Kütüphanedeki derviş: Mehmed Niyazi Özdemir
Haberin Eklenme Tarihi: 28.02.2025 12:20:00 - Güncelleme Tarihi: 28.02.2025 13:20:002012 yılının mayıs ayında çalışmaya başladığım Derin Tarih’te Ayasofya sayısının yapılması kararlaştırılmıştı. Bana da tarihçilerden görüş almak vazifesi düşmüştü. Görüşeceğim kişileri daha önceden tanımadığım için internetten fotoğraflarına bakmayı ihmal etmedim. Nakkaştepe’deki İslam Araştırmaları Merkezi’nin (İSAM) yolunu tuttum. Dışarıdaki turnikeden geçtim ve ileride kütüphaneye girmek üzere olan iki kişiyi gördüm. Bunlardan biri kendisinden görüş alacağım Mehmed Niyazi Özdemir, öteki de yakın arkadaşı Can Alpgüvenç idi. O an aklıma geldi, görüş alacağım kişi bir sene önce II. Mahmut Türbesi’nde Sultan Abdülaziz’in vefatının sene-i devriyesinde gördüğüm kişiydi. Oradaki 5-6 kişiye mekândan çıkarken “inandığınız şeyleri söylerken sesiniz gür çıksın” diyen kişiydi. (https://www.risalehaber.com/sultan-abdulaziz-hanin-sehadetinin-135-yildonumu-108944h.htm)
Niyazi Hoca'nın hayatına kısaca değinecek olursak; Adapazarı’nın Akyazı ilçesine bağlı Beldibi köyünde Mehmet Bey ile Fatma Hanım’ın oğlu olarak 8 Nisan 1942’de dünyaya gelmişti. Ailesinin kökenleri Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinin Ballı köyüne dayanıyordu. Kalabalık bir aileye mensup olan Mehmed Niyazi'nin on dört kardeşi vardır. İlk ve ortaokulu Akyazı'da okudu. Lise öğrenimini görmek için İstanbul'a gitti. 1959'da Haydarpaşa Lisesi'nden mezun olduktan sonra 1967’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Haydarpaşa Lisesi'nde öğrenci iken Nihal Atsız'ın eşi Bedriye Atsız ve Mahir İz gibi hocalardan dersler alan Mehmed Niyazi'nin kişiliğinin gelişmesinde Necip Fazıl Kısakürek, Ziya Nur Aksun, Hilmi Oflaz, Osman Yüksel Serdengeçti ve Erol Güngör gibi isimlerin devam ettikleri Marmara Kıraathanesi'ndeki sohbetler etkili olur. 1966-1967 arasında bir dönem Millî Türk Talebe Birliği'nde genel başkan olarak görev yapmıştır. Mehmed Niyazi'nin yazarlığı arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Ötüken Neşriyat için hazırlanan kitaplara önsöz ve arka kapak yazıları yazarak başlamıştır.
Kendisi ile yapılan bir söyleşide edebiyat hayatının başlangıcı ile ilgili şu bilgileri verir: “Sevdiğimiz yazarların kitaplarını basmak için öğrencilik yıllarımızda birkaç arkadaşla yayınevi kurmuştuk. İmam Hatip okulları o zaman da gündemdeydi. Hâlbuki onlar, bizler gibi lise bilgilerine sahip olmaktan başka, belli seviyede dinimizi öğreniyorlar, dolayısıyla kültürümüzü araştırabilecek imkânlara kavuşuyorlardı. Nasıl ki Grek Roma’yı araştıranlar Rönesans hareketleriyle bugünkü Batı medeniyetini ortaya çıkarmışlarsa, bizim Rönesans’ımızı gerçekleştireceklerine inanıyordum; bugün de inanıyorum. Bu okullardaki öğrencilerin, hayata atılan ağabeylerinin çilelerini dile getirmeleri için eli kalem tutan büyüklerimize roman sipariş ettik. Ne yazık ki hiçbirinden cevap gelmedi. Bunun üzerine oturup, Varolmak Kavgası’nı yazdım. Böylece de roman dünyasına adım atmış oldum. Portakalın şeker ihtiva ettiği gibi roman da yazarın fikir ve ruh dünyasını taşır. Bunun için de devam ettim.”
Mehmed Niyazi'nin "Vatan" adlı ilk yazısı 1967'de Milli Hareket dergisinde çıkmıştır. Daha sonra Tercüman, Türkiye, Babıalide Sabah, Gündüz gazeteleri ile Yeni Akademi, Yeni Hafta, Ufuk Çizgisi, Bayrak, Genç Akademi, Türk Yurdu, İnsan ve Kâinat, Türk Edebiyatı gibi dergilerde yazdı. ‘Varolmak Kavgası’ adlı ilk romanı 1970'de yayımlandı. Mehmed Niyazi'nin ikinci romanı "Çağımızın Âşıkları" adıyla 1977'de yayımlandı, romanını daha sonraki baskılarda ‘İki Dünya Arasında’ adıyla neşretti. 1968-1976 arasında Almanya'da yaşadı; Goethe Enstitüsü’nde dil öğreniminin ardından Malburg, Bonn ve Köln üniversitelerinde "Türk Kamu Hukukunda Temel Hürriyetler" konusunda doktora yaptı; Moxburg Üniversitesi'nde çalıştı. Mehmed Niyazi'nin üçüncü romanı "Ölüm Daha Güzeldi", 1980'de neşredilmiştir. Radyoya ve televizyona da uyarlanan "Ölüm Daha Güzeldi" adlı romanıyla Türkiye Millî Kültür Vakfı'nın 1982 senesinde Yılın Romanı Ödülü'nü, "Çanakkale Mahşeri" adlı eseriyle 1999 senesi Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü'nü almaya hak kazanmıştır. 1988'de Türkiye'ye temelli dönmüştür. (https://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/ozdemir-mehmet-niyazi).
Niyazi Hoca, İSAM’da lisansüstü öğrencilerinin olduğu kütüphanede en üst katta masa ayrılmıştı, sonraları daha sık görüştüğümüzde TDV İslam Ansiklopedisi yazarlarının olduğu gibi bir oda verilmesini arzu ettiğini söylemişti bana. Çünkü ziyaret edeni çok oluyor, röportajlar, görüş almak isteyenler kütüphaneye girmek zorunda kalıyordu. Beni en çok şaşırtan kütüphane üye kartında 1 numaralı üye olduğu yazmasıydı, benim kartımda ise 13 bin küsur sayısı yazıyordu.
Abide bir şahsiyet…
Zaman ilerlerken dergi sayesinde Mehmed Niyazi Hoca'ya sorular soruyor, hepsine cevaplar alıyordum. Bütün büyük kafaların başına gelen şey, kendisini büyük bir boşlukta bulmaktır ama hoca da yoktu. Tam anlamıyla abide bir şahsiyetti. Hocaya vefatına kadar sorduğum sorulardan cevabını alamadığım tek konu Birinci TBMM idi. Ne hikmetse ileride bu konu benim master tezim olacaktı. Dergiden ayrılıp da yüksek lisansa başlayınca daha sık kütüphaneye gitmeye başladım. 2016 yılının sonundan hocanın vefatına kadar sık sık öğle yemeklerinde ben ve Can Alpgüvenç eşlik ettik. Ardından kütüphanenin bahçesinde çaylarımızı içerdik.
Mehmed Niyazi Hoca'nın önemsediği bazı yazarlar vardı: Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Nihal Atsız ve Mehmet Akif Ersoy aklıma gelenler. Hoca bir keresinde “Mehmet Akif gibi olmak isterdim” demişti ama daha çok Nihal Atsız gibi tarih şuuruna sahip, Nurettin Topçu gibi mistik biriydi. Bir gün İSAM’ın yakınındaki evine onunla gittiğimde “sizin hayatınızı yazmak istiyorum” deyince “Peyami Safa’yı yaz demişti.” Çünkü o ‘altın beyinli adam’dı (https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmed-niyazi-ozdemir/altin-beyinli-adam-2039173).
Niyazi Hoca hem Doğu hem de Batı medeniyeti hakkında kafa yoran tek fikir adamımızın Peyami Safa olduğu kanaatindeydi. Ona göre Peyami Safa’nın Türk İnkılabına Bakışlar adlı eserine hiçbir aydınımız yeterince kafa yormamıştır. Batı medeniyetinde olan gelişmelerin, biz Doğulu milleti rahat bırakmayacağına dair bu konuda Peyami Safa idrak sahibiydi. Çünkü onlarda vicdan olmadığını gayet iyi biliyordu. Sömürge hayat görüşü haline gelmişti: “Batı medeniyeti bir dağ gibi insanlığın üzerine çökmüştü. Bunu iyi analiz etmek lazımdı; kendimizi inkâr etmeden bu medeniyete aşina olmamız gerekiyordu. Ayrıca devlet adamlarımız, yurdumuzun kapılarını Batılılaşmaya açmışlardı. Bunun ne getirip, ne götüreceği iyi bilinmeliydi.”
(https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmedniyaziozdemir/dogu-bati-sentezi-2039290) Nedense Niyazi Hoca daha sonra Özbekler Tekkesi’nin olduğu yerde bir apartmana taşındı, oraya da bir defa beraber gittik. Hoca sabahtan akşama kadar kütüphanede olduğu için evinde ziyaret etmeye pek gerek duymuyordum.
Ötüken Yayınevi’nin kuruluşu
Ötüken Neşriyat 1964’de birkaç arkadaşının girişimiyle Şehzadebaşı’nda kuruldu. Yayınevi kurma fikri Mehmet Niyazi Özdemir ve Nevzat Kösoğlu’dan çıkmıştı. Bir gün Niyazi Hoca, Kösoğlu’na, “Vatan kurtarmanın en iyi yolu kitap yayınlamaktır. Bizim camiada hiç yayınevi yok” demesi üzerine 2500’er lira sermaye konularak girişim başladı. Ahmet Nuri Yüksel, Özer Ravanoğlu, Fehim Üçışık ve Ahmet İyioldu bu ortaklığa dahil oldular. Nevzat Kösoğlu’nun isteğiyle basılacak ilk kitabın Peyami Safa’nın "Yalnızız" romanı olmasına karar verilmiş ancak kitabın telifi ödenip dizgiye verildiğinde, yayınevinin hâlâ bir ismi yoktu.
Yine Kösoğlu’nun teklifiyle yayınevinin adının aynı romanda geçen hayali bir ülke adı olan Simeranya olması düşünülmüştü. Fakat bu isim ilgi görmemişti. Aynı günlerde, Türkiye Millî Talebe Federasyonu'nda folklor ekibini çalıştıran, Güzel Sanatlar mezunu, sonraki yıllarda Sanayi Bakanlığı'nda el sanatları uzmanı olarak görev alıp Milli Folklor Enstitüsünün de müdür vekilliğini getirilecek olan Sevgi Babaoğlu’nun önerisiyle yayınevi için Ötüken adı kabul edildi. İlk kitap olarak telifi ödenip dizgiye verilen Yalnızız basılamadı; zira İnkılap Yayınevi’nin sahibi Garbis Fikri Efendi, romanın telif haklarının Peyami Safa’yla daha evvel yapmış olduğu sözleşme gereği kendisinde olduğunu söylemiş. Böylece bu basımın yerini, o sıralarda Necip Fazıl’ın yeni yazdığı bir piyes olan Reis Bey almıştır. Mehmed Niyazi Hoca, “Vatan kurtarmanın en iyi yolu kitap yayınlamaktır" diyerek haklılığını göstermişti. Bu sebeple hoca hem yayınevini kurdu hem elini taşın altına koyarak, bütün ömrünü kütüphanelerde geçirerek kitaplar yazdı. Kitaplarının hepsi Ötüken Yayınevi’nden olmak üzere 17 tanedir.
Nurettin Topçu onun için rüya adamdı
Başlıktaki "kütüphanedeki derviş" benzetmesi de rahmetli Mustafa Cambaz’ın “yıllardır kütüphanede derviş gibi yaşıyor” demesi üzerine aklıma geldi. Mustafa Cambaz Yeni Şafak’ta çalışıyordu ve Mehmed Niyazi Hoca’nın Yeni Şafak’ta yazması için genel yayın yönetmeni ile konuşmuştu. Böylelikle Niyazi Hoca son zamanlarında Yeni Şafak’ın köşe yazarı oldu.
Mehmed Niyazi Hoca’yı herkes "Çanakkale Mahşeri" kitabı ile tanır ama onun iki kitabı vardır ki okumaya doyamazsınız. Bunlardan biri büyük ihtimalle Almanya’daki hayatını romanlaştırdığı "İki Dünya Arasında" adlı kitabı, öbürü de gençlik yıllarındaki çevresini yazdığı "Dahiler ve Deliler" adlı kitabıdır. Kendisine sormadım ama "Çanakkale Mahşeri" kitabı Peyami Safa’nın "Mahşer" adlı kitabından, "Varolmak Kavgası" kitabı da Nurettin Topçu’nun Var Olmak kitabından esinlenerek kitap adı oldu zannediyorum. Nurettin Topçu’ya rüya adam derdi. Son dönem Türk aydınları denince Metafizik bakımından akla Nurettin Topçu gelmektedir.
Bir gün Yavuz Bülent Bakiler’e “Osman Yüksel Serdengeçti ile olan fotoğraflarınız var mı” dediğimde, “o kadar birlikte vakit geçirmemize rağmen hiç fotoğrafımız yok” demişti. Benim de Mehmed Niyazi Hoca ile fotoğrafım bir röportajımız sayesinde vardı ama o fotoğraflar da kaybolunca anı olarak kalmış oldu. Yavuz Bülent Bakiler niye fotoğraf çekinmediyse benim de ondan Niyazi Hoca ile bir fotoğrafım yoktu. Bu bir saygısızlık olarak algılanabilirdi. Burada Niyazi Hoca’ya söylediğim bir sözü anlatmak isterim: “Peyami Safa 2 Nisan’da, ben 5 Nisan’da, siz 8 Nisan’da doğmuşsunuz. Ne güzel bir rastlantı” diyerek tebessüm ettiğimiz bir anımız da olmuştu. Hoca, Yeni Şafak’taki ilk yazısını 10 Nisan 2016’da yazdı. Tabii ki ilk yazısı çok sevdiği Üstad Necip Fazıl hakkındaydı (https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmed-niyazi-ozdemir/necip-fazil-ve-nazim-hikmet-uzerine-2028118).
Bir de "Das Dava" hadisesi var tabii, Marx’ın Das Capital’ine karşılık Marmara Kıraathanesi’nden çıkan bir kitap. Yazılan metin daktilo edilip teksir makinesinde basılmış, böylelikle dağıtılmış. Şimdilerde "Das Dava" kitabını bulmak imkânsız, Nadir Kitap internet sitesinde bir tane satılmış, 1969 tarihli, yazarı da Mürşid Altaylı. (https://www.nadirkitap.com/d-a-s-dava-turk-milliyetci-toplumcu-doktrinin-umumi-esaslari-mursid-altayli-kitap8038532.html?srsltid=AfmBOoqtoqew2Mt93MNaSQcLAEW6lBRNpn-MQSHt093WG1R35hsUY8qw).
Ahmet Kabaklı ise şu şekilde tanıtacaktır Niyazi Hoca’yı: “Mehmet Niyazi, romanlarının konularını, incelemelere ve bazen de kendisine anlatılan gerçek vak’alara dayandırıyor. Bütün eserlerinde roman sanatından ve üslûp endişesinden daha çok millî duygularımıza dayalı idealist (ülkücü) telkin ve savunmaları ön safta tutuyor. Romanlarda olayı anlatırken kendi düşünce ve duygularından yana ağırlık koyuyor. Tarafsız davranamıyor, çok yönlü olamıyor, karşı fikre ve karşı eyleme, hayat ve hareket hakkı tanımıyor. Her eserinde, kendi sevdiği taraf ululanmakta, görüşlerine zıt veya hasım bilindiği taraf ise tamamıyla haksızdır; çok defa kaleme alınmaya bile değmemektedir.”
Demek ki Mehmet Niyazi, “memleketini çok seven, yakın tarihin şahsiyetleri arasında beğendikleri ve sevmedikleri bulunan, milleti için fedakârlık edenleri kaleminin bütün gücüyle öven, aksi tutumda farz ettiklerini yerden yere vuran milliyetçi bir kalemdir. Mehmet Niyazi bir destancıdır. Nitekim, çok büyük vatan hizmetleri olduğu halde haksızlığa ve resmî tarihin kahrına uğratılarak unutulmuş nice seçkin Türk kahramanına karşı, hepimizin millî minnet borcu ödeyen eserine "Yazılamamış Destanlar" adını vermiştir.” (https://www.yeniakit.com.tr/biyografi/mehmet-niyazi-ozdemir)
Mehmed Niyazi Hoca 12 Mayıs 2018 Cumartesi günü Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’nde kılınan öğle namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. İranlılar Mezarlığı’nın sağ tarafında kalan mezarlıktadır yeri. Nurettin Topçu'nun şeyh Abdülaziz Bekkine Efendi'nin ölümüne dair yazdığı “Yıldırımın Huzurunda” adlı hikâyesi Niyazi Hoca için yazılmış gibidir:
“Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım zamanın ve kaderin kolları ile kucaklanamayacak kadar engindi. Onun, şimdi bende muamma olan, son bakışında melek masumluğu ile ilahi bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ve ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberane sakalının üstünde namütenahiye kolayca dalan manevi gözler kapandıktan sonra sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış gölgeler ve yoksun mücrimler dünyasına sığınmıştım. Başım bir taş ocağından alınmış iri bir parça gibi gövdemin üstüne yüklenmişti…” (https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmed-niyazi-ozdemir/nurettin-topcu-hakkinda-yanlislar-2035384)
“Arifler konuşursa, aşıklar susarsa helak olur” sözündeki arif kişiyi temsil ediyordu Niyazi Hoca. Kalabalıkların içinde yalnız bir dervişti. Soru sorulmadığı sürece konuşmazdı ama herkes ondan akıl almak için uğrardı. Sessiz bir şekilde İSAM’ın çayhanesinde çayımızı içtiğimiz de olmuştur, onu konuşturabilmek için sorular yönelttiğim de olmuştur. Aşıklara da bildiklerimden örnek vereyim: Biri master tez danışmanım olan Prof. Mim Kemal Öke, diğeri de videolarıyla yeni tanıdığım Dr. Öğretim Üyesi Ömer Demirbağ’dır. Aşık bulan varsa bize yazsın, kolay iş mi aşk ateşinde yanmak!