06 Temmuz 2025

Kalamış kıyısında Avrupa rüyası: Sound of Europe

Kalamış’ta yıldızların altında Avrupa'nın sesi yankılandı! Sound of Europe Festivali, gypsy caz’dan etno-caz’a, farklı kültürlerin melodilerini halk şenliğinde buluşturdu. Sınırları aşan notaların ve o büyülü atmosferin bıraktığı huzur dolu anlara hazır mısınız?

Temmuz güneşi yavaşça Marmara’nın üzerine alçalırken, Kalamış Atatürk Parkı’na yayılan o tatlı heyecanı tarif etmek zor. Havada sadece iyot kokusu değil, notaların, farklı dillerin ve ortak bir beklentinin kokusu vardı bu hafta sonu. Dört yıldır olduğu gibi bu yıl da Sound of Europe Festivali, şehrin en güzel parklarından birini dev bir açık hava sahnesine, kültürlerarası bir buluşma noktasına çevirmişti. Ve biz, yani çimlere yayılmış müzik tutkunları, bu büyünün bir parçası olmaya gelmiştik. Bazılarımız bilhassa bu etkinliğin programına göre kendimizi planlamış, bazılarımızsa sahilde sakin bir gün geçirmek için hazırlanmışken böyle keyifli bir sürprizle karşılaşıvermiştik. Çimlere serilen örtüler, katlanabilir sandalyeler, soğuk içecekler ve kalben sarıldığımız dostlarımızla müziğin keyifli ritminde buluşmak için oradaydık. Müziğin birleştirici, demokratik ruhu o kadar açık bir şekilde konuklarını karşılıyordu ki ayrım ayırdı oluşturacak hiçbir kesimi boşlukta bırakmıyordu. Neşenin işlendiği ritimler her yaştan insanı dansta ve muhabbette kucaklıyordu. Dil, din, ırk, yaş… müziğin içinde önemsizdi.

Bu festivalin arkasında anlamlı bir iş birliği olduğunu bilmek, deneyimi daha da değerli kılıyor elbette. Avrupa Birliği’nin Yaratıcı Avrupa programı desteği, EUNIC (Avrupa Birliği Ulusal Kültür Enstitüleri) ve Kadıköy Belediyesi gibi yerel kurumların el ele vermesiyle ortaya çıkan bu organizasyon; kâğıt üzerinde bir proje olmaktan çok, yaşayan, nefes alan bir organizma gibiydi, bunu dinleyici olarak bize hissettirmeleri tabii ki takdir edilmesi gereken bir başarı. İnşa edilmeye çalışılan uluslararası beraberlik; bürokrasinin soğuk yüzüyle değil, müziğin içinde barındırdığı açıklıkla, sıcak ve birleştirici eliyle gerçekleşmişti. Müziğe ücretsiz ulaşım ise bu etkinliği gerçek bir halk şenliğine dönüştürmüştü. Zira burada bilet kuyrukları değil; piknik sepetleri ve meraklı bakışlar vardı.

Cumartesi: Enerjinin ve nostaljinin dansı

Festivalin benim için başlangıcı olan cumartesi akşamı, tam bir müzikal lezzetler geçidiydi. Sahneye önce Polonyalı grup, Justyna Jary & Alegancka Kapela müthiş enerjileriyle çıktı. Justyna Jary vokalde şen sesiyle ritme kapılmamızı sağlarken; davulda Artur Lipinski, tenor ve bariton saksafonda Grzegorz Rytka, mandolin, banjo ve gitarda Janusz Tytman, akordeonda Mateusz Wachowiak ve kontrbasta Michal Zun o ritimin diğer yaratıcıları olarak ruhumuzu doldurdular. Onların sahnesinde bir zaman makinesine binmiş gibiydik. Varşova’nın eski tangoları, valsleri akordeon ve saksafonun içli ezgileriyle Kalamış rüzgârına karışırken, bir an için kendimizi başka bir coğrafyanın siyah-beyaz bir film karesinde hissettik. Bıraktıkları güzel hissiyat festival programı gereği maalesef sadece bir saat kadar sürdü. Onlar alkışlar eşliğinde sahneden inerken, biz de başka bir melodik yolculuğu ve bizi götüreceği hikâyeyi beklemeye koyulduk.

Bu müzikal seyrin ikinci durağı İtalya’ydı. Bizi bu sefer karşılayan İtalyan üçlüsü Accordi Disaccordi’ydi. Grup; müzikleriyle hem mocuchne cazının cazibesine doğru bizi çekiyor, hem de Akdeniz’in güneşli melodileriyle Latin ritimlerini rock’ın enerjisinde buluşturuyor, türler arasında keyifli geçişler yapıp bizi mest ediyordu. Manouche ve elektro gitarda Alessandreo Di Virgilio ve Dario Berlucchi, kontrbas ve synthesizer’da Dario Scopesi nabzımızdaki ritmi değiştirirken; “gypsy caz”ın ne kadar ateşli ve virtüözite gerektiren bir tür olduğunu kanıtlıyorlardı bir bakıma. Accordi Disaccordi’nin canlandırdığı müzikal ruh; Akdeniz’in sıcak ritimleriyle buluşup parmak uçlarından gitarlarına, oradan da bizim damarlarımıza akıyordu sanki.

Birer saatlik bu keyifli performansların ardından güneş batarken ritim de yükselmeye başladı. Hollandalı WIES’in rock ve elektronik pop türlerinin birbirine karıştığı coşkun melodileri anında biz dinleyicileri duygulardan duygulara sürükledi. Yüzümüze Kadıköy sahilinden esen tatlı rüzgâr dokunurken bazen hüzünlendik, bazense coşkuyla keyiflendik. Duygular arasında bizi gezdiren ana unsur WIES’in baş vokalisti Jeanne Rouwendaal’in yumuşak, dokunaklı sesi olmuştu. Elinde elektrogitarıyla Jeanne’ye davulda Ve Huijser, bas gitarda Teun van der Maarel eşlik ediyordu. Bu üçlünün yaşattığı duygu iklimi, Kalamış’ı değiştiriyor, dönüştürüyor, yaşanmış ve yaşanmayı bekleyen anılarda aynı anda gezdiriyordu. Bu yolculuk da ne yazık ki bir saatin sonunda nihayete erdi.

Gecenin daha sakin ama bir o kadar da derin kapanışını ise Avusturyalı SODL yaptı. Hafif çatallı, samimi sesi ve Fiona Apple’ı andıran içten melodileriyle, günün tüm coşkusunu tatlı bir melankoliyle toprakladı.

Gece daha çok melodiyi ruhunda harmanlamayı diliyordu sanki, kimse bu harmanın yankıları bitsin istemiyordu. Ama etkinliğin de sonu gelmişti, yarın için ise planlar yeniden yapılıyordu. Bu serüvene eşlik eden her melodi, bambaşka hikâyeler anlatıyordu, ritimleri farklı, enerjileri ayrıydı. Fakat her biri ne şehrin akışına ne de gecenin sakinliğine müdahale ediyordu. Muhtelif coğrafyalardan da olsa ezgiler; şehrin ve insan yaşamının birer parçası gibi etrafa yayılıyordu. Dokusu, desibeli, enerjisi, atmosferi Kalamış’ta “bir tatlı huzur almaya gelenlere” istediğini veriyordu sadece.

Pazar: Melodilerin şiirsel yolculuğu

Pazar günü park daha da kalabalıktı, sanki festivalin son gününü kaçırmak istemeyenlerle dolup taşmıştı. Zaten dünkü konuklardan “Yarın da geleceğim, özellikle merak ettiğim gruplar var” dedikleri duymuştuk. Belli ki büyük bir merakla ve beklentiyle bugüne hazırlamıştı dinleyiciler kendilerini. Ve ne kadar haklı olduklarını anlamamız uzun sürmedi. Bizi önce Ahmet Alân’ın kurmuş olduğu alân grubu karşıladı. Piyano ve perküsyonda Ahmet Alân, kontrbasta Çağatay Öncü, davulda Kaan Ahıskalı, trompette Utku Gürler ve klarnette Onur Çalışkan; bize ait melodilerle cazın enfes birleşimini sundular. Geçen sene, yani 2024’te İKSV’nin düzenlediği Genç Caz+ seçmelerini kazanan alân, aynı zamanda 31. İstanbul Caz Festivali’ndeki sahnesiyle de büyük beğeni toplamıştı. Bu beğeninin değerini Kalamış dinleyicisi de nihayet bu akşam tatmış oldu. Bu performans, bir nevi bu topraklara ait olanın ne kadar evrensel olabileceğinin, Van’dan İstanbul’a uzanan bir müzik yolculuğunun Avrupa’nın seslerine ne kadar güçlü bir yanıt verebileceğinin kanıtı gibiydi.

Gecenin en özel anlarından biri ise şüphesiz Alman-Türk projesi olan Murat Coşkun & Beatriz Picas ikilisinin performansıydı. Bir yanda Murat Coşkun’un parmaklarında hayat bulan vurmalılar, diğer yanda Beatriz Picas’ın ruhuyla çaldığı çello… Türk ve Portekiz köklerinden beslenen bu müzikal diyalog, festivalin “kültürlerarası köprü” misyonunun ete kemiğe bürünmüş hâliydi.

Ardından sahneye çıkan İspanyol Adiós Amores’in 60’lar ve 70’ler estetiğiyle dolu psikedelik-indie melodileri, Kalamış’a nostaljik bir film seti havası kattı. Iman Amar, Ana Valladares ve Guille Briales’in bir araya gelerek oluşturduğu bir latif grubu dinlerken kendimizi âdeta bir Almodóvar filminin en havalı sahnesinde gibi hissediyorduk. İspanya’nın sıcakkanlı, tatlı esintisini zaman-aşırı ve melodik bir yolculukla bize taşıyan bu keyifli anlar Sound of Europe’un en unutulmaz dakikalarını bize sunuyordu. Güneşin Marmara’nın ardında kaybolup akşam karanlığının usulca etrafa yayılması, yavaş yavaş sona yaklaştığımızı haber veriyordu maalesef. Adiós Amores sahneden inerken, bu iki günün nihayete ereceğini anlıyorduk.

Ve tabii ki final… Fransa’dan gelen Oriane Lacaille, bu gecenin son melodilerini bıraktı gökyüzüne, Kalamış’ın yeşil çimenine, muhabbetle dolan kalplere. Hem sesiyle hem ürettiği şarkılarıyla hem de enstrüman hâkimiyetiyle büyüleyen Oriane Lecaille, ukulele ve perküsyonun zarif birlikteliğiyle bizi Reunion Adası’nın kreol ezgilerine götürüyordu bir bakıma. Bir yandan Fransızca ve Kreol dilini şiirsel bir ahenkle birleştiren şarkılar bize aşkı anlatıyordu, öte yandansa herkesi saran “müziğin birliktelik hissiyatı” denizin üzerinden esen meltem gibi ruhumuzu okşuyordu.

Sound of Europe’tan ayrılırken aklımda kalan şey sadece harika melodiler olmadı. Birbirini tanımayan insanların aynı ritimle sallandığı, farklı dillerdeki şarkılara eşlik etmeye çalıştığı, müziğin tüm sınırları ve kimlikleri anlamsızlaştırdığı o büyülü atmosfer, yüreğime kazındı. Bu festival, Avrupa’nın sesini sadece kulaklarımıza değil, kalplerimize de taşıdı. Ben yalnızca festivalin İstanbul’daki iki gününe şahit olsam da eminim İzmir (Bostanlı Seyir Terası) ve Ankara’da (Çankaya Kuğulu Park) da aynı hislerle yüzlerce insan birbiriyle müziğin ortaklığıyla buluşmuş, bu birlikteliğin tadını çıkarmıştır.

Seneye aynı çimlerde, yeni melodilerin rüzgârında buluşmak dileğiyle…

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...