14 Kasım 2025

“The Love That Remains”: Ayrılığın içinden sızan sıcaklık

13. Boğaziçi Film Festivali’nde gösterilen “The Love That Remains”; İzlanda’nın ıssız bir kasabasında ayrılıkla yüzleşen üç çocuklu bir ailenin, sevginin farklı biçimlerde var olabileceğini keşfetmesini anlatıyor. H. Pálmason, derinlikli anlatımla ayrılığın ardında kalan sıcaklığı görünür kılıyor.

İzlanda sinemasının kendine özgü, hafif buğulu ama bir o kadar da keskin atmosferini sevenler için Hlynur Pálmason imzalı “The Love That Remains” hem sıcak hem de çıkmazlarla örülü bir eve dönüş hikâyesi anlatıyor. Yönetmenliğin yanı sıra senaryoyu ve görüntü yönetmenliğini de üstlenen Pálmason, yine kendi sinemasının alametifarikası olan o sakin ama sert iç gerilimi, bu kez bir ailenin çözülme hikâyesi üzerinden kuruyor.

Film, İzlanda’nın uzak bir sahil kasabasında yaşayan üç çocuklu bir ailenin oldukça sıradan görünen ama içten içe kaynayan günlerine odaklanıyor. Anne ve babanın ayrılık kararı almasıyla birlikte o sessiz kasaba artık sadece rüzgârın değil, duyguların da sert estiği bir mekâna dönüşüyor. Aile bireylerinin her biri kendi cephesinde bu kararı anlamlandırmaya, kabullenmeye ve belki de yok saymaya çalışırken, hikâye sakin adımlarla ama derin bir sızıyla ilerliyor.

Doğal, yalın ve bir o kadar etkileyici hayatlar

Saga Garðarsdóttir ve Sverrir Gudnason, oynadıkları Anna ve Magnus karakterleriyle ebeveynlik ile bireysel mutsuzluk arasındaki o ince çizgiyi büyük bir doğallıkla taşıyorlar. Aralarındaki kırgınlık hiçbir zaman melodrama düşmüyor; daha çok bir kar altı çatlağı gibi, gözle görünmese de her sahnede hissediliyor. Hatta aralarındaki dostluk, ebeveynlik ve eş rollerinin olmadığı zamanlarda tatlı bir sıcaklık olarak yayılıyor birbirlerine, ailelerine. Sverirr’in canlandırdığı Magnus karakteri; babalığın ve eş olmanın ağırlığını ve sorumluluğunu işi dolayısıyla ihmal ettiğini düşünerek yoğun bir suçluluk duygusu yaşıyor. Bu duyguyu ve ailedeki izi; zaman zaman filmdeki bazı metaforik ifadelerle anlayabiliyoruz. Evin bahçesinde konumlanan ve çoğu zaman çocukların yerleştirmesiyle sembolik varlığı değişen kukla örneğin. Çocukların ok atarak oynadığı bu kukla; anne babalarının ilişkilerini kendi aralarında konuştuğu bir sığınak hâline geliyor; yara alan bir kadını simgelercesine. Yani annelerini, Anna’yı…

Saga Garðarsdóttir’in hayat verdiği Anna, eşinin kontrol mekanizmasından yorulmuş; gençliğini ona ve çocuklarına adamış, nihayet kendi ayakları üzerinde durmak için çabalamaya gayret eden genç bir kadın. Sanatıyla uğraşırken bir yandan da İzlanda’nın sert iklimiyle mücadele etmeye çalışıyor. Çocuklarını tabiatla iç içe büyütmeye, anne olmanın sorumluluğunun yanında sanatında ilerlemeye gayret eden bir kadın. Denizci olan eski eşinin dostluğu her ne kadar burada yardımcı bir faktör olarak ortaya çıksa da çoğu zaman yokluğuyla onu yalnız bırakmış. Bu sebeple tek başına tüm yükleri omuzlayan bir karakter Anna.

İda Mekkin Hlysdottir (İda), Porgils Hlynsson (Porgils) ve Grimur Hlynsson (Grimur) ise bu evin tatlı, mutlu çocukları… Baba figürünün ne var ne yok oluşu, babalarıyla kurdukları ilişkiyi belirsizleştirirken; anneleriyle aralarındaki bağ git gide güçleniyor; sıcacık yuva bir tek annelerinin evi oluyor. Anne ve baba arasındaki dostluğun sağlamlılığı ve kesilemeyen bağ ise onların hem aile örüntülerini koruyor hem de içlerinde duygu bir karmaşası yaşatıyor. Onlara göre bu ayrılık, belki de hiç olmamalıydı.

Magnus için de ayrılık, geç gelen bir pişmanlık. Eşi ve çocukları için çabalamak, emek vermek, zaman ayırmak özlemi; gemideki yalnızlığıyla yüzleştiriyor. Acil bir durum olduğunda onların yanında olamamak, uçsuz bucaksız bir denizin ortasında onu biçare bırakıyor. Ama Anna için bu karar oldukça net ve doğru. Magnus’la olan ilişkisini yeni bir dinamikte yeniden kurmak, ailesini evlilikteki sorunlardan arındırarak birlikte var etmek istiyor. Ve bunu Magnus’u dışlayarak değil, onu yeni gerçekliğin içinde tutuyor.

Bu noktadan baktığımızda filmin; aslında ayrılığı bir yıkım olarak sunmaktan özellikle kaçındığını görüyoruz. Elbette krizler, kayıplar, tartışmalar var; hayatın kendisi gibi. Fakat Pálmason, tüm bunların içinde kalan küçük ama değerli şeyi, yani birlikte yaşanmış anların ve insani sıcaklığın hâlâ hayatta olduğunu hatırlatıyor. Aile bireyleri, kopuşun sancısını yaşarken bile birlikte vakit geçirmenin önemini keşfetmeye devam ediyor. Bir anlamda film, sevginin bazen yeni bir form aldığını ama tamamen yok olmadığını fısıldıyor izleyiciye. Ayrılık belki bir son değil; sadece sevginin girdiği yeni bir kabuk.

İzlanda’nın sessiz çığlığı

Pálmason’ın kendi kamerası, kasabanın ıssızlığını neredeyse bir karakter gibi öne çıkarıyor. Gri gökyüzü, geniş boşluklar, ev içindeki daralan planlar… Hepsi aile fertlerinin duygusal sıkışmışlığına paralel bir atmosfer yaratıyor. İzlanda’nın soğuğu perdeye vururken, aile içindeki kırılganlık da bir o kadar görünür hâle geliyor. Kadın erkek ilişkisi, anne baba rolleri gerçekliğin gölgesinde yeniden tartışmaya açılıyor.

“The Love That Remains”, büyük olaylar anlatmayan ama küçük detaylarda devleşen bir film. İzlanda rüzgârı yüzünüze çarparken, karakterlerin iç dünyaları kalbinize hafifçe dokunuyor. Pálmason, yine kendine özgü sinema dilini koruyarak, ayrılığın acısını romantize etmeden ama insan ruhunun dayanıklılığını da unutmadan, sıcak bir tonla aktarıyor.

Boğaziçi Film Festivali'nin Uluslararası Yarışma seçkisine yakışan bu film, izleyene “hayat ne olursa olsun yaşamaya değer” dedirten o hafif ama kalıcı etkiyi bırakıyor.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...