İnzivanın pişirdiği edebiyatçı: Ahmet Hamdi Tanpınar

Haberin Eklenme Tarihi: 9.09.2025 10:26:00 - Güncelleme Tarihi: 9.09.2025 10:35:00

“Üzerimde ilk büyük tesiri Yahya Kemal yaptı. Edebiyat Fakültesi’ne yazıldığım zaman, ilk önce tarihe, sonra da felsefeye devam etmek istemiştim. Fakat Yahya Kemal’in edebiyatta hoca olduğunu işitince oraya girdim. Yahya Kemal’in derslerini dinledikçe, içimdeki karışık dünya, nizamını buldu. Yavaş yavaş hislerin dünyasından fikirlerin dünyasına girdim.” [1]

Bu sözlerin yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901’de İstanbul Şehzadebaşı’nda doğdu. Babası çeşitli yerlerde naiblik ve kadılıklardan sonra Antalya kadılığından emekli Hüseyin Fikri Efendi’dir. Aslen Batumlu olan aile Mızrakçıoğulları veya Müftîzâdeler diye bilinir. Annesi Trabzonlu Kansızzâdeler’den deniz yüzbaşısı Ahmed Bey’in kızı Nesibe Bahriye Hanım’dır. Çocukluğu babasının görevli bulunduğu Ergani Madeni, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya’da geçti. Bundan dolayı İstanbul’da Ravza-i Terakkî İbtidâî Mektebi’nde, Sinop ve Siirt rüşdiyelerinde, Siirt Katolik Dominiken misyonerlerinin özel okulunda, Kerkük, Vefa ve Antalya liselerinde okudu. 1918’de yüksek öğrenime devam etmek için İstanbul’a gelerek bir yıl Baytar Mektebi’nde yatılı öğrenci oldu. Ertesi yıl Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nin önce tarih, ardından felsefe şubelerine girmekteki kararsızlığı sırasında lise öğrencisiyken şiirlerinden tanıdığı Yahya Kemal’in (Beyatlı) Edebiyat Şubesi’nde ders verdiğini öğrenince kaydını bu şubeye yaptırdı. Burada başta Yahya Kemal olmak üzere Mehmed Fuad Köprülü, Cenab Şahabeddin, Ömer Ferit Kam, Babanzâde Ahmed Naim gibi hocaların derslerine devam etti. 1923’te Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i üzerine hazırladığı tezle mezun olarak Erzurum (1923), Konya (1926), Ankara (1927) ve İstanbul Kadıköy (1932) liselerinde, Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü’nde (1930) öğretmenlik yaptı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde Ahmed Hâşim’in ölümüyle boşalan estetik mitoloji derslerini vermekle görevlendirildi (1933). Edebiyat Fakültesi’nde 1939’da Tanzimat’ın 100. yılı münasebetiyle XIX. Asır Türk Edebiyatı adıyla bir kürsü kurulunca Maarif Vekili Hasan Âli Yücel tarafından bu kürsüye profesör tayin edildi. 1943-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olarak bulunduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde aktif bir çalışması olmadı. 1946 seçimlerinde parti tarafından aday gösterilmeyince bir süre Millî Eğitim Bakanlığı’nda orta öğretim müfettişliği yaptı. 1948’de akademideki estetik hocalığına ve 1949’da Edebiyat Fakültesi’ndeki kürsüsüne döndü. Son yılları çeşitli sağlık sorunlarıyla geçti. 23 Ocak 1962 tarihinde kalp krizi sonucunda öldü. Süleymaniye Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Rumelihisarı’nda Yahya Kemal’in mezarının yanı başına defnedildi. Mezar taşı üzerinde çok bilinen bir şiirinin iki mısrası yazılıdır: “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında.”

Yayımlanmış ilk şiiri “Musul Akşamları” Celal Sahir’in (Erozan) yayımladığı bir dizide Altıncı Kitap’ta 1920 Temmuz’unda çıkar. Daha sonra şiirleri Dergâh, Millî Mecmua, Anadolu Mecmuası, Hayat, Görüş, Yeni Türk Mecmuası, Varlık, Kültür Haftası, Ağaç, Oluş, Ülkü, İstanbul, Aile, Yeditepe gibi kültür ve edebiyat dergilerinde yayımlanır. Ölümüne yakın zamanda yaptığı bir seçimle Şiirler adıyla basılan kitabında otuz yedi şiir bulunmaktadır. Bu kitaba girmemiş olanlarla birlikte ölümünden sonra bir araya getirilen Bütün Şiirleri’nde sayı 100’ü bulmaktadır. [2]

“Şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir”

Tanpınar son ve çok güzel yazılarından biri olan “Antalya Mektubu”nda şairliğinden bahsederken sözü romancılığına getirerek şunları söyler: “Şiir hakkında bu tarzda düşünen bir adamın, niçin roman yazdığını bana sorabilirsiniz. O zaman size derim ki şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim şiirlerimin ana hatlarını roman ve hikâyelerim verir. Mamafih roman anlayışım da şiir anlayışımdan fazla ayrılmaz. Orada da rüya kelimesi için söylediğim şeyler, hattâ rüyanın nizamı hâkimdir. Şu farkla ki, şiirde dolayısıyla kendimin, hikâye ve romanlarımda kendimle beraber mümkün olduğu kadar hayatın ve insanların benden başkalarının peşindeyim. Yahut başkalarına ait zamanın peşinde”. [3]

“Medeniyet, derin bir maziden gelen bir kültür yığılması, bir kültür toplanmasıdır”

Tanpınar’ın edebiyat ve sanat anlayışında, 1908 sonrası Türk Edebiyatı’nın iki büyük ismi olan Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in etkisi vardır. Özellikle Tanpınar, Yahya Kemal’in derslerinden eski şiirin lezzetini tattığını, Şeyh Galip’i, Nedim’i, Baki’yi, Naili’yi ondan öğrenip sevdiğini söyledikten sonra şöyle der: “Yahya Kemal’in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o açtı… Millet ve Tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır. “Beş Şehir” adlı kitabım, onun açtığı düşünce yolundadır”. [4]

Tanpınar’ın kültür meselelerini, medeniyetimizin geçmişe bağlı değerlerini, Osmanlı Medeniyeti’nin bizde devam etmesini istediği yönlerini, Doğu-Batı meseleleriyle ilgili tekliflerini, nesirlerinden hareket ederek Tanpınar’ın kaleminden kısaca verelim:

“1932’den sonra kendim için tefsir ettiğim bir şarkta yaşadım. Asıl yaşama iklimimizin böylesi bir iklim olacağına inanıyorum. “Beş Şehir” ve “Huzur” bu terkibin araştırmalarıdır. Yazacağım öbür eserlerin de çekirdeği budur” dediği “Beş Şehir”, bugün gerçekten Türk Edebiyatı’nda kendi türü içinde bir örneğini daha gösteremeyeceğimiz bir eserdir. Bu eser, milli tarih ve kültürümüze çok muhtevalı bir yaklaşımın ürünü olduğu kadar, dilin nesirde nasıl şiirleştiğine de bir örnektir. [5]

Tanpınar’ın medeniyet ve kültür karşısında aldığı tavrı daha iyi ortaya koyabilmek için Onun bu konudaki görüşlerine yer verelim:

“… Bir Medeniyet, her şeyden önce, derin bir maziden gelen bir kültür yığılması, bir kültür toplanmasıdır. Bu yığılmanın başında şehir ve mimari eserler gelir. Çünkü nesilleri asıl terbiye eden onlardır. Her mimarlık eseri, bulunduğu şehrin hayatını bir ev tanrısı gibi farkına varmadan idâre eder… Her mimârî eseri, millî hayatın bir koruyucusudur. Bu koruyucu Tanrıları kaybede ede cemiyet bir gün devam fikrini kaybeder… Milliyet dediğimiz bir dil, millî hayata intikal etmiş şekilleriyle bir din ve ahlâk, başta mimarî olmak üzere bir yığın sanat eseri ve tarih hatırasıdır.” [6]

Tanpınar için asıl fetih, mimarlarımızla olmuştur. İstanbul camileri, medreseleri, çeşmeleri, vakfiyeleri, hatta mahalleleriyle ancak Müslüman Türk İstanbul’dur. Türkün yarattığı medeniyet ile din arasındaki bu ilişkide, Türkün İslamiyet’i de kendine özgü üslup içinde uygulayışı vardır. Minarelerin karşılaştırılmasında bile, bu hemen görülür. Tanpınar bu görüşünü, “Mahur Beste”de romanın kahramanı Behçet Bey’in babası İsmail Bey aracılığıyla şöyle ortaya koyar:

“-… Ben Şarka bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim: bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu Müslümanlık mıdır, şarklılık mıdır, Türklük müdür? Bilmiyorum. Yirmi senedir okudum. Otuz sene kadılıklarda, Fetvahanede çalıştım. Bir tek şey anladım. Kitapla bu hayatın ayrılığı. Sen garpten geri olduğumuzu söylüyorsun, Zaten herkes bunu söylüyor. Fakat ben daha mühim bir şey söyliyeceğim. Bence ne şark, ne şu, ne bu vardır: etrafımızda gördüğümüz hayat vardır. Bizi yapan bu hayattır. Bütün hususiyetlerimiz oradan gelir. Bu ise kitapta okuduklarımız gibi, bir kere için olup bitivermiş şeylerden değildir. Daima değişen, değiştikçe bizi de değiştiren bir şeydir… Gene anladım ki, bizim Şark; Müslümanlık, şu bu diye tebcil ettiğimiz şeyler, bu toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şekillerdir. Bize uluhiyet çehresini veren Hamdullah’ın yazısı, Itrînin tekbiri, kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır.

- Dikkat et, halis Müslüman gibi düşünmüyorsun Molla Bey.

- Bilakis tam bir Müslüman gibi düşünüyorum, fakat mücerret bir Müslüman gibi değil de bu şehrin ve etrafında hûlasa bu memleketin içinde yaşayan bir Müslüman gibi… Bu Müslümanlığın benim de herkes gibi inandığım akideleri vardır. Fakat onların arkasında kendilerini aydınlatan, mânâlarını yapan bütün bir hayat vardır. Halk vardır. Asıl sihrini o yapar”.

Tanpınar burada halkın hayatında yaşama biçiminde somutlaştırdığı bir din anlayışı ile Müslümanlığı, medeniyetimizin, kültürümüzün çok geniş bir parçası olarak görmüştür.

“Sahnenin Dışındakiler” romanında bu konuya daha açıklık getirir. Burada belli camiler etrafında toplanan mahalle ve insanları anlatan roman kahramanlarından Cemal, İstanbul mahallelerinin, 20-30 senede bir, çehre değiştire değiştire beş asırdan beri kültürümüzün aldığı şekli gösterdiğini söyler. Tanpınar’ın bu romanda uzun uzun anlattığı, Şehzadebaşı ile Horhor arasındaki Elagöz Mehmet Efendi Camii, tarihin dört devrini (Abdülaziz, Abdülhamid, Balkan Savaşı ve sonrası) yaşamış, bu devirlerin derin izlerini taşıyan toplum hayatının nizamını kuran, kişiler arası ilişkileri dengeleyen bir yer olarak verilir. Böylece din, burada hem birleştirici hem biçimlendirici bir unsur olur. Tanpınar bu romanda bunu şöyle ifade eder:

“Bundan otuz kırk sene evvel insanlar, sadece iş veya eğlence için bir araya gelmezlerdi. Hattâ asıl birleştirici olan şey, ibâdetti. İman dediğimiz duyguyu içinde duysun ve duymasın, herkes evinden çıkarken onun kisvesine bürünürdü. İman sadece bizi Allah’a bağlayan bağ değil, müşterek kıyafet, yüz ifâdesi, muaşeret şekli, hülasa, Cemiyet hayatında nezâket ve merasim dediğimiz şeylerin, yani karşılıklı münasebetlerin tek kaynağı idi”. [7]

Notlar

[1] Köksal Alver, Ahmet Hamdi Tanpınar: Türk Muhafazakarlığının Estetiği, Tezkire: Düşünce, Siyaset, Sosyal Bilim, XI. cilt, 27-28. sayı, Ankara, 2002, s. 102-103.

[2] Orhan Okay, Ahmet Hamdi Tanpınar, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2010, 39. cilt, s. 567-568.

[3] Orhan Okay, Ahmet Hamdi Tanpınar ve “Rüyalar” Hikayesi, Milli Kültür, 44. sayı, Ankara, 1984, s. 53-54.

[4] Nevin Önberk, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Mahûr Beste”, “Huzur” ve “Sahnenin Dışındakiler” Romanlarında Milli Kültür Meselelerine Bakış, Erdem: Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, II. cilt, 4. sayı, Ankara, 1986, s.189.

[5] Önberk, agm., s. 191.

[6] Önberk, agm., s. 193.

[7] Önberk, agm., s. 197-198.