışmaları, Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara, 2013, s. 185-186.
[3] Karaismailoğlu, age., s. 192.
[4] Ahmet Güner Sayar, Geç Kalmış Bir Yazı: Abdülbaki Gölpınarlı’nın Bir Tasavvuf Tarihçisi Olarak Portresi, Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara, 2013, s. 366.
[5] Sayar, age., s. 376.
[6] Sayar, age., s. 377-378.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.