Dünya Türk Kahvesi Günü: Bir fincanın buharında beş asırlık hatır
5 Aralık Dünya Türk Kahvesi Günü, yalnızca bir içeceği değil; beş asırlık bir kültürü, ritüelleri, ustalığı ve hafızayı onurlandırıyor. UNESCO mirası ve AB’nin TSG tesciliyle Türk kahvesi, yerelden küresele uzanan yolculuğunda yeni bir dönüm noktasına ulaşıyor.
5 Aralık Dünya Türk Kahvesi Günü; yalnızca bir kültürün anımsanmasını ifade etmiyor bu yıl. Bir bakıma Türk kahvesinin dünyadaki yolculuğunun yeni bir dönüm noktasını da oluşturuyor. Malumunuz 2025 itibarıyla Türk kahvesi, Avrupa Birliği tarafından Geleneksel Ürün Adı (TSG) ile tescillendi. Böylece UNESCO’nun 2013’te “Somut Olmayan Kültürel Miras” ilanıyla başlayan uluslararası tanınırlık süreci, Avrupa’da da resmiyete kavuşmuş oldu.
Beş asırlık bir içecek için bu tesciller ya da resmî bilinirlikler; her şeyden öte kültürel hafızayı, ustalığı, ritüelleri ve kuşaktan kuşağa, yerelden küresele aktarılan bir yaşam biçimini de kayıt altına alan adımlar. Atasözlerine işleyen “kırk yıllık hatır” böylece asırları, coğrafyaları, nesilleri aşan, kültürel etkileşimin ne derece zengin olduğunu gösteren bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.
Peki, nedir Türk kahvesini bu kadar özel kılan; tescillerin ve resmî bildirgelerin, hatta anımsanma günlerinin de ötesinde olan? Cezvelerden köpüklü köpüklü dökülen mis kokulu kahveler hazırsa kokuyu takip ederek geçmişe gidelim birlikte…
Bir fincanlık lezzet değil, bir kültürün hafızası
Rubiaceae familyasından yüz yirmiye yakın türe sahip bir bitki aslında kahve. Üç metreden on beş metreye dek uzanan yüksekliğe sahip, soğuğa ve dona karşı hassas bir bitki… Dolayısıyla ancak tropikal iklime sahip bölgelerde yetişebiliyor. Nazlı ve narin bu güzel bitki, 15-24 derece arasında sabit bir sıcaklık, düzenli yağış istiyor; ilk meyvesini de istikrarlı iklim şartlarında üç yılda veriyor. “Kahve kirazı” (coffee cherry) deniliyor bu meyvelere ve bir ağaçtan yaklaşık 5.000 gram elde edilebiliyor. Önce yeşil, olgunlaşmaya başlayınca sarı, artık tamama erdiğinde de kırmızı renge kavuşan kahve kirazları, son hâlleriyle nihayet toplanıveriyor.
Keşfine dair birçok rivayet var ama 8. yüzyıla kadar uzandığına yönelik de birçok kayıt var. Önceleri içecek olarak değil de daha çok ekmek yapımına yardımcı bir öğe ya da yemeklere aroma katması için konulan bir yemiş olarak kullanılıyor. Özellikle de anavatanı olarak bilinen Etiyopya’da, yani eski adıyla Habeşistan’da…. Ama içecek olarak kullanışı çok sonralara tekabül ediyor. Anlatılagelen bir masal var malum: Çoban Kaldi ve keçilerinin hikâyesi. Dilden dile çağları aşarak anlatılan bu halk hikâyesinden ziyade tarihî kaynaklara (özellikle Taşköprülüzâde Ahmet Efendi’nin aktardıklarına) baktığımızda kahve; ilk olarak Şeyh Şazeli’nin (Ebu Hasan Ali bin Abdullah Abdulcabbar el Şerif el Zarcilli) yaşadığı bir olay neticesinde içecek formuna dönüşüyor. Şeyh Şazeli’nin 1252-53 yıllarında hacca giderken gemisinin Moka (Yemen) Limanı’na sığınması sonrasında yolcularla birlikte dağa sürülmesi ve kahve yemişlerini yiyerek, kaynatıp suyunu içerek hayatta kalmasına dair anlattıkları; bildiğimiz kadarıyla kahvenin içecek olarak kullanıldığına dair ilk kaydı oluşturuyor. Bu bidayet, hâlâ hürmetle anılır yüzyıllar geçmesine rağmen; Şazeli artık “kahvecilerin piri”dir ve bugün dahi çeşitli Anadolu kahvehanelerinde “Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız, Şazeli’dir pirimiz, üstadımız” sözlerinin duvarlarda asılı olduğunu görürüz.
Velhasıl, Şazeli’nin etkisiyle kahve, bir içecek formuyla Yemen’de popülerlik sağlıyor zamanla ve ticaret yoluyla Mekke ve Kahire’ye kadar cazibesi yayılıyor. O dönemde Mekke’de “kahveh kanes” denilen yerlerde içilir olması, ilk kahvehanelerin de ortaya çıkmasını sağlıyor (ismin etimolojik kökeni hâlâ tartışmalı). Uyanıklık ve insanı zinde tutması sebebiyle İslam coğrafyasında özellikle de Sufilik tarikatı başta olmak üzere zikir törenlerinde içilmeye başlanıyor ve git gide yaygınlık gösteriyor. Yavuz Sultan Selim döneminde Yemen, Mısır ve Arabistan Yarımadası’nı Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte kahve; artık bu topraklardan Anadolu’ya, oradan da İstanbul’a varıyor kültürünü beraberinde getirerek. Kanuni döneminde Yemen Valisi olan Özdemir Paşa, kendisinin sürekli tükettiği bu içeceği önce saraya götürüyor ve padişaha ikram ediyor. Kahvenin o mis kokusunun büyüsüne kapılan padişah, sarayın sofra âdetlerinin içerisine kahveyi de dâhil ederken; sarayın da dışına çıkacak bu kültürün ilk adımları da atılmış oluyor. Böylece özel ve kamusal alanlarda kahve toplumlaşmanın, sosyalleşmenin bir ritüeli olarak toplumun hayatına giriyor.
Önce Şam’da ve Halep’te çeşitli kahvehaneler baş gösteriyor; ardından da bu akım İstanbul’a taşınıyor. Peçevi tarihine göre 1554 yılında Halepli Hakem ve Şamlı Şems adlı iki kişi tarafından İstanbul’da ilk kahvehane Tahtakale’de açılıyor. Önce bu semtte, ardından da pek çok yerde kahvehaneler hem kahve içilen hem de toplumsal dinamikleri içinde barındıran sosyal bir mekân olarak yayılmaya başlıyor. Esnaf kahvehaneleri, Yeniçeri kahvehaneleri, semai kahvehaneleri ve meddah kahvehaneleri, hatta ilerleyen zamanlarda sarafim kıraathaneleri… Buralar toplumun gündelik pratiklerinden ekonomik faaliyetlerine, entelektüel etkinliklerden siyasi donanıma kadar toplumsallığın izlerini taşıyan mekânlar hâline geliyor asırlar içinde. Bazı dönemler yasaklar getirilse de toplumun içine o kadar sirayet ediyor ki bu kahve ve kahvehane kültürü; hiçbir yaptırım uzun soluklu kalamıyor.
Kamusal alanları ne kadar etkiliyorsa özel alanların da baş tacı oluyor kahve. Özel fincanlar, zarflar, ibrikler özenle seçilirken; öncesinde lokumlar, reçeller, gülbeşekerler yenilmek üzere ikramlıklara yerleştiriliyor. Sarayda ve konaklarda ritüellerle bu sunum gerçekleşse de halk arasında yine özel günlerin vazgeçilmezi oluyor. Dost sohbetinde, özel aile meclislerinde ya da kız isteme merasimlerinde muhabbete girmeden önce akla ilk kahve geliyor. Gelenekleri etkisi altına alan bu mis kokulu içecek, asırlara hiç aksamadan böylece yayılıyor…
Dünyayı ele geçiren içeçek...
Türk kahvesinin hikâyesi, Osmanlı toplumunun damarlarına sirayet ederken; yine bu topraklardan dünyaya erişiyor. 1500’lü yılların ortalarında Nurbanu Sultan’ın öncülüğünde Venedikli tüccarların kahveyi inceleyip gemilerle Avrupa’ya götürmesi bunun ilk temelini atıyor. Zira Venedikli bir bitki bilimci olan Prospero Alpinos, bu ilk tanışma üzerine kahveyi uzun süre inceliyor ve 1592’de De Plantis Aegypti Liber (Mısır’ın Bitkileri) adlı eserinde tüm detaylarıyla kahveye yer veriyor. İkinci etki, 1669’da Süleyman Ağa’nin Fransa sosyetesine tanıttığı Türk kahvesinin ardından Fransa’da açılan Café Procope, Avrupa sokaklarına taşınan ilk kahve dükkânı olmasıyla gerçekleşiyor. İngiltere, İtalya gibi ülkelere de yayılışı buradan başlıyor.
Ve nihayet, herkesin duyduğu hikâye… 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması ve Osmanlı askerlerinin Viyana’da unuttuğu çuvallar dolusu kahve. Casus olarak bilinen Avusturyalı Kolschitzky’nin bu kahveleri alıp işleyip Viyanalılara tanıtması, kahveye dair Avrupa’da asıl keşfi gerçekleştiriyor, rivayetlere göre. Tabii o dönem şeytan icadı mı denilmiyor, kâfir içeceği mi denilmiyor Hristiyanlar tarafından. Fakat kahvenin büyüsü, onları da ele geçiyor olsa gerek ki Papa 8. Clemens “Bu kadar güzel bir içeceğin sadece kâfirlere ait kalması yazık olurdu” diyerek kahveye koyduğu yasakları kaldırıyor. Artık tüm dünyada meşru bir içecek olarak nam salan kahve, 1723 yılında Gabriel Mathieu de Clieu isimli bir deniz subayının girişimiyle Amerika’ya da hızlıca yayılıyor; Brezilya, kahve meyvesinin dikildiği devasa bir araziye dönüşüyor.
Kahvenin serüveni ne bir fincana ne saatler dolusu sohbete sığıyor elbette. Kısa bir yolculukla size kahvenin kokusunun sardığı anları bir nebze de olsa anlattık size. Ama hâlâ Türk kahvesinin farkından bahsetmedik. Diğer tüm kahve biçimlerinden onu ayıran, onu biricik yapan şeyin ne olduğunu söylemedik. Gelin birlikte önce Tahtakale’ye gidelim, ilk kahvehanelerin olduğu yere.
Cezveden fincana ustalık: Yapılış ritüelinin inceliği
Kahve bu topraklara girdiği andan itibaren yapılışından sunuluşuna kadar önemli ritüellerle doludur. Kavrulması, öğütülmesi, pişirilmesi, özel cezveleri ve fincanları, ikramlıkları, sunumu… Her açıdan kendine hastır bu topraklarda. Kahve, bildiğimiz kahvedir ama bu toprağın ruhu, inceliği sirayet etmiştir. Pek çok çeşide de bürünür; Anadolu’nun kentlerinde farklı aromalarla zenginleşir, servis biçimi dönüşür, ismi türlü türlü olur. Dibek kahvesi, hilve kahvesi, süvari kahvesi, kül kahvesi… Ama klasik hâli her yerde aynıdır.
Öncelikle kahveyi, Türk kahvesine dönüştüren şey; TSE 13904 sayılı mevzuatça da desteklenen şekilde 75-125 mikron arasında bir ölçüde öğütülmüş olması ve demlemeyle değil, pişirilerek tüketilmesidir elbette. Pişirilme yöntemi sayesinde oluşan köpüğü, telvesi, miktarı da bu benzersizliğini oluşturan özellikler olarak meydana gelir.
Herkesin yaparken bir sırrı, takip ettiği bir ipucu vardır tabii. Ama tarihî kaynaklarda bu sır, çekirdeklerin kavrulmasıyla başlar. Tüm çekirdeklerin eşit düzeyde kavrulması, ardından da ahşap kutulara alınıp fazla yağın emilmesi gerekir. Sonra dibek adı verilen ahşap havanlarda dövülerek, ilerleyen zamanlarda da değirmenlerde çekilerek kahve çekirdekleri un kıvamına getirilir. Bakır cezvelerde su ile buluşmasına kadarki bu süreçte kahve üretimi oldukça elzem görülür. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde İstanbul’da iki adet tahmishanenin bulunduğundan söz eder. Bunlardan biri Tahtakale’de, diğeri Yeni Cami yakınlarındadır.
Bugünlerde de aynı mekânlarda tarihten miras aldığı üzere iki önemli kurukahveci bulunuyor. Biri Kurukahveci Mehmet Efendi, diğeri ise Nuri Toplar. İkisi de geleneksel üretimi şimdilerde teknolojiyle buluşturan markalar… Mehmet Efendi kavurmadan öğütümüne kadar kahvede bir numarayken; Nuri Toplar hâlâ odun ateşinde kahveleri kavurmasıyla önemli bir alternatif sunuyor tiryakilere. Klasikçiler Mehmet Efendi’nin yoğun tadını severken, daha yumuşak aroma arayanlar Nuri Toplar’ı tercih ediyor. Zira Nuri Toplar’ı ziyaret ettiğimizde özellikle farklarını “Daha yumuşak ve daha lezzetli olduğu için odun ateşiyle kavuruyoruz kahvelerimizi” diyerek vurguluyorlar.
Kahveyi yapan işletmeciler, daha doğrusu yeni dönem kahveciler de bu iki firma arasında seçimini yapıyor. 1983’ten beri Tahtakale esnafına çay ve kahve yapan Musa Bey, Nuri Toplar’ı özellikle tercih ettiğini söylüyor örneğin: “Buradaki çoğu çaycı ve kahveci Mehmet Efendi’nin değil, Nuri Toplar’ın kahvesini kullanıyor. Çünkü Mehmet Efendi kahveyi fazla kavuruyor. Ben yaptığım kahvenin sütlü çikolata rengi almasını istiyorum, bu yüzden hep Nuri Toplar kullanırım” diyor.
Yaptığı kahvelerle Tahtakale esnafınca nam salan Musa Bey’in pişirme yöntemi ne peki? Köpüklü ve lezzetli bir kahve için iyi bir kahveye ve iyi bir kahveciye ihtiyaç olduğunu söyleyen Musa Bey’in kendisinden dinleyelim: “Kahveyi kısık ateşte yapmamız şart. Kahvesini de bol atmak gerekir. Mesela ben dört çay kaşığı dolu dolu atıyorum. Önce kahveyi bakır cezveye atıyorum. Cezvenin bakır olması da önemlidir. Soğuk suyla kahveyi yaparsanız daha köpüklü olur. O yüzden soğuk suyu cezveye ilave ediyoruz ve kısık ateşte pişiriyorum. Tam kaynadığında değil de kaynamadan önce kahvenin yükselmeye başladığı an cezveyi ateşten yavaşça yükselterek alıyorum. Böylece köpük gitmemiş oluyor. Kahveyi bu kabardığı anda fincana yavaş yavaş boşaltıyorum, köpüklü bir kahve yapmış oluyorum.”
Yolumuz Tahtakale’nin diğer sokaklarına doğru ilerlerken pek çok kahveciye de uğruyoruz, çoğu Musa Bey ile benzer yöntemlerle bize anlatıyorlar kahvenin cezveden fincana olan serüvenini. Tarihî sokaklar, bu tarihî lezzeti taşımaya hâlâ devam ediyor belli ki. Musa Bey, esnafa kahve yetiştirmek için elbette ocak kullanıyor ama közde ve kumda eski usul kahve pişiren de çok. Bunun bir etkisi düşük ısıda kahvenin iyice tadını veriyor olması, diğeri de elbette turistik güç. Tarihî kahvelerin birinde çalışan Sevda Hanım, turistlerin kumda gezdirilen cezveyi izlemekten, videoya alıp sosyal medyada paylaşmaktan keyif aldıklarını söylüyor. Kumun özelliğinden şöyle bahsediyor: “Makinemizin içinde ocak gibi bir sistem var. Elektriğe bağlı çalışıyor. Üzerinde ise kum var. O ocak sistemi kumu ısıtıyor. Kum da cezveye yansıtıyor bu sıcaklığı. Çok ateş olmadığı için dibinde kumun sadece sıcaklığı olduğu için kahve daha güzel çıkıyor. Makinede çıkan ya da evde tüpte pişirdiğimiz gibi değil.”
Közü de izlemek keyifli ama yine başka tarihî bir kahvehaneyi işleten Harun Bey, kahveyi dışarıda közde yaptıklarında rüzgârın közü dağıttığını, sıcaklığı bu yöntemle sabit tutmanın çok zor olduğunu ifade ediyor. Diğer kahveciler gibi Harun Bey için de kahve yapımında önemli olan ısı doğal olarak. Bir de yapım aşamasında kahveyi pek karıştırmamak gerektiği.
Harun Bey de Sevda Hanım da Kurukahveci Mehmet Efendi’den kahvelerini aldıklarını belirtiyorlar: Sevda Hanım, en popüler kahvenin o olduğunu söylerken, Harun Bey “Buraya gelen müşteriler özellikle soruyorlar Mehmet Efendi mi kahveniz diye” diyerek müşterinin beklentisini ve talebini de ifade ediyor.
Kahve oranları da yapanın elinde, kullandıkları fincanın ebadına ve ağız tadına göre değişiklik gösteriyor. Eskiden şeker kullanılmadığı zamanlarda yani, kakule, damla sakızı kullanılırken; malum şimdi kahveyi tatlandırmak isteyenler tarafından çoğunlukla şekerli pişirilmesi isteniyor. Harun Bey’in şeker-kahve-su oranı şöyle: “Ben Türk kahvesinden tepeleme bir tatlı kaşığı Türk kahvesi atıyorum. Üstüne soğuk su ilave ediyorum. Bir fincanlık ise bir buçuk fincanlık su koyuyorum. Daha sonra şekeri ekliyorum. Az şekerli içenlere tek küp şeker atıyorum. Orta içenlere iki tane. Şekerli içenlere üç tane küp şeker koyuyorum.”
Dolayısıyla iyi bir kahve, doğru oran, doğru ısı ve bakır cezve ile pişirildiğinde lezzetli bir içecek meydana geliyor. Dediğimiz gibi herkesin takip ettiği bir ipucu, bir giz var. Peki, yaptıkları Türk kahvesiyle ünlü bir başka yere daha konuk olmaya ne dersiniz? Rotayı bu sefer, İstiklal Caddesi’ne çeviriyoruz. Mandabatmaz’a….
Mandanın bile batmayacağı köpük…
Beyoğlu’nun efsanevi kahvecisi Mandabatmaz’dayız şimdi. İşletme sahibi Can Özmen, anlatıyor bize bu güzel mekânı: “Biz İstiklal Caddesi'nde küçük bir çay-kahve evi olarak 1967’den beri bu ara sokakta hizmet veriyoruz. Şu an ikinci kuşak olarak işin başındayız. Türk kahvesini hâlâ klasik usulle, cezvede ve tek tek pişiriyoruz. Günümüzde makineler yaygın olsa da bizde hâlâ kahve makinesi yok; bizi ayıran özelliklerden biri bu. 1980’lerin sonunda bir müdavim kahveyi çok yoğun, köpüklü ve sert bulduğu için ‘Manda çıksa batmaz’ diye takılıyor. Her gelişinde ‘Bir Manda Batmaz Türk kahvesi’ diye istemesiyle bu ad sokakta yayılıyor ve burası Mandabatmaz diye anılmaya başlıyor. Burası bir kahve evidir; kıraathane değildir.”
Onların bu kadar kahvecilerin arasından sıyrılmalarının bir nedeni var elbette. Bu farkı Özmen; “Bizi ayıran bir diğer nokta pişirme tekniğimiz. Türkiye’de herkes Türk kahvesinin soğuk suyla ve kısık ateşte pişirildiğini söyler; biz ise tam tersini, sıcak su ve yüksek ateşi kullanıyoruz. Kahvemiz de farklı: Türkiye’de en bilinen marka Mehmet Efendi’dir ve onun belirlediği damak tadı ülkemizde yaygın. Bizim kavurma derecemiz ise daha koyu. Osmanlı’da kahve makinelerden önce tavada kavrulduğu için koyu olurmuş; zamanla makineler çıkınca bu orta kavruma dönmüş. Bizim kavurmamız ise ortanın biraz üzerinde; ne çok ne de az kavrulmuş. Bu açıdan kahvede de ayrışıyoruz” cümleleriyle aktarıyor.
Tahtakale’deki diğer kahvecilerden de duyduğumuz üzere gençler arasında da kahve tüketimi artmış durumda. Özmen bu konuda “Türk kahvesi tüketimi 20–30 yıl önce çok düşüktü; istatistiklerde de görülür. Türkiye’ye giren çekirdek miktarının nüfusa oranı son yıllarda %100 arttı ve artmaya devam ediyor. Avrupa’da kişi başı yıllık tüketim 20–25 kilolara çıkarken bizde yarım kilolardan bir kiloya doğru yükseliyor” diyor ve nedenlerini şöyle sıralıyor: “Bunun nedenlerinden biri küresel zincir kahve markalarının Türkiye’ye girmesi ve üçüncü nesil kahvecilerin çoğalması. Aslında bizim genetiğimizde kahve var; çay 1920’lerden sonra topluma giren bir içecek ama bugün dünyada en çok çay tüketen ülkeyiz. Şimdi yeniden eskiye dönüş, yani kahveye yöneliş başladı. Sonuçta kahveyi dünyaya yayan ilk toplum Türkler. Tüketimin artmasının bir diğer nedeni de beyaz eşya üreticilerinin Türk kahvesi makinelerini geliştirmesi. Eskiden cezvede yapılan kahve artık evlerde makineyle hızlıca hazırlanıyor. Bu da tüketimi hem Türkiye’de hem de yurt dışında artırdı. Türk kahvesi makineleri Avrupa, Amerika ve Asya’da çok satılıyor. Türk kahvesinin yapımı zor bulunduğu için eskiden tercih etmeyen yabancılar da makine sayesinde artık Türk kahvesi içiyor.”
Özmen’in dediği gibi, kültürel kodlarımızda, damağımızda hâlâ Türk kahvesinin izi var. Kahve çeşitleri artık git gide çeşitlense de konuştuğumuz her kahveci, Türk kahvesinin gençler arasında hâlâ müdavimlerinin olduğunu söylüyor. Geçmişten bugüne olan serüvenini de dikkate aldığımızda ve ilk tohumun bu toplumun ruhunda atıldığını düşünürsek, bu büyüleyici tadın yeniden kalbimize işlenmesi kadar doğal bir şey olamaz galiba.
AB tescilinin önemi: Bir geleneğin koruma altına alınması
Avrupa Birliği’nin TSG tescili, aslında Türk kahvesinin sadece kökenini değil, “hazırlanış şeklini” de koruma altına alıyor. İnce öğütülmüş kahvenin cezvede suyla pişirilmesi, yavaşça köpüğünün oluşması, küçük fincanda sunulması… Yani “Türk kahvesi” denildiğinde akla gelen tüm teknik ve ritüel unsurlar artık uluslararası bir standardın parçası. Bu tescil, Türk kahvesinin küresel görünürlüğünü artıran bir güvence de aynı zamanda. Yurt dışında yapılan tanıtımlardan, gastronomi turizmine kadar pek çok alanda kahveye yeni bir pozisyon kazandırıyor.
Özmen ile bu husus üzerine hem de Dünya Türk Kahvesi Günü özelinde konuştuğumuzda; “Türk kahvesi konusunda en büyük rakibimiz Yunanistan; aynı coğrafyayı paylaştığımız için birçok üründe sahiplenme tartışmaları oluyor. Ancak UNESCO Türk kahvesini resmen onayladı. 5 Aralık’ın Dünya Türk Kahvesi Günü ilan edilmesi de bu kültürün tanıtımına katkı sağlıyor. Son yıllarda bu daha fazla vurgulanmaya başlandı. Bence bu işin özellikle Kültür Bakanlığı tarafından yürütülmesi gerekir. Biz küçük işletmelerin çabası sınırlı; oysa Bakanlığın bütçesi var, medyaya ulaşabilir ve daha kapsamlı çalışmalar yapabilir. Bu konuda devletin, özellikle Kültür Bakanlığı’nın elini taşın altına koyması gerekiyor” diyerek görünürlüğün ve tanınırlığın ne kadar önemli olduğunu vurguluyor, yapılması gerekenlerin altını çiziyor.
Bir fincan kahve, bir ömürlük hatır
Yaptığımız görüşmeler, Türk kahvesinin yalnızca bir içecek değil, genetik hafızaya işlemiş bir kültür olduğunu gösteriyor. Artan tüketim, uluslararası tesciller ve geleneksel ritüellerin yeniden değer kazanması da bu kültürün bugün neden daha görünür hâle geldiğini açıklıyor. Günümüzde üçüncü dalga kahveciler sokakları doldururken, Türk kahvesi kendi köklü kimliğiyle varlığını sürdürüyor. Gençler arasında yeniden popülerleşen cezveli kahve atölyeleri, yeni nesil sunum biçimleri ve sosyal medyada yükselen ilgi, Türk kahvesinin geleceğinin güçlü olduğuna işaret ediyor.
AB tescili ve UNESCO mirası, bu geleneğin yalnızca korunması değil; dünyaya daha fazla tanıtılması için de önemli bir başlangıç. Bundan sonrası, ustaların bilgisini aktarmak, kahvehane kültürünü yaşatmak, cezvenin buharını yeni kuşaklara ulaştırmakla mümkün. Türk kahvesi, bir içecekten çok daha fazlası: hatırlamayı, ağırlamayı, sohbeti, paylaşmayı simgeleyen bir yaşam biçimi. 5 Aralık Dünya Türk Kahvesi Günü, kahvenin hem tarihsel köklerini hem bugünün İstanbul sokaklarında nasıl yaşadığını hatırlamak için güçlü bir vesile.
Kaynaklar
Cenk R. Girginol. Topraktan Fincana Kahve. Mundi Yayınları.
Cenk Sökmen. Eski İstanbul Kahvehaneleri. Ötüken.
P. Mary Işın. Yemeğin Kültürel Tarihi. YKY.
Zeynep Ögel, Ulya Soley (Yayına Hazırlayanlar). Kahve Molası. Kütahya Çini ve Seramiklerinde Kahvenin Serüveni. Pera Müzesi Yayınları.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.