Tuba Önder Demircioğlu: “Porselenle varoluşa temas ettiğimi hissediyorum”
Haberin Eklenme Tarihi: 2.12.2025 13:01:00 - Güncelleme Tarihi: 2.12.2025 14:09:00“Karşılaşma” serginizin merkezinde. Bu tema size ilk ne zaman çekici geldi ve hayatınızda “karşılaşma” kavramı sanatsal pratiğinizi nasıl şekillendirdi?
“Karşılaşma” benim için seçilmiş bir tema değil; varoluşun kendisinden doğan bir deneyim. İnsan; malzemeyle, zamanla, kendisiyle ve beklenmedik kırılmalarla sürekli bir yüzleşme içindedir. Benim yaptığım şey; bu görünmez deneyimi somutlaştırmak, malzeme üzerinden o anları yakalamak.
Sergide izleyiciyi varoluşsal bir yolculuğa davet ediyorsunuz. Porselenle kurduğunuz bu temas, sizin için varlık, zaman ve benlik üzerine nasıl bir içsel keşif sağlıyor?
Porselen, hızla şekil vermeye izin veren bir malzeme değil; aksine beni durduran, içime baktıran bir ritmi var. O yavaşlık, beni kendi varlığımın kıyılarına götürüyor. Bir formu üretirken zamanın esnemesini, varlık duygusunun yoğunlaştığını ve benliğin açıldığını hissediyorum.
Porselenin hem kırılgan hem de dirençli doğası eserlerinizde belirleyici. Bu paradoks sizin için ne anlam taşıyor ve işleme sürecinde nasıl bir metafor oluşturuyor?
Porselenin hem kırılgan hem dirençli yapısı insan olma hâline çok benziyor. Bu zıtlık, benim için yalnızca bir teknik özellik değil; varoluşun kendisini yansıtan bir metafor. Malzeme bazen en ufak hatayı affetmiyor, bazen de beklenmedik bir direnç gösteriyor; tıpkı insan gibi.
1250 °C’lik fırınlama süreci, madde ile aranızdaki ontolojik bağı simgeliyor gibi görünüyor. Bu bağ sizin için sanatsal anlamda nasıl dönüştürücü?
Fırınlama süreci benim pratiğimde bir final değil bir eşiktir. Çamurun ateşle karşılaşması geri dönüşü olmayan bir dönüşümdür. Bu dönüşüme tanıklık etmek, üretimle kurduğum bağı güçlendiriyor; malzeme, anlam ve zaman bu aşamada iç içe geçiyor.
“Kendimi uzun yıllar sanatçı olarak tanımlamak istemedim”
Basın buluşmanızda kendinizi “sanatçı” olarak tanımlamadığınızı söylediniz. İnsanlar sizi “sanatçı” olarak nitelendirirse bunu kabul ediyorsunuz. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz ve kendi sanatsal kimliğinizi nasıl tanımlarsınız?
Kendimi uzun yıllar “sanatçı” olarak tanımlamak istemedim, çünkü bu kelimenin içerdiği etik yük benim için çok önemli. Üreten biri olmakla “sanatçı” olmak arasında bir mesafe görüyorum. Bu sıfat dışarıdan geldiğinde kabul ediyorum, çünkü o zaman sorumluluğu da beraberinde getiriyor.
Sizin ifadenizle Rolla May’in “yoğunlaşma ve bağlanma” ya da Levinas’ın “etik karşılaşma” fikirleriyle nasıl bir diyalog kuruyorsunuz? Bu düşünürlerin sanata yaklaşımı işlerinize nasıl yansıyor?
Rollo May’in “yoğunlaşma ve bağlanma” fikri ile Levinas’ın “etik karşılaşma” kavrayışı benim düşünme biçimimde birbirine yaklaşır. Sanat üretimini hem içsel bir derinleşme hem de dışarıyla kurulan etik bir ilişki olarak görüyorum. Malzemeyle kurduğum temas bu iki fikri de taşır.
Karşılaşmayı yalnızca kendinizle değil, izleyiciyle de kuruyorsunuz. İzleyicinin nesneliğiniz ile buluştuğu “aktif diyalog” fikri, sizin için ne kadar radikal? İzleyiciyle ne tür bir etkileşim hayal ediyorsunuz?
Eser ile izleyici arasındaki ilişkiyi tek yönlü bir bakış olarak görmüyorum. İzleyicinin kendi varlığı, hafızası, duyarlılığı esere eşlik ediyor ve bu karşılaşma işi tamamlıyor. Benim için radikal olan şey de tam olarak bu: Eserin son hâli izleyiciyle birlikte oluşuyor.
“Sessizlik bir boşluk değil, olasılık duygusu”
Eserlerinizde sıklıkla bir sessizlik veya bekleyiş hâli var. Bu bekleyiş sizin için tamamlanmamışlık mı, yoksa dinamik bir potansiyel alan mı?
Eserlerimdeki sessizlik bir boşluk değil; çok yoğun bir potansiyel alan. Bu bekleyiş hâli, formun kendini açtığı bir geçit gibi. Tamamlanmamışlık değil, olasılık duygusu.
Eğitim ve kariyer geçmişiniz açısından lisans, yüksek lisans ve sanatta yeterlilik deneyimleriniz, geleneksel tekniklerle modern yorumlar arasında nasıl bir köprü kurdu?
Eğitim sürecim bana hem teknik bir disiplin hem de düşünsel bir özgürlük sağladı. Geleneksel yöntemler benim için bir sınırlama değil; üzerine düşünsel katmanlar ekleyebildiğim bir zemin. Çağdaş dili bu zemin üzerinde inşa ediyorum.
“Teknoloji üretim sürecini zenginleştiren bir araç olabilir”
Seramik dünyasında son yıllarda 3D baskı, dijital modelleme ve seri üretim gibi teknolojik yenilikler tartışma yaratıyor. Siz klasik el işçiliği ve porselen fırınlama geleneğini sürdürüyorsunuz; bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz ve geleneksel tekniklerin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Teknolojiyi reddeden ya da kutsayan bir yaklaşımım yok. El işçiliği benim ritmimi belirleyen şey ama teknoloji üretim sürecini zenginleştiren bir araç olabilir. Önemli olan, malzemenin ruhunu bozup bozmadığı.
Seramik ve heykel sanatında sürdürülebilirlik son yıllarda önemli bir tema. Siz çalışma pratiğinizde sürdürülebilirliği nasıl ele alıyorsunuz?
Sürdürülebilirliği büyük söylemlerle değil, atölyede başlayan tutarlı davranışlarla düşünüyorum. Malzemeyi verimli kullanmak, atığı azaltmak, uzun ömürlü eserler üretmek benim için sürdürülebilirliğin en gerçek hâli.
3D baskı, dijital modelleme ve robotik gibi teknolojiler seramik alanında giderek öne çıkıyor. Bu tür yenilikleri düşünür müsünüz, yoksa klasik el işçiliği ve fırınlama hâlâ vazgeçilmez mi?
3D baskı ve dijital araçlara mesafeliyim ama kapalı değilim. Malzemeye temas etmeden çalışmak beni eksik hissettiriyor. Bu yüzden teknoloji ancak sürecin doğasına eşlik edebildiğinde yer buluyor.
Porselenle çalışmak teknik olarak zorlayıcı. Sizce kırılma, çatlama ya da form verme sürecinde en öğretici deneyimleriniz hangileriydi?
Porselenle çalışırken yaşadığım her kırılma bana sabrı, kabullenişi ve yeniden başlamanın değerini öğretti. Bu malzeme karakter öğretir; kırıldığında bile bir şey söyler.
Yerli kimliğiniz ile uluslararası seramik sahnesi arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz? Kültürel miras ile çağdaş sanat arasında sizin için en belirleyici köprü nedir?
Türkiye’de kurduğum üretim diliyle, son 8 yıldır uluslararası platformlarda karşılık bulan bir malzeme ilişkisi arasında güçlü bir süreklilik hissediyorum. Benim için “yerli kimlik” ya da “uluslararası sahne” birbirini dışlayan alanlar değil; aynı üretim ritminin farklı yansımaları. Kültürel miras ve yaşadığım coğrafyanın dokusu işlerime bilinçli bir temsil arayışıyla değil, düşünme biçimimin doğal bir katmanı olarak sızıyor. Coğrafya, ifade aradığım bir tema değil; formu şekillendiren ince bir içsel ton. Bu nedenle kültürel iz; benim için bir motif değil, bir atmosfer. Uluslararası alana açıldığım son yıllarda da değişmeyen şey, malzemeyle kurduğum bu içsel ritim oldu. Nerede sergilendiğinden bağımsız olarak porselenle temas aynı yoğunlukta ve aynı dikkatle ilerliyor. Dengeyi sağlayan da bu: yerelliği ve evrenselliği birer başlık olarak değil, üretimin kendi iç akışı içinde var olan iki sessiz eşlikçi olarak görmek.