
Çok kutuplu dünyada “söylem savaşları”
ABD ve Batı ülkeleri arasındaki fikir ayrılıklarının gün yüzüne çıktığı bir dönemden geçiyoruz. ABD Başkanı Trump’ın son dönemde Ukrayna’ya karşı takındığı küçümseyici tavır ne ifade ediyor? Küresel düzeyde meydana gelen sıcak çatışmalarda yapıcı dil tercih edilemez mi? Gelin birlikte bakalım.
ABD Başkanı Donald Trump ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski arasında şubat sonunda gerçekleşen ve uluslararası basınının gündemine oturan görüşme sonrası daha da belirginleşen Batı dünyasındaki ve genel surette dünya siyaseti içindeki ayrımlar ve fikir ayrılıkları; geçtiğimiz hafta Batı’nın zıttı kutuplarında kendini konumlandıran iki önemli aktörden -Rusya ve Çin’den- gelen açıklamalarla farklı şekillerde desteklenmiş oldu. ABD’nin Rusya’ya karşı uzun dönemdir arkasında durduğu Ukrayna’ya verdiği desteğinden âdeta bir gecede vazgeçmesi, Trump ve kabinesinin Zelenski başta olmak üzere küresel ve bölgesel pek çok aktöre karşı sert söylemlerini ve keyfi tutumlarını sürdürmesi, öncelikle Avrupa içinden Amerikan karşıtı seslerin yükselmesine fırsat verirken, yeni gelişmelere ve gerginliklere gebe bir ortamın etkili olacağını da bize gösteriyor.
Yükselen Avrupalı sesler arasında belki de en güçlü görünmek isteyenlerin başında yer alan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, Trump’ın ilk resmî ziyaretçilerinden olmasının hemen ardından, başta Ukrayna’ya destek amaçlı ülkesinin nükleer gücünü ve fiziki kabiliyetlerini öne çıkarak geçtiğimiz hafta paylaştığı son beyanlarına karşı, Rusya’dan gecikmeksizin gelen tepki ve tam da aynı günlerde Trump’ın devam ettiği sert politikalar ve gayri-diplomatik üslubuna yönelik alışılmış “Çin sakinliği”nden uzak Çin Dış İşleri Bakanlığı’nın açıklamaları; bize yeni ve çok kutuplu dünyada bu gibi farklı ülkelerin elindeki en güçlü silahlardan birinin de kültürel özellikleri, toplumsal dinamikleri ve iç siyasi unsurlarından beslenen “söylem” olduğunu bir defa daha gösterdi. Bu durumda, tabiri caizse “söylem savaşları” veya uluslararası literatüre uygun surette “discourse wars” dönemi içerisinde siyasi, sosyal ve iktisadi derin bir dönüşümle yüz yüze olduğumuz ifade edilebilir.
Fransa’ya söylem üretme şansı mı doğdu?
Trump’ın Ukrayna’ya karşı takındığı son dönemki tavır ve bir anda beliren Rusya-ABD Paktı, pek çok Avrupalı aktörün, 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrası dünyada önemli bir “farkındalık” anına ulaşmalarını sağladı. Bu defa İngiltere, her ne kadar Trump tarzı siyaseti tam onaylamıyor görünse de resmen AB üyesi değilken -yani Avrupa’da iç siyasi ve transatlantik ilişkilerin seyrine göre “kaçak bir siyaset” gütmenin lüksüne Brexit sonrası sahip olmuşken- ondan sonra gelen iki önemli gücün daha fazla söz ve söylem üretme dönemine girdikleri tahmine müsaittir. Bunlardan ilki olan Almanya, pasif Sosyal Demokrat/Olaf Scholz yılları ertesinde gerçekleşen erken genel seçimleri sonrasında seçim galibi Hristiyan Demokrat Friedrich Merz öncülüğünde devam eden koalisyon görüşmeleri ve şüphesiz yükselen “aşırı sağ” tartışmaları altında bir süre daha oldukça meşgul görünmektedir. Diğer önemli oyuncu Fransa’ya ise bilhassa bu dönemde daha fazla alan ve söylem üretme şansı doğduğu açıktır.
Her ne kadar iç siyasette uzun dönemdir iktidarda olduğundan oluşan yıpranma payı, kendisine getirilen eleştiriler ile başta Afrika’da olmak üzere eski “sömürge tarihi”nin ağır bakiyesinden kaynaklanan güncel meselelerle son dönemde bir hayli zorlandığı gözlense de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un hâlen, Avrupa’daki diğer ülke liderlerine kıyasla daha “liberal” bir kulvarda, yaşıyla da paralel, dinamik bir görüntü çizdiği düşünülebilir. Belki de kendisine duyduğu bu özgüvenle adı geçenin son olarak geçtiğimiz hafta Rusya’ya karşı “barışı korumak” adına, ülkesinin ve Avrupa’nın “nükleer caydırıcılığına” vurgu yapması ve Ukrayna'da Avrupalı askerlerin konuşlandırılabileceği yönündeki açıklamaları oldukça dikkat çekmiş, uluslararası basında geniş yer bulmuştur.
Fransa’nın, önemli bir “nükleer güç” olduğunu hatırlatması sonrası, Moskova’dan tepki gecikmemiştir. Macron'un yaptığı konuşmanın Rusya'yı hedef aldığını belirten Kremlin Sözcüsü Dmitri Peskov, "son derece düşmanca" diyerek temel Rus söylemini güçlendirmiştir. Ancak belki de Macron’un söylemler boyutundaki bu restine en çarpıcı tepki, konuşmalarında tarihî alıntılara sıkça yer veren Devlet Başkanı Putin’den gelmiştir. Putin Macron’a, Napolyon'un, kendisini sonun başlangıcına götüren, ağır iklim koşulları ve pusu savaşlarıyla devasa Fransız ordusu için ağır bir yenilgiyle sonuçlanan 1812’deki “Rusya/Moskova Seferi”ni hatırlatmış, Dış İşleri Bakanı Lavrov da benzeri söylemi takip etmiştir. Macron ise bu söyleme karşı Putin'in, "tarihi yanlış yorumladığını” ifade etmiş, esasen Napolyon’un fetih ve yayılmacı siyasi arzularını reddetmemiş ancak günümüze gelindiğinde bugün en bariz “yayılmacı” emelin, “Avrupa'da tek emperyalist güç” niteliğindeki Rusya’dan geldiğini belirtmiştir.
Donald Trump’ın stratejileri sonuç verdi mi?
Geçtiğimiz hafta tam da Rus ve Fransız liderler arasındaki tarihî ayrıntılarla bezeli söylem savaşı devam ederken, benzeri diğer önemli bir söz savaşı da son günlerin bu konudaki en “maharetli” lideri sayılabilecek ABD Başkanı Donald Trump ile Çin Dış İşleri Bakanlığı arasında vuku bulmuştur. Trump’ın bilhassa ilk görev döneminden bu yana sürdürdüğü “ekonomik korumacılık/iktisadi milliyetçilik” stratejilerine ve buna paralel kullandığı “yüksek gümrük vergisi” aracına; 2. başkanlık döneminde de ağırlık vereceği tahmin ediliyordu. Ancak belki de kimse aynı anda pek çok farklı ülkeye karşı korumacılık ve gümrük silahını bu kadar hızlı kullanacağını beklemiyordu. Tabiatıyla Trump’ın her daim ilk hedefi konumunda sayılabilecek Çin de bu durumdan nasibini aldı ve Trump bu defa, ülkesi için önemli bir toplumsal sorun olan “fentanil” adlı uyuşturucu meselesiyle de bu durumu birleştirerek, anılan maddenin “ucuz kaynağı” olarak da öne sürülen Çin’e karşı gümrük oranını iki katına çıkarma (%20’ye) kararını geçtiğimiz günlerde aldı.
Bununla birlikte, kendine has üslupla alınan bu önlemleri Amerikan halkı için bir nevi “kutsal” bir mücadele olarak da niteleyen Trump’a karşı bu defa Çin Dış İşleri Bakanlığı’ndan ve Çin Büyükelçiliği yetkililerinden, daha keskin ve kimilerini ürperten bir söylemin oluşturulduğu görüldü. Çinli yetkililer, resmî sosyal medya hesaplarından, “fentanil sorununun, Çin ithalatına uygulanan ABD tarifelerini artırmak için zayıf bir bahane olduğunu” ve esasen uyuşturucuyla mücadele gibi insani meselelerde Çin’in ABD’ye yardıma hazır olduğunu belirttiler. Ancak aynı açıklama, dünyada devam eden söylemsel savaşın önemli bir göstergesi şeklindeki şu çarpıcı sözlerle noktalanıyordu: "ABD'nin istediği şey savaşsa; ister gümrük savaşı, ister ticaret savaşı veya başka bir tür olsun, her tür savaşa sonuna kadar hazırız."
Tarihte “pasif” görünen ama “etkili” sonuçlar doğurabilen pek çok hamlenin arkasındaki Çin, güncel durumda en azından söylemsel düzlemde de olsa, oldukça “aktif” bir savaş ilanını ortaya koymuş görünmektedir. Şüphesiz artık iyiden iyiye çok kutuplu hâle gelen uluslararası arenada ise Çin’in bu söyleminin karşısında olacaklar kadar, taraftar olabilecek pek çok aktörün de mevcut olduğu tahmine oldukça müsait durumdadır.
“Söylem savaşları”na karşı en önemli panzehir ne?
Sonuç olarak, kimilerine göre küresel düzeyde sıcak çatışmalar arifesinde belki de anılan “Söylem Savaşları”nın sonuna dahi gelmiş olabiliriz. Yıkıcı sonuçları akla getirildiğinde, yine de aktif askerî sahada olmasındansa bu türden soyut söylem düzleminde çatışmaların devam etmesini yeğleyenlerin sayısı hiç az değil. Bu noktada, unutmamamız gereken en önemli husus ise gerçek manada “yapıcı”, yani karşı tarafı tümüyle yıkmaktan ve salt tek taraflılıktan uzak, diplomasi metotlarının çağlar boyu bu gibi söylem ve eyleme dökülen savaşların önünde en önemli panzehir olduğudur.
Modern diplomasinin doğduğu 15. ve 16. yüzyıl ile modern ulus devletlerin ilan edildiği 18., 19. ve 20. yüzyıllardan çok daha önce, hatta insanlık için ilk gruplaşmaların ve sistematik birlikteliklerin kurulmaya başladığı dönemlerden bu yana, farklı isimlerle de olsa aramızda olan diplomasi veya “uzlaşma sanatı”, çağımızda hâlâ en gerek duyulan meselelerden biri hâline gelmiş durumda.
Anlayış, nezaket ve karşındakinin yaşam ve refah gerekliliklerini de kavramak suretiyle, “ölçeğinde taviz” gibi çok boyutlu birleşenlerinden ayrı tutulamayacağı diplomasi sanatı, “empati göstermeyi” bilenlerce hakkıyla icra edildiğinde, yıkıcı “söylem savaşları”nı, yapıcı ve karşı tarafı tamamlayıcı “söylemsel iş birliği” hâline dönüştürme konusunda halen elimizdeki en önemli araçlardan biri olmayı sürdürüyor.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.