
Carrie’ye veda
And Just Like That'in finaliyle Carrie Bradshaw'ya veda ediyoruz. Bir nesle aşkı, dostluğu ve yalnızlığı anlatan bu ikonik karakterin mirasını, Big ile olan "kaygılı-kaçıngan" ilişkisini ve hayal kırıklığı yaratan devam dizisini inceliyoruz. Bu, bir devrin kapanış yazısı…
Bu yazı bolca spoiler içerir; çünkü bir veda, ister istemez hikâyenin bütününü hatırlatıyor.
Sex and the City’nin (bundan sonra SATC) devam dizisi And Just Like That’in (bundan sonra AJLT) finali geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Final yapacağını öğrendiğimden beri Carrie’ye nasıl veda edeceğimi düşünüyorum. Aslında bu, yalnızca bir karaktere değil; hayatımın farklı dönemlerine eşlik eden bir hikâyeye veda.
SATC, 90’ların sonundan bugüne yalnızca kadınların aşk ve cinsellik hayatına dair tabuları zorlamadı; şehirli kadınların hayallerini, dostluklarını, yalnızlıklarını, kırılganlıklarını da gözümüzün önüne serdi. Tabii bu hikâyenin kalbinde bence her zaman Carrie vardı.
Meşhur Carrie Bradshaw: yazılarıyla, topuklularıyla ve kıyafetleriyle kendini var eden; bir yandan bağımsızlığını savunurken bir yandan da Mr. Big’in gölgesinden kurtulamayan o genç kadın. Carrie’nin duygusal karmaşaları, çelişkileri, dönüp dolaşıp Big’e yenilmeleri çoğu zaman biz izleyicileri rahatsız etti, kimi anlarda çileden çıkardı belki ama yine de onu anlamaktan vazgeçmedik. Birçoğumuzun hayatında Big’e benzeyen insanlar oldu çünkü: Çekiminden kopamadığımız, aklımızla reddettiğimiz ama kalbimizin —daha doğrusu bağlanma biçimimizin— direndiği kişiler. Dönüp dolaşıp aynı hikâyeye saplandığımız, sonra bir gün bir şekilde aştığımız… Carrie aştı mı, ondan emin değilim. Ama AJLT’de sorduğu o soru hâlâ çok çarpıcı: “Acaba Big büyük bir hata mıydı?”
Belki de bu ilişkiyi bu kadar çarpıcı kılan şey, yalnızca iki kurmaca karakterin iniş çıkışları değil; hepimizin tanıdığı bir psikolojik dinamiğin ete kemiğe bürünmesiydi. Carrie ve Big’in hikâyesi bize bağlanma biçimlerini öğretti. Biri kaygılı bağlanan, sürekli onay, ilgi ve güvence arayan; diğeri kaçıngan bağlanan, yakınlık arttığında uzaklaşan, duygusal mesafeyi koruyan. Psikolojide “kaygılı-kaçıngan döngüsü” diye adlandırılan bu dinamik, ilişkileri tutku dolu ama yorucu hâle getirir. Bir taraf yaklaştıkça diğerinin uzaklaşması, mesafe arttıkça yeniden çekimin başlaması… Bitmeyen bir senaryo.
Bağlanma biçimleri arasında sıkışan ilişkiler
Tabii burada önemli bir not var: Bağlanma biçimleri katı birer kimlik değil. Zamanla dönüşebilir, farklı koşullarda değişkenlik gösterebilir. Bu yüzden ben onları “eğilim” olarak düşünmeyi daha doğru buluyorum. Kendi hayatımda da hem kaygılı hem kaçıngan yönlerin bir arada var olduğunu fark ediyorum. Bu yüzden onların hikâyesi bana bu kadar tanıdık geliyor olabilir.
Carrie ve Big’in ilişkisi, romantik komedi kalıplarına sığmayan bir gerçeklik sundu: Kırılganlıklarımızın ve eksik yanlarımızın birbirine çarpıp durduğu bir dünya. Bize sadece aşkı değil, bağlanmanın nasıl bir yük, nasıl bir tutku ve bazen de nasıl bir tuzak olabileceğini anlattı. Ve yalnız olmadığımızı hatırlattı.
Carrie bize yalnızlığı sevmeyi, düştüğümüzde yeniden kalkabilmeyi öğretti. Ama yalnızlık hiçbir zaman tek başına değildi; dostluklarla örülmüştü. SATC en başından beri bekârlığın eksiklik değil; arkadaşlıklarla, kahkahalarla ve paylaşılan sırlarla dolu bir yolculuk olduğunu söylüyordu. Miranda’nın zekâsı, Charlotte’un iyimserliği, Samantha’nın pervasızlığı… Aşk hikâyeleri gelip geçti ama arkadaşlıkları hep baki kaldı. Charlotte’un ikonik repliğinde dediği gibi: “Belki de biz birbirimizin ruh eşi olabiliriz...”
AJLT böyle bir mirası devralmaya çalıştı ama başarılı olabildi mi, bilemiyorum. Açıkçası Carrie’yi ve arkadaşlarını yeniden izlemek benim için çok sevindiriciydi. Ama nostaljiyle gelen bu mutluluk bir yandan da büyük bir hayal kırıklığı oldu.
Çeşitlilik, kuir temsiller, yaşlanma ve kayıp üzerine açtığı alan televizyon tarihinde önemli bir adımdı. Ama aynı zamanda bazen fazla cilalı, fazla politik doğrucu bir tablo çizdi. Carrie’nin ilişkilerini ve duygusal karmaşalarını izleyeceğimizi sanarken, dizinin ilk sezonu bir anda bütünüyle kuir temsillere yaslandı; Samantha’nın yokluğu ve zayıf senaryo ile birleşince bu durum büyük bir hayal kırıklığına dönüştü. Burada mesele temsillerin kendisi değil, bu kadar doğrudan ve didaktik bir anlatımın, dizinin kendi hikâyesiyle organik bağ kuramamasıydı. Dizi âdeta bir DEI (Diversity, Equality, Inclusion) propagandası havası yarattı. Öte yandan, orijinal dizinin de fazlasıyla beyaz, heteroseksüel ve tek tip bir şehirli kadın deneyimine sıkıştığını da göz ardı etmiyorum. Yine de bir izleyici olarak, bütün bu eleştirilerin ötesinde, orijinal dizinin havasını ve hissini devam ettirmesini beklediğimi fark ediyorum. Bununla beraber yeni dizinin şu yönünü de teslim etmek gerektiğini düşünüyorum: dostlukların iniş çıkışlara, değişime ve kayıplara rağmen sürmesini göstermesi dizinin en güçlü yanlarından biriydi. Çünkü hepimiz biraz yaş aldık; Carrie, Charlotte ve Miranda’yla beraber kendi dönüşümümüzü de izledik. Ve biz de dostlarımızla beraber yaşlanmayı diledik.
Şehirli bir kadının hikâyesi
Ve New York… Dizinin en önemli karakterlerden biri. SATC’den sonra birçok insanın bu şehre taşındığı söyleniyor; çünkü dizi, New York’u alelade bir arka plan olmaktan çıkarıp, canlı bir karaktere dönüştürdü. O sokaklarda yürüyen kadınların yalnızlığı, aceleciliği, cesareti ve neşesi, benim de hayallerimi biçimlendirdi. Oradayken attığım her adım sanki dizinin bir sahnesine denk düşüyordu. Eminim pek çok izleyici de benim gibi, bu şehre ya da başka bir mekâna SATC’nin gölgesini taşımıştır.
Gelelim AJLT’nin finaline… Açıkçası finali izlerken böyle bir sonun bu diziye yakışmadığını düşündüm. Carrie’nin yalnız kalışı hoşuma gitti; orijinal diziyle bağlantı kuruyordu. Ama AJLT’nin finali genel olarak çok zayıf kaldı. Planlanmış, üzerine düşünülmüş bir kapanıştan çok, son anda verilmiş bir karara benzeyen basit bir senaryo gibiydi. Sanki karakterlerin zamana yayılan —ya da gerçekten bir hikâyeleri var mıydı, ondan da emin değilim— yolculukları toparlanmak yerine aceleyle kapatıldı; bu da finali zayıf ve inandırıcılıktan uzak kıldı.
Yine de Carrie’nin bize bıraktığı şey tatminden çok daha fazlasıydı: Sorular, çelişkiler ve hayatla birlikte yaşlanma cesareti. Carrie bana yazıyla yaşamanın gücünü, aşkın kırılganlığını, dostluğun sürekliliğini ve yalnızlığın doğal, hatta güzel bir şey olabileceğini öğretti. Final bölümünde kitabın sonunu yeniden yazarken kullandığı cümlede olduğu gibi: “Kadın anladı ki yalnız değildi — kendi başınaydı.” Aslında SATC’nin en başından beri kutladığı da buydu; mutluluk sadece büyük aşklarda değil; dostluklarda, yalnızlıkta ve kendi yolumuzu çizebilmekte de saklıydı.
İşte bu yüzden, Carrie’nin hikâyesi bitmiş olsa da bana bıraktığı sorular hâlâ yaşıyor. Yoluma o sorularla —ve belki de dönüp dönüp açacağım eski bölümlerle— devam edeceğim. Ve belki de her yeniden izleyişte, o soruların cevabını biraz daha farklı duyacağım.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.