Savaş kurşundan fazlasıdır
Haberin Eklenme Tarihi: 20.11.2025 14:18:00 - Güncelleme Tarihi: 20.11.2025 14:22:00Savaşı hiç yaşamamış olanlar, onu genellikle bir ses olarak hayal ediyorlar. Mesela bir silahın patlaması, bir topun gürültüsü, bir uçak bombardımanı… Oysa savaş, seslerden ibaret değildir; savaş, sessizliği bile öldürebilen karanlık bir fırtınadır. Bir ülkenin üzerine çöktüğünde, önce kurşunlar konuşmaz; önce hayat susar. İnsanların yüzlerinden renk çekilir, sokaklardan neşe, sofralardan ekmek, evlerden güven duygusu kaybolur.
Türkiye’de yaşıyor olmamın verdiği avantajaların biri, Suriye sınırına yakın şehirlerde dolaşabilmemdir. Oradalarda gördüğüm bakışlar, bana savaşın bir teori olmadığını her seferde hatırlatmıştır. O bakışların içinde hem bir kaybolmuşluk hem de “Keşke hiçbir şey başlamasaydı” diyen sessiz bir çığlık var. İnsan bir kez bu çığlığı duydu mu, savaş çağrısı yapan hiçbir slogan kulağına masum gelmez.
Sudan’daki yangın bugün yeniden gündeme geliyor. Fakat Sudan’da savaşın başladığı gün, sadece mermiler uçmadı; umutlar da parçalandı. Bir annenin sütü korkudan çekildi, bir babanın çalışma izni silindi, bir çocuğun geleceği karanlığa gömüldü. O gün insanlar bir kurşundan değil, kaderlerinin toptan yıkılışından kaçıyordu. Peki kaçabildiler mi? Bir evin duvarları yıkılınca başka bir duvara sığınırsınız ama savaşta yıkılan duvarlar sadece beton değildir, insanın içindeki duvarlardır.
Suriye’de savaş başladığında, dünya “Çatışma patladı” diye yazdı. Fakat pozlarını veren büyük manşetler, insanların hayatlarına çöken o ağır toprağın ağırlığını anlatamadı. Savaş, ilk olarak ekmeği küçülttü. Sonra kuyulardaki suyu kirletti. Ardından şehirleri haritadan silmeye başlamadan önce, çocukların çizdiği evleri sildi. Suriye’den Türkiye’ye uzanan yollarda yürüyen yüz binlerce insan, sadece canlarını değil; isimlerini, adreslerini, sabah kalkınca yapacakları planları, akşam uyurken duydukları huzuru geride bıraktı. Bir insanın kimliğini çalmak için onu öldürmenize gerek yoktur; savaş, hayattayken bile kimliği toz hâline getirir.
Afganistan’da ise savaş bir misafir gibi gelmedi; oraya yerleşti, evin en büyük odasını kapladı ve yıllarca çıkmadı. Afgan halkı, her nesilde aynı hikâyeyi başka cümlelerle yeniden yazdı. Bir çocuk, babasının anlattığı savaş anılarını dinlerken “Bu ne zamandı?” diye sorardı; baba tarih söyleyemezdi, çünkü savaşın bir başlangıcı yok gibiydi, bitişi ise ufukta görünmüyordu. Savaşa alışmak diye bir şey yoktur; insan sadece dayanmayı öğrenir. O dayanma duygusu ise yıllar geçtikçe insanın ruhunda taşlaşır.
Savaşın en acı yanı, sadece bugünü değil, geleceği de vurmasıdır. Sudan’da bir çocuk, bir gün okula gideceğini sanıyordu; ertesi gün elinde kalan tek şey harap olmuş bir bina ve içinde yağmalanmış bir tahta sıradan ibaretti. Suriye’de bir kız çocuğu, hayalini kurduğu doktorluk mesleğini bir gece içinde kaybetti. Afganistan’da genç bir adam, üniversite sınavına hazırlanırken bir anda kanunların, kontrol noktalarının, yasakların gölgesinde yaşamaya zorlandı.
Savaş; sadece mermilerin değil, hayallerin de isabet alındığı bir felakettir
Bugün dünyanın bazı yerlerinde, sosyal medyada, gündelik sohbetlerde veya politik tartışmalarda, öfkeyi körükleyen söylemler, gerilimi tırmandıran davranışlar ve şiddeti meşrulaştıran tutumlar kolayca dolaşıma girebiliyor. Bu tür yönlendirmeler, toplumların sağduyusunu gölgeleyerek barışın değerini unutturan tehlikeli bir sis yaratıyor; sanki çatışma, üzerinde konuşulabilecek sıradan bir ihtimalmiş gibi.
Hata kimi insanlar bir anda sanki savaş veya çatışma basit bir “deneme sahnesi”ymiş gibi konuşmaya başlıyor. Oysa Sudan’da bugün yaşananlar, Suriye’de 15 yılı aşkın süredir devam eden sessiz yangın, Afganistan’da nesillerin içine işleyen tedirginlik bize tek bir şey söylüyor: Savaş çağırması kolay, gönderilmesi imkânsız bir misafirdir. Yani şiddeti teşvik eden her söylem, toplumları geri dönüşü zor bir yola sürükleyebilir. Dolayısıyla halkları manipüle eden, öfkeyi kışkırtan veya çatışmayı dolaylı olarak normalleştiren her türlü tutuma karşı uyanık olmak gerekir. Çünkü çatışma bir kez kapıyı çaldığında, onu göndermek yıllar, bazen nesiller alır. Nitekim Türkiye’de yaşayan milyonlarca savaş mağduru, Suriyelisi, Afganı, sudanlısı vs., bize her gün şu soruyu sessizce soruyor: “Keşke kimse savaşın ne olduğunu öğrenmek zorunda kalmasaydı, değil mi?”
Ve gerçekten, savaşın görünmeyen yüzü en çok onlar anlatıyor: bir insanın doğduğu yeri terk etmek zorunda kalması, bir fotoğraf makinesi gibi hafızasının hep yarım kareler çekmesi, yarım kalmış cümlelerle yaşamayı öğrenmesi… Ya da bir babanın bir daha oğlunun doğum gününü kutlayamaması, bir annenin kızına sabah kahvaltısını hazırlayamaması, bir çocuğun akşam olmadan önce eve dönebileceğine dair inancının kaybolması…
Savaş, yıllarca süren bir gece gibidir
Savaşın altını oyan şey kurşun değil, zamandır. Çünkü savaş, yıllarca süren bir gece gibidir; sabahı çok uzun gelir. İşin en zor tarafı da budur. Bir ülke, silah sesleri durduğunda hemen iyileşmez; tıpkı ağır bir hastalıktan çıkan bir beden gibi, titreyerek doğrulur, adım adım yürümeyi öğrenir. Ruanda bunu yaşadı. Liberya bunu yaşadı. Afganistan hâlâ yaşıyor. Filisti’nin yaraları hâlâ kanıyor. Sudan ise taze bir yara gibi acıyor.
Nerede yaşadığımız fark etmeksizin, çoğu zaman insanlar olarak aynı hatayı tekrar tekrar yapıyoruz: Şiddeti bir “çözüm” gibi konuşuyoruz. Oysa şiddet ve sebep olduğu diğer durumlar çözüm değildir; çözümsüzlüğün kendisidir. Çatışma’nın her türlü, insanların sorunlarını çözmek yerine onları çoğaltır, bir milletin aklını zehirler, toplumun kalbini ağırlaştırır. Bir ülke savaşla bölünür ama savaş biterken bile bölünmüşlüğü kalır. Örneğin, tıpkı Suriye’de olduğu gibi… Silah sesleri bazı şehirlerde azalsa da milyonlarca insanın zihninde süren sessiz yarıklar hâlâ kapanmadı. Aileler farklı ülkelere dağıldı; bazıları dönecek bir evi bile olmayan bir gelecekle baş başa kaldı. Sudan’da da aynı manzara görülüyor. Çatışmaların ritmi değişse de geride bıraktığı güvensizlik, insanların birbirine bakışını bile ağırlaştırdı. Mahalleler boşaldı, komşuluk bağları koptu, toplumun dokusu ince ince söküldü. Say say bitmeyecek örnekler.
Yani bir ülke barışı; yeniden inşa ettiğinde bile, savaşın bıraktığı izler haritalardan değil, insanların yüzlerinden silinir en son. Bazı yaralar zamanla iyileşir, bazıları ise sadece sessizleşir. Ama hiçbir toplum savaşın gölgesinden tamamen çıkamaz.
Çeşitli ülkelerde bugün birileri savaşı ya da çatışmayı yeni bir başlangıç gibi sunmaya kalkıyorsa, tarihin bütün mezar taşları bu fikre karşı ayağa kalkar. Her taş da “Ben buradayım, çünkü çatışmayı çözüm olduğunu sandınız ya…” fısıldarcasına kendini göstermeye çalışırı.
Bu nedenle bu topraklarda, yani Türkiye sınırlarında yaşayan bizler -yerlisi, göçmeni, mültecisi, vs.- tek bir hakikati bütün yüreğimizle anlamak zorundayız: Barış, insanlığın tek ortak evidir. Evi yıkmak kolaydır; yeniden inşa etmekse nesiller alır. Bugün huzur içinde yaşayan ülkeler için de savaşın acısını taşımış toplumlar için de bu evin korunması büyük bir sorumluluktur.
Barışın değerini bilen herkes gibi, bizler de çatışmanın gölgesinin hiçbir toplumu karartmamasını diliyoruz. Barışın korunması hem geçmişte acı yaşamış halkların hem de bugün huzur içinde yaşayan ülkelerin ortak sorumluluğudur. Çünkü barışın olmadığı yerde kalkınma da olmaz, mutluluk da umut da.