“The Duel” ve ABD-Meksika çıkmazı
Haberin Eklenme Tarihi: 25.09.2025 17:32:00 - Güncelleme Tarihi: 25.09.2025 17:34:00Kieran Darcy-Smith'in yönettiği 2016 yapımı Western filmi “The Duel” filmi, tarihî perspektifle günümüz ABD yaptırımlarına ışık tutabilecek yapımlardan biri olarak öne çıkıyor. Film intikam ve Western hikâyesi olarak kendisini gösteriyor. Bununla birlikte iki ulus-devlet arasındaki köklü çatışmanın, tek taraflı güç dinamiklerinin ve bir türlü çözülemeyen sorunlar döngüsünün portresini sunuyor. “The Duel” filmi, Teksas Korucusu David Kingston ile karizmatik ancak cani bir vaiz olan Abraham Brant arasında geçer. Kingston, Meksikalı vatandaşların cinayetlerini ve ortadan kaybolmalarını araştırmak üzere Teksas-Meksika sınırındaki izole bir kasaba olan Mount Hermon'a gönderilir. Araştırmasının arkasında, aynı zamanda babasını bir "Helena Düellosu"nda öldüren Brant'tan intikam alma motivasyonu da yatmaktadır. Gelin bir göçmen ülkesi olan ABD’nin acımasız göçmen tutumunu birlikte inceleyelim.
Sınırda adalet ve “dehümanizasyon”
Filmin en çarpıcı temalarından biri, göçmenlerin, özellikle de Meksikalıların dehümanizasyonudur. “The Duel” filminde, kasabaya gelen yabancılar Meksikalı göçmenleri kaçırıyor, onları izole bir kampta “av” olarak kullanıyor ve cesetlerini Rio Grande kıyısına bırakıyorlar. Kasabalıların, bu cinayetlere sessiz kalması, 19. yüzyıl sınır bölgesindeki ırkçı ayrımcılığı ve Meksikalıları alt sınıfa indirgeme eğilimini gösteriyor. Brant'ın, zengin yabancıları eğlendirmek amacıyla Meksikalıları "av" olarak kullanması, göçmenlerin politik tartışmalarda sadece birer sayıya veya "tehdit"e indirgenmesini sembolize etmektedir.
David Kingston karakteri, adalet ve kanun adına hareket eden, ancak kişisel hınç veya iç gündem tarafından yönlendirilen bir hükûmet figürü olarak yorumlanabilir. Film, Kingston'ın adalet arayışının yanı sıra, Brant'a karşı kanıt elde etmek için Meksikalıların hayatlarını feda etmesini göze aldığını göstermektedir. Bu yaklaşım, ulusal güvenlik, yasa ve düzen gibi kavramlar altında, insani kaygıları geri plana atabilen veya hatta meşruiyetini tartışmalı yollardan arayan politikaların bir yansımasıdır.
Abraham Brant ise sınır bölgesindeki gayriresmî, yozlaşmış güçleri temsil eden güçlü bir alegoridir. Kendi kurallarıyla yönetilen, bir kült liderini anımsatan Brant, görünürde ilahi bir otoriteye sahipken, aslında sadist ve cani bir doğayı gizlemektedir. Filmin Brant'ı bir vaiz olarak konumlandırması, bu tür gayriresmî güçlerin toplumda ne kadar derin bir kök saldığını ve bir yandan karizmatik bir liderlik sergilerken, diğer yandan insan kaçakçılığı ve cinayet gibi suçları nasıl işleyebildiğini vurgulamaktadır. Bu figür, merkezî hukukun zayıf olduğu bölgelerde yerel politikacılarla iş birliği yaparak güç kazanan uyuşturucu kartelleri ve insan kaçakçılığı şebekeleri için ikna edici bir semboldür. Ayrıca, Brant'ın "dinî manipülasyonu" ve "kült" temaları ile kartellerin yerel politikacılarla yaptığı "yeni anlaşmalar" arasında doğrudan bir paralellik bulunmaktadır. Her ikisi de resmî hukukun işlemediği yerlerde, karizmatik ancak gayriresmî figürlerin gücü ele geçirdiğini göstermektedir.
Metafordan günümüze
“The Duel” filminde Abraham Brant karakterinin, göçmenleri "av" olarak kullanması, günümüz ABD-Meksika sınırındaki düzensiz göçmenlere yönelik dehümanizasyon ve kötü muameleyle ürkütücü paralellikler taşımaktadır. Özellikle, Trump yönetiminin göçmenleri "suçlu" ve "işgalci" olarak nitelendirmesi, filmin bu yönüyle doğrudan örtüşmektedir. Seçim kampanyalarında Kathryn Steinle gibi Amerikan vatandaşlarının göçmenler tarafından öldürülmesini kullanarak göçmen karşıtı bir anlatı inşa edilmesi, bu dehümanizasyonun en somut örneklerinden biridir. Hızlandırılmış sınır dışı işlemleri, avukata erişimin kısıtlanması, ailelerin yeniden ayrılması ve insani koruma programlarının iptali gibi politikaları uygulamaya konulmaktadır. Bu politikalar, filmdeki Brant'ın merhametsiz eylemlerini andıran bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Filmdeki doğrudan “av” teması abartı olarak kalmıyor. Sahada sivillerin silahlandırılması, kollukla karmaşık ilişkiler ve bazı yasama girişimleri gerçek bir insani risk oluşturuyor. Bu durum, göçmenleri hedef alan somut şiddet olaylarına ve korkuya zemin hazırlıyor. Filmin Rio Grande'de yüzen cesetler metaforu ile gerçek hayattaki göçmen ölümleri arasındaki ürkütücü paralellik, krizin sadece politik ve ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda derin bir insani trajedi olduğunu vurgulamaktadır. Günümüzde hukuken önemli olan fark: ABD anayasası ve eyalet kanunları “özel kişilere öldürme yetkisi” vermez; dolayısıyla sivillerin silahlı müdahalesi hâlâ suç teşkil edebilir — ama pratikte kollukla iç içe geçme, soruşturmaların eksikliği ve siyasetin hoşgörüsü bu tür olayların artmasına yol açabiliyor.
Filmde göçmenlerin "alt sınıf" olarak görülmesi ve sömürülmesi, ABD'deki düzensiz göçmenlerin gerçek iş gücü koşullarını da yansıtmaktadır. Bu kişiler, çoğu zaman düşük maaşlı ve tehlikeli işlerde çalışmakta; mola, yiyecek ve su gibi temel haklarından mahrum bırakılmaktadır. ABD yasaları her ne kadar göçmenlik statüsüne bakılmaksızın tüm işçilere asgari ücret ve güvenli çalışma koşulları gibi haklar tanısa da işverenler tarafından sıkça suiistimal edilmektedirler. Göçmen emeğine dayanan iki katmanlı iş gücü yaratıyor: yasal korumaları az olan düzensiz işçiler tarım, gıda işleme, inşaat vb. sektörlerde düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına maruz kalabiliyor.
Araştırmalar ve davalar işverenlerin göçmenleri sömürdüğünü ve iş güvencesizliğinin yaygın olduğunu gösteriyor. Bu, filmdeki “alt-sınıf muamelesinin” gerçek dünyada ekonomik bir yansımasıdır. Rio Grande'de bulunan cesetler, göçmenlerin sınırda yaşadığı trajedinin en acımasız sembolü olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçek hayatta da binlerce göçmen sınırı geçmeye çalışırken hayatını kaybetmekte ve bu durum, göç krizinin sadece politik ve ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda derin bir insani trajedi olduğunu gözler önüne sermektedir. Filmdeki göçmen avı motifi, göçmen kaçakçılığı şebekelerinin göçmenleri birer ticari mal gibi görerek sömürmesi ile ilişkilendirilebilir.
Filmde “Suçlu bulundu; anında ceza uygulandı” türü dramatik bir infaz uygulaması var. Filmdeki “anlık infaz” anlatısı sembolik olarak, devletin idari uygulamalarının kişilerin haklarını hızlıca kısıtlayabilmesini çağrıştırıyor. Aradaki fark: gerçek “cezalandırma” çoğunlukla idari iade biçiminde ve hukuki mekanizmalarla örtülü; doğrudan fiziksel infazlar daha az yaygın, ama sivil şiddet vakaları ve kötü gözaltı koşulları nedeniyle ciddi insan hakları zararları yaşanıyor. Madde 42 benzeri sağlık temelli iadeler kişilere acil ve süreçsiz dönüşler getirdi. Ayrıca federal politika değişiklikleri ve MPP (Remain in Mexico) gibi programların yeniden uygulanması, pratikte insanların belirsiz, tehlikeli koşullarda bekletilmesine yol açtı.
'The Duel' filmi, sınır ilişkilerinin doğasını anlamak için hala güçlü bir araç olma niteliğini korumaktadır. Film, hem intikam arayan David Kingston'ın hem de zalim Abraham Brant'ın ahlaki zaaflarını göstererek, bu karmaşık ilişkideki çatışmanın sadece tek bir taraftan kaynaklanmadığına işaret etmektedir. Meksikalı göçmenlere yönelik aşağılayıcı muamele, “göçmen avı” motifleri ve alt-sınıf temsilleri, sinemanın duygusal yoğunluğuyla kurumsal gerçeklik arasındaki köprüyü güçlü biçimde kuruyor: film bireysel ve doğrudan şiddeti ön plana çıkarırken, günümüzde sınır hattında yaşanan asıl baskı çoğunlukla idari uygulamalar, acil expulsiyonlar ve yapısal marjinalizasyon üzerinden işliyor.
Aynı zamanda sınır bölgelerinde silahlanan gönüllü grupların ve bazı eyalet programlarının kollukla örtüşen pratikleri, sivillerin müdahalesini ve güvenlik algısını karmaşıklaştırıyor; bu durum filmdeki “av” metaforunun gerçek hayatta da kaygı verici karşılıkları olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte en büyük zarar, hem hukuki süreçlerin hızla işletilmesiyle insanların haklarının göz ardı edilmesi hem de ekonomik ve sosyal açıdan korumasız bırakılan grupların sürekli sömürülmesiyle ortaya çıkıyor: sınır politikalarının sertleştirilmesi, çocukların ve ailelerin korunmasız kalmasına; göçmen işçilerin ise şikâyet edemeyecek kadar savunmasız hale gelmesine yol açıyor. ABD ve Meksika'nın bu bitmek bilmeyen "düello" döngüsünü kırmak için çatışma temelli senaryoların dışına çıkması insani önem taşımaktadır. Her iki ulus da sınırda karşı karşıya gelmek yerine, ortak bir gelecek inşa etme vizyonunu benimsemelidir. Bu, militarist ve tek taraflı güvenlik önlemlerinin terk edilerek, karşılıklı saygıya, iş birliğine ve insan odaklı bir yaklaşıma öncelik verilmesini gerektirmektedir.
Peki siz ABD’nin içinde bulunduğu herhangi bir tabloda “uzlaşma” görüyor musunuz?