15 Ekim 2025

Objektifin ardında: Robert Capa

Yazı dizimizin bu durağında, savaşın kalbinde, ölümle dans eden bir ruhun objektifin ardında kalan hikâyesininin peşine düşüyoruz. Meşhur kamerasını hayatının kalkanı yapan fotoğrafçı Robert Capa'nın aşk, kayıp ve sonsuzlukla örülmüş portresini yanmış bir film karesinden çıkarmaya çalışacağız.

O, ışığın ve gölgenin efendisiydi; savaşın acımasız ritmini yüreğinin deklanşörüyle tutan, ölüme en yakın mesafede durmaktan asla çekinmeyen efsanevi bir ruhtu. Onun hayatı, bir fotoğraf makinesinin objektifinden yansıyan 20. yüzyılın çalkantılı, kanlı ve görkemli tarihiydi. Hikâyesi ise Macaristan’ın melankolik sokaklarından başlayıp, dünya savaşlarının cehennemî ateşinde bir yıldıza dönüşen, şiirsel bir destan oldu:

Robert Capa

Endre Ernő Friedmann, 22 Ekim 1913’te, Budapeşte'nin Yahudi mahallesinde, siyasi fırtınaların kapı eşiğinde gözlerini dünyaya açtı. Gençliğinin ateşi, adaletsizliğe isyanla yanarken, 18 yaşında, ülkesindeki baskıcı atmosferden kaçıp, umut ve sanat şehri Berlin'e sığındı. Burada, tesadüfen eline aldığı bir Voigtländer kamera, onun kaderinin pusulası oldu. O, fotoğrafta, kelimelerin kifayetsiz kaldığı acıları, sevinçleri ve isyanları donduracak bir "sessiz çığlık" gücü keşfetti. Ancak Nazizm’in kara bulutları Berlin semalarını da kaplayınca, Endre bir kez daha yerinden edildi.

1933’te, sanatın ve özgürlüğün son sığınağı olan Paris’te, Endre’nin hayatı, Gerda Taro’nun ışıltılı zekâsıyla kesişti. İki mülteci ruh, sadece aşkı değil, aynı zamanda hayatta kalmanın ve tanınmanın stratejisini de buldu. Endre’nin doğuştan gelen karizması ve Gerda'nın pazarlama dehası birleşti: "Endre Friedmann" öldü, yerine Amerikalı, gizemli ve yetenekli fotoğrafçı Robert Capa doğdu. Bu isim, bir zırh, bir efsane ve Capa'nın hayat boyu taşıyacağı bir kehanet oldu. Artık o, hayatı, tüm acımasızlığıyla, bir Amerikan film yıldızının pervasızlığıyla kayda geçirecek olan adamdı.

Capa, gerçek fotoğrafçılık dehasını, 1936’da başlayan İspanya İç Savaşı’nın tozlu, kanlı cephelerinde keşfetti. Faşizme karşı mücadele eden Cumhuriyetçilerin yanına, hayat arkadaşı Gerda Taro ile omuz omuza koştu. Onun felsefesi basitti ve cüretkârdı: “Eğer fotoğraflarınız yeterince iyi değilse, yeterince yakın değilsiniz demektir.” Capa, siperlerin en dibinde, ölümün soluğunu ensesinde hissederek çalıştı. Objektifi, bir mermi deliği kadar dürüsttü; makinesi, kalbinin atış hızında titriyordu.

Ve işte o an geldi:

Düşen Cumhuriyetçi Asker

5 Eylül 1936. Cordoba cephesinde, Capa, tüm savaş fotoğrafçılığını yeniden tanımlayan o kareyi çekti: “Düşen Cumhuriyetçi Asker”. Bu fotoğraf, bir insanın hayatının, bir saniyelik bir hareketle, kollar havada, bedeni yerçekimine yenik düşerken nasıl sonlandığını gösteren, epik ve lanetli bir güzellikti. Tartışmalar yüzyıllarca sürse de, fotoğrafın gücü, gerçekliğin kendisinden daha sarsıcıydı. Capa, fotoğrafıyla, o askerin son nefesini ölümsüzleştirdi, onu tarihe bir kahraman olarak kazıdı. Ancak bu zaferin bedeli ağır oldu: 1937'de, Gerda Taro, cephede trajik bir şekilde can verdi. Capa’nın kalbi, o günden sonra hep bir yanı eksik, bir yanı yaralı kaldı. O artık, hem aşkının hem de savaşın sonsuz yasını tutan bir gezgindi. Bu acıyla, Çin-Japon Savaşı'na yöneldi; adeta kendi acısını dünyanın acısında eritmeye çalışıyordu.

1940’ların küresel yangını, Capa’yı Kuzey Afrika’dan İtalya’ya, İngiltere’den nihayet Avrupa’nın kurtuluş umudu olan Normandiya’ya sürükledi. Life dergisi için çalışan Capa, tüm dünyaya, savaşın sadece stratejiden ibaret olmadığını, aynı zamanda insan ruhunun en derin korkusu ve en büyük cesareti olduğunu gösteriyordu.

6 Haziran 1944, Capa'nın efsanevi kariyerinin doruk noktası ve neredeyse sonu oldu. Amerikan askerlerinin ilk dalgasıyla birlikte, Omaha Sahili’nin buz gibi, kanlı sularına atladı. Kurşunlar etrafında vızıldarken, elindeki küçük kamera onun tek kalkanıydı. Su altında, kum ve barut dumanı içinde, ölüme birkaç santim uzaktan meydan okuyarak 106 kare çekti. Bu kareler, cehennemin kapılarını aralayan titrek, bulanık, ama inanılmaz derecede dürüst görüntülerdi. O anki dehşet, fotoğrafın tanecikli dokusuna, grenlerine işlemişti.

Fakat kader, bu destansı tanıklığa acı bir oyun oynadı: Londra’daki bir laboratuvarda, kurutma dolabındaki yüksek ısı nedeniyle, Capa’nın çektiği 106 kareden 103’ü eriyip, yok oldu. Geriye, bir rüya kadar bulanık, bir kâbus kadar gerçek olan sadece on bir kare kaldı. Capa'nın ölüme meydan okuyarak çektiği o karelerin büyük kısmının bir teknisyen hatasıyla yok olması, savaşın anlamsızlığını ve trajedisini sanki sembolize ediyordu. Bu "Büyülü 11" savaşın estetiğini değil, onun saf karmaşasını ve dehşetini dünyaya haykırdı.

Magnum

Savaş bitti. Capa, geride kalan o yorgun ama neşeli adam, 1947'de Henri Cartier-Bresson ve diğer dostlarıyla Magnum Photos'u kurarak, fotoğrafçılara sanatlarını ve haklarını geri verdi. Magnum, onun sanatsal ve etik mirasının en büyük anıtıydı. Artık o, Hollywood’un ışıltılı çevrelerinde (Ingrid Bergman ile yaşadığı aşk gibi) boy gösteriyor, John Steinbeck ile barışın Sovyetler’ini belgeliyordu. Ama ne aşkın ateşi, ne de barışın huzuru, savaşın adrenalinini damarlarından atmasına izin verdi.

Robert Capa, kalbinde hep bir boşlukla yaşadı. Sanki yaşam, cephedeki o anlık deklanşör sesleri kadar yoğun değilse, gerçek değildi. 1954 yılı geldiğinde, yeni bir savaşın çağrısına kayıtsız kalamadı: Fransa işgali altındaki Vietnam (Hindiçin Savaşı). Life dergisi için görevlendirilen Capa, 25 Mayıs 1954'te, yine en önde, askerlerin arasındaydı. Bir an durdu, fotoğraf çekmek için öndeki bir tepeden manzaraya baktı ve "Hızlanın! İnsanlar kadrajdan çıkmadan önce!” dediği iddia edilen son sözlerini fısıldadı. Koşmaya başladı. O anda, toprak altındaki bir kara mayınına bastı.

Robert Capa, Endre Friedmann, Vietnam’ın pirinç tarlalarında, o çok sevdiği "yakınlık" ilkesinin bedelini canıyla ödedi. Geride, sadece 40 yıllık kısa ama fırtınalı bir ömür, 70.000’e yakın kare ve savaşın kanlı estetiğine düşülmüş, dürüst, dramatik ve sonsuza dek kalbimize kazınmış bir not bıraktı. Onun deklanşörü, ölüme meydan okuyarak sonsuzluğa yürüyen, görkemli bir şairin son nefesiydi.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...