15 Aralık 2025

40 yıl sonra: Live Aid

Live Aid, üzerinden tam 40 yıl geçmişken, o günün yarattığı devasa dalga hâlâ kıyılarımıza vurmaya devam ediyor. Şimdi, bu benzersiz hikâyenin mutfağına, tozlu sahnelerine ve vicdanları titreten yankısına derin bir yolculuğa çıkıyoruz.

13 Temmuz 1985 sabahı, Londra’nın üzerine güneş yükselirken yeryüzü daha önce hiç tanık olmadığı bir "insanlık senfonisine" hazırlanıyordu. Bu, sadece bir konser değil; açlığın, çaresizliğin ve ölümün eşiğindeki bir kıta için notaların silaha dönüştüğü, sınırların ve ideolojilerin müziğin sesinde eridiği o efsanevi gündü. Live Aid; kalplerin aynı ritimle attığı, 1,5 milyar insanın aynı umuda bağlandığı o büyülü anın adıydı. Peki, bu küresel uyanışın kalbine dokunan isim kimdi?

Bob Geldof

Her şey 1984 yılının sisli bir Ekim akşamında, İrlandalı punk-rockçı Bob Geldof’un televizyon karşısında donup kalmasıyla başladı. BBC muhabiri Michael Buerk’in Etiyopya’daki kıtlığı anlatan haberi ekranlara düştüğünde, dünya o güne kadar görmediği bir sefaletle yüzleşti. Ekrandaki görüntülerde, açlıktan bir deri bir kemik kalmış çocukların gözlerine sinekler üşüşüyor, anneler kucaklarında cansız bedenlerle sessizce yas tutuyordu.

Geldof o gece uyuyamadı. İçindeki öfke, çaresizlikten daha büyüktü. "Bir şeyler yapmalıyım" cümlesi bir takıntıya dönüştü. Önce Midge Ure ile birlikte dönemin en ünlü İngiliz sanatçılarını bir araya getirerek Band Aid grubunu kurdu. "Do They Know It’s Christmas?" şarkısı bir gecede kaydedildi ve milyonlar sattı. Ancak Geldof için bu sadece bir yara bandıydı; gerçek acıları iyileştirmeye yetmezdi. O, küresel bir vicdan patlaması istiyordu.

Geldof’un zihnindeki fikir deliceydi: Dünyanın en büyük yıldızlarını iki ayrı kıtada, aynı gün, aynı amaç için sahneye çıkarmak. Organizatör Harvey Goldsmith ile bir araya geldiğinde, karşılarında devasa bir lojistik duvar vardı. O dönemde ne internet vardı ne de dijital iletişim araçları. Sadece faks makineleri, çevirmeli telefonlar ve "bu dünyayı değiştirebiliriz" diyen saf bir inanca sahiptiler.

Geldof, sanatçıları ikna etmek için tam bir gerilla taktiği uyguladı. Bir sanatçıyı arayıp "Diğeri kabul etti, sen de gelmelisin" diyerek aslında henüz ikna etmediği isimleri birbirine karşı kullandı. Kimse bu devasa vicdan hareketinin dışında kalmaya cesaret edemedi. David Bowie, Elton John, Mick Jagger... Hepsi bu "delice" plana dâhil oldu. Hazırlık süreci tam bir kaos ve imkânsızlıklar silsilesiydi. Fakat bu çılgınlığın tarihi noktası gelip çattığında, küresel yayıncılık tarihinin en cesur ve en geniş kapsamlı operasyonu kurulmuştu:

13 Temmuz 1985

Wembley Stadyumu’nun kapıları açıldığında 72 bin kişi oradaydı. Philadelphia’daki JFK Stadyumu’nda ise 90 bin kişi güneşin altında bekliyordu. Galler Prensi Charles ve Prenses Diana’nın gelişiyle başlayan gün, Status Quo’nun "Rockin' All Over the World" şarkısıyla patladı. Bu şarkı seçimi tesadüf değildi; müzik gerçekten de tüm dünyayı sallayacaktı.

Sadece bir açılış değil, adeta bir yıldızlar geçidi başlamıştı. Londra’da Dire Straits gitar telleriyle büyü yaparken, Philadelphia’da Bryan Adams ve The Beach Boys sahneyi devralıyordu. Sting ve Phil Collins’in kusursuz düetleri Wembley’i inletirken; okyanusun diğer yakasında Madonna, "yeni popun kraliçesi" olarak on binlerce kişiyi dans ettiriyordu. Led Zeppelin ve Black Sabbath gibi rock devleri bu insani amaç için yıllar sonra yeniden bir araya gelmiş; Eric Clapton, Bob Dylan, Neil Young ve Santana gibi ozanların parmak uçlarından dökülen notalar; Afrika’nın çatlamış, susuz topraklarına hayat veren devasa bir merhamet yağmuruna dönüştü. Sahne sırası bekleyen her isim, müzik tarihinin altın yaldızlı sayfalarından kopup gelmişti: Mick Jagger, Tina Turner, Duran Duran, Sade, Bryan Adams, Joan Baez, Elvis Costello, The Who…

Günün en ikonik anı, saatler 18:41’i gösterdiğinde yaşandı. Wembley sahnesine beyaz atleti, kot pantolonu ve bıyığıyla bir dev çıktı: Freddie Mercury. Queen o dönemde kariyerinin durağan bir evresindeydi ancak o 21 dakika her şeyi değiştirdi.

Freddie piyano başına geçip "Bohemian Rhapsody"nin o hüzünlü notalarına dokunduğunda stadyum bir anda sessizleşti, ardından devasa bir koro hâlinde haykırmaya başladı. "Radio Ga Ga" başladığında 72 bin insanın elleri, devasa bir denizin dalgaları gibi aynı anda havaya kalktı. Freddie, stadyumu avucunun içine almıştı. O an sadece Londra değil, televizyon başındaki milyarlarca insan Queen’in ritmine kapılmıştı. Elton John sahne arkasında "Siz her şeyi çaldınız!" diyerek Queen’i tebrik ederken, aslında bir efsanenin yeniden doğuşuna tanıklık ediyordu.

Konserin en fantastik hikâyesi Phil Collins’e aitti. Collins, Londra’da sahne aldıktan sonra bir helikoptere, ardından Concorde uçağına bindi. Okyanusu geçerken sesten hızlı uçuyordu ve saat farkı sayesinde aslında "zamanda yolculuk" yapıyordu. Akşamüstü Philadelphia’ya indiğinde, aynı gün içinde iki kıtada sahne alan tek sanatçı olarak tarihe geçti. Bu, Live Aid’in "sınırları yok eden" ruhunun fiziksel bir kanıtıydı; dünya Phil Collins gibi biri için her zaman çok küçüktü.

Genç bir İrlandalı grup olan U2, "Bad" şarkısını icra ederken Bono’nun sahneden aşağı atlayıp bir genç kızı kucaklaması, o günün insani sıcaklığının sembolü oldu. David Bowie ise performansından feragat ederek süresini, Etiyopya’daki açlığı anlatan kısa bir filmin gösterilmesine ayırdı. O film oynarken stadyumdaki binlerce kişi gözyaşlarına boğuldu ve bağış hatları kilitlendi. Bob Geldof televizyon stüdyosuna dalarak, "Lütfen o lanet paranızı verin!" diye bağırdığında, bağış miktarı saniyeler içinde milyonlara ulaştı.

Live Aid, sanatçının toplumsal rolünü kökten değiştirdi. O güne kadar "asi", "bencil" veya "uyuşturucu müptelası" olarak görülen rock yıldızları, ilk kez küresel bir hayır kurumu gibi çalışarak büyük bir insani yardımın öncüsü oldular. Bu durum, sanatçıların siyasi ve sosyal meselelerde söz sahibi olduğu "aktivist sanatçı" çağını başlattı.

Toplumda ise Live Aid, "küresel empati" kavramını pekiştirdi. Televizyonun gücüyle insanlar, kendilerinden binlerce kilometre uzaktaki bir insanın acısını kendi salonlarında hissettiler. 13 uydu üzerinden yapılan bu devasa yayın, insanlığın ortak bir amaç için birleşebileceğinin en somut kanıtıydı. Bağışlar toplamda 127 milyon doları buldu; ancak Live Aid’in başarısı sadece paradan ibaret değildi. Organizasyon, Batı dünyasının dış politika ajandasına "Afrika’daki açlık" başlığını bir daha çıkmamak üzere kazıdı.

40 yıl sonra…

Her büyük hikâye gibi Live Aid’in de gölgede kalan tarafları vardı. 40 yıl sonra geriye dönüp bakıldığında, toplanan devasa yardımların bir kısmının Etiyopya’daki askeri cunta tarafından silah alımı veya zorunlu göç ettirme politikaları için kullanıldığı iddiaları hâlâ akademik tartışmaların odağındadır. Batı’nın "yardım eli” uzatırken, yerel dinamikleri ve politik karmaşayı göz ardı etmesi önemli bir ders olarak tarihe geçti.

Ayrıca organizasyonun "Beyaz Kurtarıcı" (White Savior) kompleksini beslediği eleştirisi zaman zaman dile getirildi. Sahnede Afrika’yı kurtarmaya çalışan onlarca Batılı yıldız varken, çok az Afrikalı sanatçının yer alması, Afrika’nın sadece "yardıma muhtaç bir kıta" olarak resmedilmesi, modern perspektifte sert eleştirilere maruz kalmıştır. Ancak Bob Geldof bu eleştirilere her zaman pragmatik bir yerden yanıt verdi: "Biz orada akademik bir tartışma yürütmüyorduk; ölen insanları kurtarmaya çalışıyorduk."

Bugün, o efsanevi günün üzerinden tam kırk yıl geçmişken, şimdi 1,5 milyar insanı tek bir kanalın karşısına toplamak, sosyal medyanın parçalanmış dünyasında imkânsız görünüyor. Ancak Live Aid’in ruhu ölmedi; sadece biçim değiştirdi. Bugün iklim krizi için düzenlenen küresel festivallerde, sosyal medya üzerinden başlatılan kitlesel fonlama kampanyalarında ve sanatçıların toplumsal olaylara karşı takındığı duyarlı tavırlarda Live Aid’in isyankâr ruhu dolaşıyor.

Freddie Mercury’nin Wembley gökyüzüne doğru haykırdığı o ikonik "Ay-Oh!" sesi, sadece bir konser anısı değil; insanlığın ortak bir vicdanda buluşabileceğinin unutulmaz kanıtı olarak gökyüzünde yankılanmaya devam ediyor. Live Aid bize, bir gitarın tellerinin bazen bir ordudan daha güçlü olabileceğini ve bir şarkının, bir çocuğun hayatını değiştirebileceğini öğretti.

40 yıl sonra, dünya yine pek çok krizle boğuşurken, Live Aid’in o tozlu ve terli sahnelerinden yükselen ruhu hatırlamaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Çünkü bazen dünyayı kurtarmak için gereken tek şey, doğru bir ritim ve hep bir ağızdan söylenen cesur, umut dolu bir şarkıdır.

Kaynakça

Frances Westley. “Bob Geldof and Live Aid: The Genesis and Evolution of a Mega-Event”. International Journal of Voluntary and Nonprofit Organizations, 1991.

Freddie Mercury & Greg Ahrens. “Freddie Mercury: A Life, In His Own Words”. Mercury Songs Ltd, 2006.

Dylan Jones. “The Eighties: One Day, One Decade”. Random House, 2013.

Harvey Goldsmith. “Grand Designs: My Life in Concert”. Orion, 2011.

Michael. Buerk. “The Road to Ethiopia”. BBC Publications, 1985.

Alex Connock. “The Business of Live Aid”. Routledge, 2021.

Bob Geldof. “Is That It?”. Penguin Books, 1986.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...