Beyni zonk zonk sızlayanlardan biri: Necip Fazıl Kısakürek
Haberin Eklenme Tarihi: 22.08.2025 13:11:00 - Güncelleme Tarihi: 22.08.2025 13:13:00“Atomu çatlatan fizikçinin madde üzerinde çektiği çile, bizim, ruh atomunun infilâk noktasını bulmak için çektiğimiz çilenin yanında çocuk oyuncağı…
Hâlbuki Avrupalı atomu çatlatırken, bu memleket bayram yerlerinde taşlara vurunca ancak kabadayı bir öksürük kadar ses çıkarabilen patlangaçlara atom ismi veriyor, onları “Atom! Atom!” diye satıyor.
İşte Garp dünyasiyle aramızdaki fark buyken biz, Türk ruhunun atom enerjisini bulmak ve sistemleştirmek yolunda çatlıyoruz.” [1]
İşte içler acısı halimizin Necip Fazıl tarafından dile getirilmesi.
Necip Fazıl, O ve Ben adlı otobiyografisinde kaydettiğine göre 25 Mayıs 1905’te İstanbul Çemberlitaş’ta cinayet mahkemesi reisliğinden emekli büyükbabası Hilmi Efendi’nin konağında doğdu. Babası Mekteb-i Hukuk mezunu ve bazı memuriyetlerde bulunmuş Abdülbaki Fazıl Bey, annesi Mediha Hanım’dır. Baba tarafından Maraşlı olan Kısakürekoğulları ailesinin kökü Dulkadıroğullarına dayanmaktadır. Asıl adı Ahmed Necip olan Necip Fazıl okuma yazmayı büyükbabasından öğrendi. Çeşitli okullarda kesintili ve düzensiz bir öğrenim hayatı geçirdi. Önce Gedikpaşa’da bir Fransız, sonra aynı yerde bir Amerikan mektebinde, Büyükdere Emin Efendi Mahalle Mektebi’nde, Büyük Reşid Paşa Numune, Vaniköy Rehber-i İttihad mekteplerinde okuduktan sonra Heybeliada Numune Mektebi’nden mezun oldu. Aynı yıl Heybeliada Bahriye Mektebi’ne kaydoldu. Burada da beş yıl okudu ancak diploma alamadan ayrıldı. 1921’de Dârülfünun’un Felsefe Şubesi’ne yazıldı. Bu öğrenimini de tamamlayamadan kazandığı devlet bursu ile felsefe tahsili için Paris’e gitti. Fakat Paris’te de düzenli bir öğrenci olamadı, kısmen sanat çevrelerinde bulunduysa da kendini daha çok eğlenceye ve bohem hayatına verdi.
Türkiye’ye dönüşünde İstanbul ve Anadolu’da bazı bankalarda memuriyet ve müfettişlik yaptı. Bir Fransız mektebinde, Ankara Devlet Konservatuarı’nda, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Robert Kolej’de çeşitli dersler okuttu. Bu arada felsefe öğrenciliğinden beri girmiş olduğu basın çevresini daha çekici ve eser vermeye daha uygun bir ortam olarak gördüğünden 1942’den itibaren memuriyetlerini bırakıp geçimini yazılarından ve yayıncılıktan sağlayamaya başladı. Son yıllarına kadar Büyük Doğu dergisinin ve Büyük Doğu yayınlarının sahibi ve yazarı olduğu gibi bazı günlük gazetelerde fıkra ve makaleleri de yayımlanmaktaydı. Hemen tamamı Büyük Doğu’da olmak üzere kullandığı takma adları Ne-Fe-Ka, Hi-Ab-Kö, Ha-A-Ka, Adıdeğmez, Neslihan Kısakürek, Ahmet Abdülbaki, Prof. Ş.Ü., Bankacı, Be-De, Ozan, Ozanbaşı’dır. 25 Mayıs 1983’te Erenköy’deki evinde öldü. Büyük ve olaylı bir cenaze töreninin ardından Eyüp sırtlarındaki kabristana defnedildi. “Çille çille üstüne düştü mücevher târihi / Var mı şâir çilleden çıksın Necip Fâzıl gibi” mısraları Orhan Okay tarafından ölümü için düşürülmüş tarihtir. [2]
“Necip Fazıl naber?”
Benim Necip Fazıl’ı ilk olarak tanımam lisede edebiyat dersinde “Sakarya Türküsü”nün ezberletilmesiyle olmuştu. Tabii şiiri ezberlemekten öteye geçmeyen bir ilgiydi bu. Daha sonra üniversitenin yabancı dil hazırlığında bir yerde elime Necip Fazıl ile ilgili bir broşür geçti. Broşürü okudum, ardından internette biraz araştırayım dedim ve konferanslarını buldum. Sesini duyduğumda bütün her şeyden bir el çekiş isteği uyanmıştı bende ve konferanslarını ezberlercesine dinledim. Daha sonra eserlerini okumaya başladım, her gün Necip Fazıl ile geçiyordu. Sosyal medyadan sözlerini paylaşıyor, arkadaşlarıma onu anlatıyordum. Bir gün liseden bir arkadaşımı gördüm, bana “Necip Fazıl naber?” demişti. Yani benim kafamı dolduran mesele arkadaşım tarafından onaylanmıştı. Sürekli Necip Fazıl’ı dinleme ve okuma isteği bende yazma isteğine dönüştü, nihayet yıllar yılları kovaladı ve buralara kadar geldik.
Bu kısa anekdottan sonra konumuza geri dönelim. Necip Fazıl’ın eserlerini arkadaşlarına ithaf etmesi konusunu ele alalım mesela. İlk kitaplarında ve dergilerde arkadaşlarına ithaf ettiği olmuştur. Bazı ithafları sıralayalım: “Geceyarısı ve Şehirlerin Dışından” şiirleri Peyami Safa’ya, “Kaldırımlar” Yakup Kadri’ye, “Kadın Bacakları” Mustafa Şekib’e, “Dalgalar” Abdülhak Şinasi’ye, “Keder” Fikret Adil’e, “Gözler” Refik Ahmed’e, “Zaman” Burhan Toprak’a ithaf edilmiştir. Sonraki kitaplarda bu ithafların hiçbiri yoktur. Necip Fazıl’ın çok mücadeleli geçen hayatında dost çevresinin devamlı dağılıp yeniden toplanması, önce yakını kabul ettiklerini, tıpkı şiirleri gibi sonradan reddetmesi sebebiyle veya herhangi bir minnet duygusunu hatırlatabilir endişesiyle bu ithaflar silinmiş olabilir. [3]
Necip Fazıl’ın 1936 yılında, ilk yedi sayısını Ankara’da, geri kalan on sayısını da İstanbul’da çıkardığı Ağaç dergisi, dönemin belli bir sanat ve düşünce anlayışını ortaya koyması bakımından oldukça önemli bir faaliyettir. Ağaç dergisinde devrin hemen bütün tanınmış isimleri yer alır. Bunların arasında Necip Fazıl, Ahmet Muhip, Ahmet Kutsi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı ve Ziya Osman şiirleriyle; Mustafa Şekip, Suut Kemal Yetkin fikri yazılarıyla; Sabahattin Ali ve Samet Ağaoğlu hikâyeleriyle; Fikret Adil, Sabahattin Eyüboğlu ve Bedri Rahmi sanat yazılarıyla derginin kadrosunu oluştururlar.
1936’lı yılların kültür ve sanat hareketleri içinde büyük bir ağırlığı olan Ağaç dergisi tecrübesinden yedi yıl sonra, Necip Fazıl’ı bu defa Büyük Doğu macerasına atılmış olarak görürüz. İlk sayısı Eylül 1943’te neşredilen ve çeşitli aralıklarla 1978’e kadar yayınına devam eden Büyük Doğu dergisi, yakın devir kültür hayatımızda başka bir benzeri bulunmayan, gerçek bir maceradır. Büyük Doğu’nun ilk iki devresinde Peyami Safa, Sait Faik, Salih Zeki Aktay, Muhsin Ertuğrul, Cemal Tollu, Oktay Akbal, Kazım Nami, Burhan Belge, Sedat Hakkı Eldem, Zahir Güvemli vb. imzaların ilavesiyle yine Ağaç kadrosunun büyük bir kısmı yer alır. Gerek Ağaç gerekse Büyük Doğu’nun ilk devresinde yaşayan edebiyat açısından dikkati çeken önemli bir nokta, Necip Fazıl’ın daha sonraki dönemlerde görüleceği üzere fildişi kulesinde olmayıp, yaşayan edebiyatın bizzat içinde ve adeta ona yön verecek mevkide bulunuşudur.
Necip Fazıl Babıali kitabının yazılış sebebini şu cümlelerle açıklar: “Korkmadan söylenebilir ki Tanzimat sonrası, taklitte bile beceriksiz Türk edebiyatında böylesine bir soyunup dökünme cesareti kimsede görülmemiştir.” Daha sonraki sayfalarda da şu cümle yer alır: “Bu eser, o başıboşluk âleminde, Genç Şair’in efendisini mümkün olduğu kadar yüksekte ve münezzeh tutmak için bu defa serpintiyi kendilerine ve ana aksiyonu kendisine bağlıyor.” Necip Fazıl’ın “efendisi” olarak belirttiği mürşidi Abdülhakim Arvasi’dir.
Yazar, hatıralarında kendisinden devreler halinde üç isimle bahseder: Genç şair, sabık şair ve mistik şair. Bu isimler, çevresindekilerin Necip Fazıl’a, onun hayat çizgisinin çeşitli devrelerinde taktıkları sıfatlardır. 1924-28 yılları arasında bir taç gibi başlarda taşınan, kendisine “yeni Türk şiirinin şairi” denilen, Abdullah Cevdet’in neşrettiği İctihad’ın kapağında “Türkiye’nin Baudelaire’i” diye tanıtılan Necip Fazıl, kendi deyimiyle “kurtarıcısını bulduktan” (Abdülhakim Arvasi’yi tanıdıktan) sonra, sanatının yönü dini planda ilerlerken, ona bu kez “sabık şair” veya “mistik şair” adı uygun görülür. [4]
1930 yılında yayımlanan “Kop Dağında Bir Dükkân” adlı yazısında, hakiki sanatın ne olduğunu şu şekilde açıklar:
“Sanat önü kalabalık bir çeşmedir. Kimi bu çeşmenin bilek kalınlığında dökülen kevseriyle avuçlarını doldurup içer, kimi dolu avuçlardan fışkıran damlacıklarla dilini ıslatır; kimi çeşmenin yalağındaki artık sulara başını gömer, kimi de suların toprak üzerinde akan ve ayaklar altında ezilen bulanık ve çamurlu yollarına yüzükoyun kapanır!”
Necip Fazıl’ın şiir serüvenini siyasi ve sosyal anlamda dünya görüşündeki değişimleri paralel olarak üç dönem halinde ele alabiliriz:
1. Çoğu koşma tarzında yazılan, mesela “Köroğlu”, “Gurbet”, “Ninni”, “Anneme Mektup” ve “Allah” gibi şiirleriyle edebiyat dünyasında bir anda yıldızı parlayan Necip Fazıl’ın bu ilk döneme ait en karakteristik şiiri, 1927’de yazılan “Kaldırımlar”dır. Bu ilk dönem aynı zamanda Necip Fazıl’ın arayışlar, buhranlar ve ferdi ıstıraplarının oldukça yoğun olduğu bir dönemdir. 1935-36 yılına kadar, aşağı yukarı on yıldan fazla süren bu döneme ait şiirlerinin özünde, onun zaman zaman toplumsal buhranları ferdi buhranı gibi yansıttığı da dikkat çeker.
2. 1935-36 yıllarından sonra ise onun ferdî buhranı biraz durulur gibi olur. Şair bu dönemde ferdi ve kısmen sosyal problemlerini halleder gibi görünür. Bu dönemi ise daha sonra çeşitli değişiklikler yaparak adını da “Çile”ye çevirdiği “Senfonya” adlı şiiri temsil etmektedir.
3. 1943 yılının sonlarında Büyük Doğu dergisini çıkarmasıyla başlayan üçüncü dönem ise ferdî buhranlarından tamamen kurtulduğu, bir nevi sükuna erdiği olgunluk dönemidir. Bu dönemin en tipik şiiri ise 1949’da kaleme aldığı meşhur “Sakarya Türküsü”dür. [5]
Allah’ı arama düşüncesinin ilk örneğini 1923’te yazıp Yeni Mecmua’da neşrettiği, 1925’te “Örümcek Ağı” isimli ilk şiir kitabına aldığı hâlde, daha sonraki kitaplarında görmediğimiz “Allah” şiirinde buluruz:
“Bu dem tâ gönülden vurgunum Allah! / Akmayan su gibi durgunum Allah!
Dağlardan ağır yük olan bu canı / Taşıyıp çekmeden yorgunum Allah!
Dertliyim işte ben, bahtiyar nerde? / Yolcuyum, gittiğim o diyâr nerde?
Allah’ım, Allah’ım sesini duyur, / Aşkına yâr olan kula yâr nerde?
Sorsalar varlığın bir sır mı olur? / Kul yükü bu kadar ağır mı olur?
Yüksek’e çıkınca öksüzün âhı / Şu derin göklerin sağır mı olur?
Gözümde şimdi bir damla yaş yok mu? / Bana bir duygusuz deli baş yok mu?
Yüreği yardı da hasretin oku / Kafamı hüsranla kırar taş yok mu?
Allah’ım, derdime dert katan kimdir? / Varlıkta yokluğu aratan kimdir?
Çığlığım yüksekçe gibiyse eğer / Onu da beni de yaratan kimdir?
Nazarlar önünde perdesin Allah! / Neden bir görünmez yerdesin Allah!
Bu dem tâ gönülden gelirken sesin / Söyle sen nerdesin, nerdesin Allah!” [6]
Bir hadiste: “Muhakkak ki Allah’ın arşı altında, anahtarları şairlerin dilleri olan birtakım hazineler gizlidir!” denilmektedir. İşte bir sanatkâr olarak Necip Fazıl’ı da bütün politik ve hesaplaşmaların dışında, burada sözü edilen gizli hazineleri keşfetmeye çalışan Cumhuriyet devrinin müstesna şairlerinden biri olarak ele almak gerekmektedir. [7]
Notlar
[1] Necip Fazıl Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim 2, Toker Yayınları, 1968, s. 9.
[2] Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, TDV İslam Ansiklopedisi, 2022, 25. cilt, s. 484-485.
[3] M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek’in Şiirlerinin Poetika Açısından Tekevvünü, Milli Kültür, 49. sayı, Ankara, 1985, s. 45.
[4] Abdullah Uçman, Necip Fazıl’ın Edebiyat ve Sanat Çevresi, Yönelişler: Aylık Sanat ve Kültür Dergisi, III. cilt, 25. sayı, [Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı], İstanbul, 1983, s. 25-28.
[5] Abdullah Uçman, Necip Fazıl’ın Şiirinde Dönemler, Türk Dili: Dil ve Edebiyat Dergisi, I. cilt, 541. sayı, Ankara, 1997, s. 79-81.
[6] İbrahim Kavaz, Necip Fâzıl Kısakürek’in Şiiri ve Şiirlerindeki Değişimler Üzerine, Fırat Üniversitesi Dergisi: Sosyal Bilimler, III. cilt, 2. sayı, s. 205-206.
[7] Uçman, agm., s. 88.