BRICS ve Türkiye: Batı merkezli olmayacak yeni dünyada yeni oyuncular
Batı ve BRICS, birbirini tamamlayacak iki düzlem olarak dış politikamızda yer edebilir mi? Bu yaklaşım “tek taraflı” ve “yıkıcı” eylemlere karşı “etik bir diplomasi” oyunculuğuna dayalı ana düzleme Türkiye’yi daha da yakınlaştırabilir mi?
Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın ülke isimlerinin baş harfleri alınarak adlandırılan ve esasen İngilizcede “tuğla(lar)” yani bir bütünlüğün yapı taşı manasına gelen BRICS son dönemde çoğunlukla “Batı merkezli” olarak bilinen uluslararası sisteme farklı bir soluk getirdi. 2009’da Rusya’nın 4. büyük şehri olan ve Avrupa ile Asya’yı bağlayan Ural bölgesinin merkezinde Rus tarihi için önemli Yekaterinburg şehrinde düzenlenen zirveyle kurulan BRIC, bir yıl sonra Çin’in verdiği yoğun destekle oluşuma dâhil edilen Güney Afrika’nın (South Africa) katılımı sonucu BRICS hâline geldi.
Art arda her yıl üye ülke şehirlerinde farklı düzeylerde gerçekleşen toplantılarla iş birliğini derinleştiren birlik, kuruluşundan bu yana en büyük genişlemesini 2024 yılı başında İran, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Etiyopya’nın katılımıyla yaşadı. Farklı kıtalardan ama şu an için en fazla Asya ve Afrika düzleminde yayıldığı görülen oluşum, 10 üyeli mevcut yapısına rağmen dünya ekonomisinin üçte birinden fazlasını, dünya nüfusunun ise yarıya yakınını temsil etmeye başladı.
Avrupa Birliği (AB) projesine benzer şekilde, bölgesel ve yerelden başlamış görünen girişimlerin küresel etkiler yaratabileceğine yönelik yeni ve iyi bir örnek teşkil eden BRICS, hâlen resmî sekretarya; ayrıntılı bütçe ve web sitesi gibi kurumsal anlamdaki eksiklerine rağmen, çoğunlukla iktisadi ve parasal alanda ilk adımları atılan inisiyatiflerin toplumsal ve siyasi anlamlar kazanabildiğini bizlere gösterir. Bu çerçevede son günlerde, Türkiye gibi kritik bir oyuncunun da çok taraflı ve sosyal diplomasisine uyumlu surette BRICS için de pozitif bir gündem takip ettiği ve muhtemel üyeliğini gündemde tuttuğu yönünde basında sıkça işlenen haberler, dikkat çekici bir gelişmeyi ve esasen buna paralel dünya politikalarında devam edecek muhtemel değişimleri işaret eder.
Batı ve BRICS: Küreselleşme-yerelleşme dengesini tutturmak
Soğuk Savaş sonrası oluşan dünya dengesi, ülkeler arasında farklı oluşumları, rekabet ve iş birliği alanlarını beraberinde getirmiştir. Şüphesiz 2. Dünya Savaşı sonrası galip tarafta olan Batı ve liberal dünya düzeni, Soğuk Savaş süresince de yaklaşık 60 yıl boyunca bu defa sosyalist ve devletçi hısımlarına karşı, yeni inisiyatifler almaya devam etti. Bireysel özgürlükleri, bilimsel ve sosyal alanlarda yeni “icatlarla” birleştirmek yoluyla sadece fiziki manada değil, düşünsel ve ideolojik boyutlarda da muzaffer pozisyonunu koruyacaktı. Ancak Soğuk Savaş sonrası iyiden iyiye beliren küresel dalga ilk safhasında Batı lehine görünse de gelişen enformasyon ve bilişim altyapısı insanlık tarihi boyunca eskimeyen “etnik kimlikler”, “bireysel farkındalık”, “etik” ve “kültür” gibi önemli kavramları da ön plana çıkarmaya devam etti. 2000’li yıllarda başlayan küreselleşmenin 2. etabında bu defa ülkeler, sadece Batı’nın dayattığı değil; kimlikleri, kültürleri ve millî değerleriyle uyumlu yeni politikalar ve iş birlikleri arayışına hız vereceklerdi. Hâlen dünya üzerinde pek çok farklı bölgede küreselleşme olgusuyla paralel surette süren anılan “yerelleşme” veya “tekilleşme” olgusundan bu şekilde bahsetmek mümkün.
İşte BRICS bu noktada bahse konu küreselleşme dalgasının 2. fazında, geleneksel Batılı aktörlerin dışarı tutulduğu bir girişim olarak doğdu. BRICS, literatürde yaygın surette vurgulandığı üzere, taraf olan devletlerin ekonomik kazanımlarını arttırmak için kurulmuş ve Batı merkezli neo-liberal düzende yerel ekonomileri korumak ana dürtüsünü temel aldı. Bilhassa kriz alanlarında Batılı ülkelerin siyasi olarak addedilen ekonomik yaptırımlarının yarattığı olumsuz etkileri, kendi aralarındaki oydaşmayla en aza indirgemek isteyen Batı dışı aktörlere bu çerçevede fırsat penceresi sunan BRICS, aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası yükselişe geçen dış politika ve diplomaside “yerelleşme” ve “çok taraflılaşma” prensiplerinin de gittikçe güçlendiğini bizlere gösterir.
Esasen gelinen noktada vurgulanması gereken önemli bir husus ise globalleşme veya küreselleşme olarak adlandırılan ancak daha çok tüketim kültürüyle soslandırılmış ister siyasi ister ekonomik veya sosyal manalardaki Batı müdahaleciliğinin, yeni dönemde tabiri caizse prim yapmadığı, dahası Batı’nın uç karakollarında konuşlandırılan âdeta söz dinlemeyen “yaramaz bir çocuk” konumundaki İsrail gibi oluşumların da artık insan tanımayan yıkıcı metotlarıyla Batı ülkelerini iyiden iyiye çıkmaza sürükledikleri yönünde. Bu nedenle BRICS gibi yeni küresel ve bölgesel oluşumların kendilerinden daha fazla söz ettirmeye devam edecekleri ve yeni oyuncuları saflarına çekebilecekleri tahmini oldukça müsait.
Fikri düzlemde öncü rolüyle Rusya ve BRICS
BRICS oluşumunun doğuş fikrinde Rusya Federasyonu’nun ve 2000’lerden bu yana güçlü Devlet Başkanlığını sürdüren Vladimir Putin’in aldığı inisiyatifler dikkati çeker. Adı geçenin meşhur 2007 Münih Güvenlik Konferansı’nda hâlen geçerli etkin yeni dönem Rus dış politikasının ana çizgilerini belirlemesinden kısa süre önce Birleşmiş Milletler çatısı altında yapılan toplantılarda başta Hindistan, Çin ve Brezilya gibi yükselen yeni güçlere diğer bir deyişle “Küresel Güney”e (Global South) ilettiği birliktelik fikriyatı bu çerçevede BRICS’in gayriresmî ilk doğuş dönemini ifade eder.
Şüphesiz Batı’ya ilk Rus İmparatoru 1. Petro döneminden bu yana (1672-1725) gerek devlet bürokrasisinde gerek sosyal manada her daim daha yakın görünen, hatta siyasal ve toplumsal yönetim taktiklerinin büyük bölümünde -örneğin Alman ve Fransız geleneklerine öykünen Rusya için Doğu veya Güney ülkeleri- Soğuk Savaş sonrası yeni dünyada altın anahtarlar olmayı sürdürüyor. Dünya’nın sadece Batı ve Kuzey’deki hâkim ideolojiler yerine yerelden başlayan ve kültürel hassasiyetlere kapıları kapatmayan yeni anlayışlara da açık olması; BRICS’in sadece iktisadi değil, sosyal ve kültürel yanlarını da işaret ediyor.
Bu bağlamda Putin, BRICS’e taraf ülkelerin parlamento temsilcileri düzeyindeki son toplantısı için imparatorluğun tarihî başkenti St.Petersburg’da, 2024 yaz döneminde tertiplenen ve “Rusya’nın Davos’u” olarak nitelenen St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu’nda verdiği demeçlerde; BRICS’in ileriki dönemlerde sadece ekonomik bir araç olarak kalmayabileceğinin sinyallerini verdi. Anılan örgütün kendi parlamentosu diğer bir deyişle yönetim mekanizmasına sahip olabileceğini de ifade etti.
Buna ilaveten, Güney Afrika’nın 2023 yılı dönem başkanlığını müteakip 1 Ocak 2024 tarihinden bu yana BRICS dönem başkanlığını yürüten Rusya, kısa süre sonra düzenlenecek yıllık zirve toplantısına da etkin bir hazırlık içerisinde görünüyor. Özerk Tataristan’ın başkenti, ayrıca önemli bir Türk-İslam merkezi olan tarihî Kazan şehrinde 22-24 Ekim 2024’te gerçekleşmesi ön görülen zirve için Rusça ve İngilizce dillerinde kapsamlı bir resmî web sitesi hazırlandığı dikkati çekiyor (https://brics-russia2024.ru/ üzerinden ulaşılabilir).
Avrasya’da ve Ukrayna’da uzun dönemdir devam eden çatışma ortamında hem iktisadi hem sosyal boyutlarda kayıplar yaşayan Rusya’nın, BRICS yoluyla elde etmeyi umduğu kazanımlar gözden kaçırılmamalı. Nitekim gerek 2024 yılı boyunca gerek önümüzdeki Kazan Liderler Zirvesi öncesinde Başkan Putin ve Rus yetkililerce tekrarlanan BRICS’in bu yılki ana teması/mottosu da dikkat çekiyor: “Adil Küresel Kalkınma ve Güvenlik için Çok Taraflılığın Güçlendirilmesi / Strengthening Multilateralism for Just Global Development and Security.”
BRICS ve Türkiye: “Körleşen” Batı ve çok taraflılığa açık yeni kapılar
Son yıllarda kültürel ve politik boyutlarda attığı yeni adımlarla ve farklı dış politik yaklaşımlarla Türkiye, Avrupa’ya ve Batı’ya sadece soğumadığını ancak bu merkezlerden gelişen tek taraflı yorumlamalara ve zorlamalara da karşı durduğunu açıkça gösteriyor. Bu kapsamda Türkiye’nin olası BRICS serüvenini, muhtemel ekonomik getirilerinin ve götürülerinin dışında farklı bir sosyal ve kültürel arka planla değerlendirmek gerekir. Zira zor bir coğrafyanın kritik bir ülkesi olan Türkiye; sadece son dönemde değil, tarih boyunca karşılaştığı zorlukların çok boyutlu yapısında çoğunlukla kültürel ve sosyal tabanlı sac ayaklarını gözden kaçırmamak durumunda.
Şüphesiz Türkiye, mevcut BRICS üyeleriyle karşılaştırıldığında ister NATO üyeliğiyle olsun ister Batı yönlü tarihî reform ve ilerleme motivasyonuyla olsun farklı bir profil çizer. Somut olarak da Batı’ya ve daha günümüz AB’si oluşmadan küllerinden doğan Avrupa fikriyatına fazlaca, hatta kendinden ödün verircesine katkı veren önemli bir konumda yer aldı. Örneğin 2. Dünya Savaşı sonrası yüzyılların bakiyesi “rasyonel zekâsını”, anılan savaş süresince deyim yerindeyse “kendini bitirmek” ve milyonların canına kast etmek için kullanan Avrupa ülkeleri, harabeye dönen şehirlerinde yeterli iş gücüne ve fiziksel kapasiteye sahip bulunmadıklarını 1950 ve 60’ların keskin Soğuk Savaş ortamında daha yakından anladılar. Tam da 20. yüzyılın kalkınma hamlelerinin zirveye ulaştığı bu dönemlerde, başta Türkiye gibi ülkelerin, sayısız köyünün, hatta tüm ilçesinin iş gücünü, ikili anlaşmalar yoluyla Avrupa ülkelerine göndermeleri unutulacak bir hadise değildi.
Son günlerde anılan savaş yıllarını ve enkaza dönmüş Avrupa gerçeğini unutmuş görünen kimi Batılı aşırı sağ grupların ve Şarkiyatçı çevrelerin, ülkelerinin yeniden inşa sürecine Türkiye gibi ülkelerin sunduğu söz konusu katkıları küçümseme eğilimleri ise esef verici niteliktedir. Günümüzde dahi eğitim düzeyleri çok daha yüksek olsa da başta genç nüfusumuzun, çoğunlukla 1960’lardaki göç dalgasına benzer ekonomik saiklerle ve modern dünyayı görme hevesiyle, Batı ve Avrupa’ya yönelimleri ve buradaki ekonomilere katkı verme süreçleri yaşanan olumsuz gelişmelere karşılık hızla devam ediyor.
Ancak dünya şüphesiz aynı dünya değildi. Geçmişin ve günümüzün tüm ayrıntılarının “tek tık” mesafesinde ve bilgi çağı hızıyla önümüze gelmesi daha eleştirel ve sorumluluk bilinciyle bütünleşik bir düşünce tarzını beraberinde getirmeli. Batı’nın ve Avrupa’nın bireysel özgürlükler ve demokrasi anlamında iç politikalarında gösterdikleri ilerlemenin etik ve çok taraflı diplomasinin her koşulda geliştirilebileceği anlamına gelmediği farklı örneklerle anlaşıldı, Türkiye de yaşadığı pek çok olumsuz tecrübeyle bu durumu farklı suretlerde test etti.
Bu bağlamda Türkiye’nin, yeni dönemde geliştirdiği Türk Dünyası, Afrika, Latin Amerika ve Geniş Asya/Avrasya açılımlarına da uyumlu surette BRICS ile pozitif bir gündem takip etmesi şaşırtıcı görülmemeli.
Yapıcı diploması yolları esas kabul edilmeli
Öte yandan Türkiye, Ukrayna Savaşı’yla uluslararası meşruiyet anlamında iyiden iyiye köşeye sıkışan Rusya için de BRICS vb. çok taraflı platformların önemli bir fırsat penceresi açtığını yakından takip ediyor. Çin, Hindistan ve Brezilya gibi Batı’nın demokratik normları açısından sürekli eleştirilen ancak rasyonel düzlemde yükselişleri yadsınamaz partnerleri yoluyla Rusya; sadece Türkiye’yi değil, Putin'in son ziyaretlerinde de konu olduğu üzere Azerbaycan gibi kritik bölgesel oyuncuları da yanına çekmeye devam etmekte olup bu ülkelerin de muhtemel BRICS üyelikleri basında açıkça ifade ediliyor.
Bu manada Türkiye’nin muhtemel BRICS üyeliği salt rekabet perspektifinden değil, esasen tek taraflı politikalara tezat bir perspektiften ele alınmalıdır. ABD ve Avrupa gibi Rusya tarafından da Ukrayna’da ve geniş Avrasya’da zaman zaman gösterilen uzlaşmaz bir anlayışla ve “tek doğru” prensibiyle yürütülen “reel-politik” çizgi ve buna uygun “yıkıcı diplomasi” metotları yerine, birleştirici ve “yapıcı diplomasi” yolları esas kabul edilmeli.
Bu bağlamda Türkiye için örneğin on yıllardır ajandasının başındaki AB ile son dönemlerin popüler kurumu BRICS gibi oluşumlar tamamlayıcı projeler olarak gündemde yer etmeli. Modern dünyanın doğurduğu Soğuk Savaş yıllarına benzer şekilde uç kutuplarda birbirini yıkacak veya sadece rekabette kalacak birliktelikler yerine, bilim ve enformasyon tekniklerinin her geçen yeni zirvelere ulaştığı post-modern düzlemde Batı ve BRICS, bir birini tamamlayacak iki düzlem olarak dış politikamızda yer edebilir. Farklı mevzuatlar yönünden çıkabilecek teknik engellere ve yaşanabilecek kısa dönemli mali kayıplara rağmen bu yönde benimsenecek ana felsefe; Türkiye’nin dış politika fikriyatını da bütünleyecek, hangi uçtan gelirse gelsin “tek taraflı” ve “yıkıcı” eylemlere karşı “etik bir diplomasi” oyunculuğuna dayalı ana düzleme bizleri daha da yakınlaştıracak.
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.