
Avrupa solu nerede yanlış yaptı?
Son yapılan Sosyalist Enternasyonal toplantısı Avrupa solunun yaşadığı derin krizi ve kendine yönelik özeleştiri ihtiyacını net bir şekilde ortaya koydu. Neoliberalizme teslim olan solun, halktan kopuşu ve özeleştiri yoksunluğu, popülist sağın yükselişine nasıl yol açtı? Peki sol şimdi ne yapmalı?
Berlin Duvarı’nın yıkılışı, siyasi bir dönüm noktası olmanın ötesinde ideolojik bir depremdi. Komünizmin çöküşü, kapitalizmin nihai zaferi olarak ilan edilirken, Avrupa solu da bu yeni dünya düzeninde kendine bir yer bulmakta zorlandı. Bir zamanlar işçi sınıfının, ezilenlerin ve umutsuzların sesi olan sol, son otuz yılda adım adım güç kaybetti, marjinalleşti ve nihayetinde popülist sağın yükselişine zemin hazırlayan bir boşluk yarattı. Bu düşüşün ardında yatan nedenler karmaşık olsa da solun kendi içinde yaptığı yanlışlar ve özeleştiri yoksunluğu, bu sürecin temel dinamiklerinden birini oluşturdu.
Son yapılan Sosyalist Enternasyonal toplantısı da Avrupa solunun yaşadığı bu derin krizi ve kendine yönelik özeleştiri ihtiyacını net bir şekilde ortaya koydu. CHP’nin ev sahipliğinde İstanbul’da gerçekleşen toplantıda, solun geçmiş hataları ve gelecek stratejileri üzerine yoğun tartışmalar yaşandı. Solun kendi içindeki bölünmeleri aşması, halkla yeniden bağ kurması ve neoliberal politikaların yol açtığı eşitsizliklere karşı daha somut ve cesur çözümler üretmesi gerektiği vurgulandı. Bu buluşma, âdeta solun kendini yeniden tanımlaması ve küresel meydan okumalara karşı ortak bir strateji geliştirmesi için bir çağrı niteliğindeydi. Toplantıdan çıkan sonuçlar, Avrupa solunun bu özeleştiri sürecini sadece entelektüel düzeyde değil, aynı zamanda pratik politikalarla da desteklemesi gerektiğinin altını çizdi.
Kimlik politikaları ve sınıfın ihmali: Bir paradigma kayması
Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından solun düştüğü en büyük tuzaklardan biri, sınıf siyasetinden kimlik politikalarına doğru kayması oldu. Eski sol, emek-sermaye çelişkisi üzerine kuruluydu. İşçi sınıfının çıkarlarını savunmak, sömürüye karşı mücadele etmek, solun varlık nedeniydi. Ancak 1990’lardan itibaren, sol entelektüeller ve siyasetçiler; giderek artan bir şekilde toplumsal cinsiyet, etnisite, cinsel yönelim gibi kimlik temelli konulara odaklanmaya başladı. Bu konuların önemi inkâr edilemez olsa da solun bu konuları ele alış biçimi, çoğu zaman sınıfı ve ekonomik eşitsizliği arka plana attı.
Wendy Brown, Yükselen Duvarlar, Zayıflayan Egemenlik adlı eserinde, kimlik politikalarının neoliberalizmle olan karmaşık ilişkisine dikkat çeker ve Brown’a göre, neoliberalizm, ekonomik eşitsizliği bireysel sorumluluk ve kültürel farklılıklar üzerinden meşrulaştırırken, solun kimlik politikalarına odaklanması, bu neoliberal anlatıya istemeden de olsa hizmet etmiş olabilir. Sol, ekonomik eşitsizliğin yapısal nedenlerini sorgulamak yerine, kültürel ve kimliksel farklılıkları vurgulayarak işçi sınıfının ortak çıkarlarını göz ardı etme hatasına düştü.
Bu durum, özellikle geleneksel işçi sınıfının sol partilerden uzaklaşmasına neden oldu. İşçi sınıfı, hayat pahalılığı, işsizlik, sendikasızlaşma gibi somut ekonomik sorunlarla boğuşurken, solun gündemi onlara yabancı gelmeye başladı. Sağ popülistler ise bu boşluğu ustaca doldurdu. Göçmen karşıtlığı, “ulusal çıkarlar” gibi söylemlerle işçi sınıfını hedef alan sağ popülistler, ekonomik sorunların nedenini “dış güçlere” veya “yabancılara” yükleyerek, solun terk ettiği alanda oy devşirdiler.
“Üçüncü yol” ve neoliberal uyum: Solun kimlik krizi
Tony Blair’in “üçüncü yol”u ve Gerhard Schröder'in “yeni merkez”i gibi kavramlar, solun neoliberalizme adapte olma çabalarının sembolleriydi. Bu politikalar, solun geleneksel ideolojisinden uzaklaşarak, piyasa ekonomisinin ve küreselleşmenin getirdiği yeni gerçekliklere uyum sağlamayı hedefliyordu. Ancak bu uyum, çoğu zaman neoliberalizmin temel prensiplerini sorgulamak yerine, onları içselleştirmek anlamına geldi.
Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital adlı monumental eserinde, son kırk yıldır Batı toplumlarında gelir ve servet eşitsizliğinin hızla arttığını gösterir. Piketty’nin analizleri, solun neoliberalizme uyum politikalarının, bu eşitsizliği derinleştiren bir rol oynamış olabileceğini düşündürüyor. Sol partiler; sermaye üzerindeki vergilendirmeyi azaltma, sosyal devlet harcamalarını kısma, özelleştirmeleri destekleme gibi politikaları benimseyerek, kendi tabanlarının çıkarlarına aykırı hareket ettiler.
Bu süreç, solun halkla olan bağını zayıflattı. Eskiden, sol partiler, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları arasında güçlü bir organik ilişki vardı. Ancak “üçüncü yol” politikaları, bu bağları zayıflattı. Sol partiler, giderek daha fazla profesyonel siyasetçilerin, danışmanların ve lobicilerin etkisi altına girdi. Halktan uzaklaşan, elitist bir çizgiye kayan sol, kendi seçmen kitlesini anlamakta ve onların ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlandı.
Küreselleşme ve millî kimlik paradoksu: Solun milliyetçiliğe karşı tutumu
Küreselleşme, sol için hem bir fırsat hem de bir meydan okuma oldu. Küresel işçi sınıfı dayanışması gibi kavramlar, solun uluslararası vizyonuna uygun düşerken küreselleşmenin getirdiği istikrarsızlık, işsizlik ve kültürel homojenleşme korkusu, milliyetçi ve muhafazakâr tepkileri besledi. Sol, bu tepkilere karşı net ve ikna edici bir duruş sergileyemedi.
Bu bağlamda Stuart Hall, Cultural Identity and Diaspora adlı makalesinde, küreselleşme çağında kimliklerin nasıl inşa edildiğini ve dönüştüğünü analiz eder. Hall’un çalışmaları, ulusal kimliğin hâlâ güçlü bir bağ olduğunu ve solun bunu göz ardı etmesinin siyasi sonuçları olabileceğini gösterir. Sol, “kozmopolit” bir duruş sergilerken, sıradan vatandaşların ulusal kimlik, aidiyet ve güvenlik arayışlarını yeterince anlamadı.
Bu durum, sağ popülistlerin işine yaradı. Sağ popülistler, “önce ulus” söylemleriyle küreselleşmenin mağduru olduğunu hisseden kitleleri hedef aldılar. Göçmen karşıtlığı, AB karşıtlığı gibi söylemlerle, ulusal kimliği ve egemenliği savunarak, halkın endişelerine tercüman oldular. Sol ise bu söylemlere karşı genellikle “evrensel insan hakları” veya “çok-kültürlülük” gibi soyut kavramlarla yanıt vermeye çalıştı. Bu yanıtlar, halkın somut endişelerini gidermekte yetersiz kaldı.
Söylem ve dil: Solun halktan kopuşu
Solun söylemi ve dili, halktan uzaklaşmasının önemli nedenlerinden biridir. Sol, giderek artan bir şekilde akademik, entelektüel ve “doğrucu” bir dil kullanmaya başladı. Karmaşık teorik tartışmalar, siyasi jargon ve “politik doğruculuk” kaygısı, solun mesajını halkın büyük çoğunluğu için anlaşılmaz hâle getirdi.
George Orwell, Politics and the English Language adlı denemesinde siyasi dilin bozulmasının düşüncenin bozulmasına yol açtığını savunur. Orwell’ın uyarıları, günümüz solu için de geçerli. Sol, kendi içinde kapanık bir dil kullanmaya başlayarak, halkın günlük sorunlarına değinmekte ve onların duygularına hitap etmekte zorlandı. Sağ popülistler ise tam tersine basit, doğrudan ve duygusal bir dil kullandılar. Karmaşık sorunları basitleştirerek, “biz ve onlar” gibi ikili ayrımlar yaratarak halkın öfkesine, hayal kırıklığına ve korkularına tercüman oldular. Solun bu duruma karşı koyacak, halkın anlayacağı dilden konuşacak yeni bir söylem ve dil geliştirememesi, kendi sonunu hazırladı.
Özeleştiri yoksunluğu: Solun kendi ayaklarına sıkması
Belki de solun en büyük hatası, kendi içinde kapsamlı bir özeleştiri mekanizmasından yoksun olmasıydı. Başarısızlıklar karşısında, sol genellikle dış faktörleri (medya, sermaye, sağın gücü vb.) suçlamayı tercih etti. Kendi politikalarının, kendi söylemlerinin ve kendi örgütlenme biçimlerinin yanlışlığını sorgulamaktan kaçındı. Bu özeleştiri yoksunluğu, solun sürekli aynı hataları yapmasına neden oldu.
Geçmişin başarısızlıklarından ders çıkaramayan sol, kendini yenileyemedi, dinamizmini kaybetti ve statükoyu savunan bir pozisyona düştü. Richard Seymour, “Solun Krizi” üzerine yazdığı yazılarında, solun kendi içindeki bölünmelere, elitist eğilimlere ve geçmişe takılı kalma alışkanlığına dikkat çeker. Seymour’a göre, solun kendi içine bakmaktan, kendi dogmalarını sorgulamaktan kaçınması, onu siyasi arenada etkisiz hâle getirdi. Bu durum, solun entelektüel gücünü de zayıflattı. Yeni fikirler üretmek, yeni çözümler sunmak yerine, sol, çoğu zaman geçmişin nostaljisine sığınarak veya mevcut sistemin eleştirisiyle yetinerek kendine bir varoluş alanı bulmaya çalıştı. Ancak bu, değişen dünyanın ve halkın beklentilerine cevap vermekten uzaktı.
Peki sol nereden başlamalı?
Avrupa solunun bu derin krizden çıkabilmesi için kapsamlı ve acımasız bir özeleştiriye ihtiyacı var. Bu özeleştiri, geçmişin hatalarıyla yüzleşmeyi, kendi dogmalarını sorgulamayı ve değişen dünyaya uyum sağlamayı gerektiriyor. Nereden başlamalı?
Öncelikle sol, sınıf siyasetini yeniden merkeze almalı. Ekonomik eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik gibi somut sorunlara odaklanmalı. Kimlik politikaları önemli olsa da sınıfın ve ekonomik hakların ihmal edilmesi, sağ popülistlerin yükselişine zemin hazırlıyor. Sol, kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri cesurca ele almalı; vergilendirme, sosyal devlet, sendikal haklar gibi konularda radikal ve dönüştürücü politikalar önermeli.
İkinci olarak sol, halkla yeniden bağ kurmalı. Elitist, akademik bir dil yerine, sade, anlaşılır ve duygusal bir dil kullanmalı. Halkın günlük sorunlarına tercüman olmalı, onların endişelerine kulak vermeli. Sağ popülistlerin kullandığı popülist dili taklit etmek yerine, kendi özgün ve güçlü bir dilini geliştirmeli.
Üçüncü olarak, ulusal kimlik ve küreselleşme arasındaki gerilimi anlamalı. Küreselleşmenin getirdiği faydaları savunurken, ulusal kimlik arayışlarını da göz ardı etmemeli. “Küresel vatandaş” söylemi yerine, ulusal bağlamda somut çözümler sunmalı. Örneğin, AB gibi ulus-üstü yapılarla ilgili eleştirilere kulak vermeli, AB’nin demokratik açığını ve neoliberal eğilimlerini sorgulamalı.
Dördüncü olarak, kendine güvenini yeniden kazanmalı. Geçmişin başarılarından ders çıkarırken geleceğe dair vizyoner ve umut verici projeler sunmalı. Sadece eleştirmekle yetinmeyip somut alternatifler üretmeli. “Yaşayan bir siyasi güç” olduğunu kanıtlamalı; gençleri, kadınları ve marjinalleştirilmiş kesimleri yeniden siyasi sürece dâhil etmeli.
Son olarak sol, kendi içinde bir “yeniden öğrenme” sürecine girmeli. Kendi tarihini, ideolojisini ve pratiklerini eleştirel bir gözle yeniden okumalı. Yeni teoriler geliştirmeli, yeni stratejiler belirlemeli. Bu süreç sadece entelektüel bir çaba değil, aynı zamanda örgütlenme, aktivizm ve sokak siyasetini de içeren kapsamlı bir dönüşüm olmalı.
Avrupa solu, Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından yaşadığı krizi ancak bu şekilde aşabilir. Kendi hatalarıyla yüzleşmekten, geçmişin prangalarından kurtulmaktan ve değişen dünyaya uyum sağlamaktan çekinmediği takdirde, yeniden halkın umudu olabilir. Aksi takdirde, popülist sağın yükselişi devam edecek ve Avrupa’nın geleceği karanlık bir tabloya dönüşecek.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.