Cenk Başlamış: Muhabir sezgisi masa başında öğrenilmez

Haberin Eklenme Tarihi: 5.11.2025 12:02:00 - Güncelleme Tarihi: 5.11.2025 17:00:00
Günümüzde Batılı basında Rusya’ya dair yapılan haberlerde belirgin bir önyargı hissediliyor. Sizce Batılı gazeteciler Rusya’yı gerçekten anlayabiliyor mu?

Bence de Batılı gazeteler ve dergiler Rusya’yı gerçekten anlamıyor. Üstelik anlama çabaları da pek yok. Ama Moskova’daki muhabirleri biraz ayrı tutmak gerekir. Benim tanıdığım bütün Batılı gazeteciler çok iyi gazetecilerdi; çoğu Rusça biliyordu, Rusya’yı okuyarak gelmişti. Bizimki gibi “paraşütle” atılan muhabirler değillerdi. Yine de sonuçta herkes kendi ülkesinin yayın politikasına bağlı. Ne kadar iyi gazeteci olurlarsa olsunlar o sınırları aşamazlar. Ukrayna işgalini örnek alalım: Bir ülke başka bir ülkeye giriyorsa bu işgaldir, evet. Ama bu noktaya nasıl gelindiğini de anlatmaları gerekir. Sadece “Rusya Ukrayna’yı işgal etti, nokta” demek gazetecilik değildir. Çünkü o zaman okuru yanlış yönlendiriyorsun. Birinci derecede sorumlu Rusya’dır ama tablo o kadar basit değil. Rusya’yı anlamak, anlatmak gerekir. Savaştan sonra Rusya’yı gerçekten anlayan bir Batılı gazeteci görmedim.

Peki o dönemde Rusya’yı izleyen Batılı kurumlar arasında gazetecilik açısından öne çıkanlar hangileriydi?

Reuters tabii ki iyiydi, ama özellikle Guardian’ın Moskova muhabiri Jonathan Steele çok iyiydi. Gerçekten ciddi bir gazeteciydi. Gorbaçov’a karşı 1991’deki darbe sırasında Kırım’a gidip Gorbaçov’la röportaj yapan tek yabancı gazeteciydi. O büyük bir işti. İtalyan La Stampa’nın muhabiri Giulietto Chiesa da iyi bir isimdi, biraz ideolojikti, sosyalistti ve işini iyi yapardı.

Siz o yıllarda Moskova’da nasıl bir görev yürütüyordunuz?

Ben dış haberler servisine muhabir olarak haber gönderirdim. Orada kullanılıp kullanılmayacağına, başlığının ne olacağına editör karar verirdi. Benim işim sadece yazmak ve bilgi aktarmaktı.

"Moskova'daki ilk yerleşik Türk muhabir benim"
Türkiye’nin Moskova’daki muhabir sayısında zaman içinde büyük bir azalma oldu. Eskiden durum daha mı iyiydi?

Kesinlikle öyleydi. İlk yerleşik Türk muhabir benim. Benden önce sadece kısa süreli görev yapanlar vardı. Mesela 1960’larda Anadolu Ajansı’ndan Ahmet Uran Baran gitmiş. Sonra kısa süreli olarak Birand ve Özkök geldi, ama onlar sürekli kalmadı. Ben Milliyet adına orada daimi olarak bulundum. Benden birkaç ay sonra Anadolu Ajansı geldi. Ardından Yeni Yüzyıl, TRT, Hürriyet, Cumhuriyet gibi kurumlar muhabir göndermeye başladı. Zamanla ona yakın Türk gazeteci oldu Moskova’da. Ama bugün durum çok farklı. Anadolu Ajansı dışında neredeyse kimse kalmadı. Bu sadece Moskova’ya özgü değil. İnternetin yaygınlaşmasıyla her yerden haber yağınca gazeteler “Zaten ajanslardan alıyoruz, neden muhabir tutalım?” düşüncesine kapıldı. Bu büyük bir hata. Çünkü o zaman haberi başkalarının süzgecinden alıyorsun. Bir Türk gazetecinin habere yaklaşımı farklıdır; hangi detayın Türk okuruna ilginç geleceğini bilir. O göz olmayınca hem özgünlük hem doğruluk kayboluyor. 

Bugün baktığımızda, Türkiye’nin yurt dışındaki muhabir ağı neredeyse tamamen ortadan kalktı. Sadece birkaç isim kaldı, değil mi?

Evet. CNN Türk ve Hürriyet’in Washington muhabiri Yunus Paksoy var. Ama onun dışında neredeyse hiç kimse yok. Hürriyet’in Brüksel muhabiri Güven Özel vardı, onu da birkaç yıl önce işten çıkardılar. Artık genellikle parça başı çalışanlar üzerinden yürütülüyor. Bu durumun nedeni tamamen maliyet düşüncesi. Ama sonuçta gazetecilik ruhunu öldürüyor. Yurt dışında muhabir bulundurmak hem habere derinlik kazandırır hem de kuruma saygınlık getirir. Aksi hâlde herkes aynı ajans haberini yayımlar, fark kalmaz.

"Masa başında oturuyorsan muhabir değil, editörsün"
O dönemde “iliştirilmiş” gazetecilik yerine gerçekten sahada çalışan muhabirler olduğunu anlıyoruz. Bugün çoğu muhabir masa başında çalışıyor. Siz o yıllarda nasıl bir tempo içindeydiniz?

Muhabirlik sahada olmaktır. Masa başında oturuyorsan muhabir değil, editörsün. Benim işim sokağa çıkmaktı. Moskova’da yaşarken her sabah kalkar, en az on gazete okurdum. O dönemde ajans aboneliğim yoktu. Interfax yeni kuruluyordu. Devlet ajansı TASS çok pahalıydı, o yüzden haberleri kontrol etmek için sık sık elçiliğe uğrardım. Elçilik hem bilgi kaynağıydı hem de resmi haber ajanslarının özetlerini oradan takip ederdim. Her sabah dış haberler servisine kendi gündemimi gönderirdim: “Pravda’da şöyle bir haber var, şu toplantıyı izleyeceğim, şu kişiden randevum var.” Sonra dışarı çıkardım, elçiliğe gider, basın toplantılarını izler, bazen başka gazetecilerle buluşur, özel haber peşinde koşardım. Haftada bir değil, neredeyse her gün özel haber üretirdim. Çünkü o dönemde kimse bu alanlarda çalışmıyordu, rekabet azdı.

O dönemde Moskova Radyosu önemli bir bilgi kaynağı mıydı?

Evet, Govorit Moskva… Onu da dinlerdim. Hem Sovyet kaynaklarını hem Batı basınını izleyip kıyaslamak gerekiyordu. Bir de şunu unutma: Sovyetler’de bilgiye ulaşmak çok zordu. Telefonla bir Dışişleri yetkilisini aradığında, “Beni arayamazsınız” diyebiliyordu. Basın merkezine gidip sorularını yazılı vermen gerekiyordu. Zarfı kutuya bırakıyorsun, belki haftalar sonra cevap geliyor. O kadar bürokratikti ki, bir açıklama almak bazen aylar sürerdi.

Böylesine yavaş ve kapalı bir sistemde gazetecilik yapmak nasıl mümkün oluyordu?

Çok zor oluyordu. Ama sistemin içindeki ritmi öğrenince ona göre çalışıyorsun. Gazetecilik refleksini kaybetmeden sabırlı olmak gerekiyordu. Bir haberin peşinden bazen haftalarca koştururdum. O dönemde önemli olan havayı koklamak, yakalamaktı. Yani bir ülkenin ruh halini. Çünkü masa başında oturan biri bunu hissedemez. Olay yerinde olmak sana sadece bilgi değil, sezgi kazandırır. Bir patlama, bir gösteri olduğunda bilgisayar başında oturan binlerce kişi aynı ajans bültenini okur. Ama sen oradaysan, insanların yüz ifadesini, sessizliği, korkuyu, atmosferi görürsün. Gazetecilik budur. Masa başı bunu vermez. Gazetecilik sadece bilgi değil, atmosferdir. Bilgisayar başında o ruhu yakalayamazsın. Olay yerinde olmak, insanların yüzüne bakmak, sessizliği duymak gerekir. Muhabir sezgisi masa başında öğrenilmez.

Bugün Türkiye’de de “muhabir” kavramı epey esnemiş durumda. Masa başında yazı yazan kişiler de muhabir olarak anılıyor. Bu durumda yapılan iş gazetecilik mi, editörlük mü?

Masa başında oturup kaynaklardan gelen bilgiyi toparlamak editörlüktür. Sıfırdan sahada üretmiyorsan, muhabirlik değildir. Ama maalesef kavramlar karıştı. Şimdi herkes kendine “editör” ya da “yazar” diyor ama asıl gazetecilik sahada başlar.

"Sovyet sistemi bilgi saklama üzerine kuruluydu"
Sovyet günlerine dönersek… O dönemde devletin gazetecilere yaklaşımı nasıldı? Bugünkü Rusya’daki baskı ortamıyla kıyaslanabilir mi?

Sovyet sistemi bilgi saklama üzerine kuruluydu. Gorbaçov’un gelişiyle biraz değişti. “Glasnost” yani açıklık politikasıyla birlikte dış dünyaya daha fazla bilgi verilmesi hedeflendi. Dışişleri Bakanlığı’na Gerasimov adında bir sözcü geldi. Bu kişi Batılı tarzda konuşan ilk Sovyet yetkilisiydi. Espri yapar, gazetecilere açık davranırdı. Haftalık brifinglerde dış politika hakkında bilgi verir, ama tabii her şeyi söylemezdi. Yine de önceki dönemle kıyaslandığında büyük farktı. O zamanlar Dışişleri'nden birini arayıp “Gazze konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye sormak neredeyse imkânsızdı. Telefona çıkmazlardı, araya bir sürü bürokrasi girerdi. Ama Gerasimov döneminde biraz nefes alındı.

Moskova’da bir gününüz nasıl geçiyordu? Rutininiz nasıldı?

Sabah erken kalkardım, gazeteleri okur, notlar alırdım. Sonra gündemi bildirir, dışarı çıkardım. Elçiliğe uğrar, Sovyet yetkililerle ya da yabancı gazetecilerle görüşürdüm. Öğleden sonra haber yazımı, akşam ise radyoları dinleme zamanıydı. Akşam bazen özel haber hazırlardım. Bir yere gitmek bile haberdir o dönemde. Örneğin Azerbaycan’a gitmek, Moldova’daki Gagavuz Türkleri’ni bulmak başlı başına haberdi. Kimse o konulara girmiyordu. Benim avantajım buydu. Gittiğim her yer, yeni bir dosya, yeni bir röportaj konusuydu. Ama sadece gitmek değil, orada ne gördüğün önemli. Bugün artık her şey anında herkesin önüne düşüyor. Alaska’da Trump ve Putin buluşuyor, bütün dünya canlı izliyor. Sen oradaysan ertesi gün okuyacaklara farklı bir şey söylemek zorundasın. O da sahada fark ettiğin detaylardadır: Lavrov’un yardımcısıyla gergin konuşması, kahkaha atışı, bir mimik… Bunlar okurun başka yerde bulamayacağı şeylerdir. “Özel haber, özel haber” derim hep. Herkes aynı açıklamayı görür ama fark senin gördüğün detaylardadır.

Bugün olsa hâlâ sabah gazeteleri basılı olarak tarar mıydınız, yoksa tamamen internetten mi takip ederdiniz?

Artık gazeteye bakmam. İnternetten tararım. Zaten Moskova yıllarında bile internetin çıkmasıyla alışkanlık değişmeye başlamıştı. Artık uzun uzun gazete okumak için değil, haber bulmak için bakıyorsun. Hız önemli. Ama bu durum gazeteciliğin ruhunu zayıflattı. Çünkü hız arttıkça derinlik azalıyor. Oysa o dönem haber birikerek, olgunlaşarak yazılırdı. Bugün herkes aynı anda aynı bilgiye ulaşıyor, fark artık haberi nasıl yazdığında.

Moskova’da görev yaptığınız dönemde elçilikle ilişkiniz nasıldı?

O zaman Moskova’da çok az Türk vardı. Büyükelçi Volkan Vural’dı, Milliyet’in temsilcisi olduğum için elçilikle zaten temas hâlindeydim. Türkler arasında da doğal bir dayanışma vardı, markette bulunmayan şeyleri bile bazen elçilikten alırdık. Örneğin bir dönem şeker karnesi uygulanıyordu, benim şeker karnemi elçilik vermişti. Yani hem resmî hem insani bağlar güçlüydü. Elçilikte tanıdık olmasa bile Milliyet'in adı zaten birçok kapıyı açıyordu. Çünkü oraya “Cenk” olarak değil, Milliyet’in temsilcisi olarak gidiyordum. Kurumun itibarı büyüktü.

Meslek hayatında hiç unutamadığınız bir olay oldu mu? 

Moskova Fenerbahçeliler Derneği’nin başkanıydım o dönemde. Bir gün Ali Şen Moskova’ya geldi, “Toplanalım, sohbet edelim” dedi. O sırada Erdoğan AK Parti Genel Başkanı'ydı ama henüz Başbakan olmamıştı. Ali Şen, “Erdoğan Moskova’ya geliyor, derneğe uğrasın mı?” dedi. Biz daha cevap vermeden telefonu açtı ve Erdoğan’ı aradı! Biz şaşkınlıkla “Tamam” dedik. Birkaç gün sonra gerçekten Erdoğan geldi. Olay büyüdü çünkü programda böyle bir ziyaret yoktu. Kremlin’de Türk iş insanlarıyla toplantıdan sonra doğrudan derneğe geçti. Rus güvenliği panikledi; hiçbir şey planlı değildi. Hatta konvoydaki Rus polisi bana, “Nereye gidileceğini biliyor musun?” diye sordu, arabaya beni aldı, yolu ben tarif ettim. Dernekte yüz kadar kişi bekliyordu. Erdoğan bir saat kadar kaldı. O dönem henüz başbakan değildi, çok yorgun görünüyordu. Aramızda “Kasımpaşalı var mı?” diye sormuştu, fazla konuşmadı. O ziyaret tamamen doğaçlama gelişmişti.

O ziyaret sırasında "gazeteci" mi "dernek başkanı" kimliğinizle mi hareket ettiniz?

Gazeteci kimliğimle haber yapmadım. Çünkü ortada resmî bir ziyaret yoktu, sadece özel bir buluşmaydı. 

"Putin gereksiz kelime kullanmazdı, her sözü tartarak söylerdi"
Daha sonra Putin’le de görüştüğünüzü biliyorum. O görüşme nasıl geçmişti?

Evet, Putin’le 2003 sonunda görüştüm. Türkiye’ye ilk resmî ziyaretini yapacaktı. O görüşme özel olarak sadece Türk gazetecilerle yapılmıştı. Altı kişiydik: Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök ve Nerdun Hacıoğlu, Milliyet’ten Mehmet Yılmaz ve ben, 32. Gün’den Mehmet Ali Birand, bir de Sabah’tan Ergun Babahan. Putin o zaman oldukça gençti. Görüşme bir buçuk, iki saat sürdü. Aslında 2003’te yapılacaktı ama Beslan’daki okul baskını nedeniyle Türkiye ziyareti ertelendi. Bugüne kadar Putin’in Türk gazetecilerle yaptığı tek toplu görüşmedir.

O görüşmede çevirmeni Dmitriy Peskov muydu?

Evet, Dmitriy Peskov. O zamanlar basın danışmanıydı. Türkçe biliyordu, çeviriyi o yaptı. Ama çevirili görüşmeler sıkıcıdır. Çünkü sen Türkçe konuşuyorsun, Putin anlamıyor, Peskov çeviriyor. Sonra Putin cevap veriyor, sen anlamıyorsun. Bu çift yönlü bekleme temposu görüşmeyi uzatıyor. Ama bir yandan da Peskov’un o dönemde bile çok dikkatli biri olduğunu fark ettim. Her cümleyi not alırdı. Sonra yıllar içinde Kremlin Sözcüsü oluşuna şaşırmadım.

Putin’le birebir temas kurma fırsatınız da oldu. İlk izleniminiz nasıldı, nasıl bir lider profili çiziyordu?

Ben izlenimlerimi sonra “Doğuştan Gelmeyen Karizma” başlıklı yazımda anlattım. Putin bence doğuştan karizmatik bir lider değil, ama bir “Putin karizması” inşa edilebildi. Bir “Putin kültü” yaratıldı. Kendi açısından stratejik olarak doğru bir hamleydi. Rusya’nın lider figüre ihtiyacı vardı. Putin’le konuşurken soğukkanlı, ölçülü, neredeyse duygusuz bir tavrı vardı. Gereksiz kelime kullanmazdı, her sözü tartarak söylerdi.

Günümüze gelirsek… Son Alaska zirvesinde Trump ve Putin bir araya geldi. Trump, uçakları gösterip “tepelerinde nükleer uçak uçuyor” gibi sembolik hareketler yaptı, Putin ise oldukça sakin kaldı. Bu görüşmeyi nasıl değerlendiriyorsun?

Rusya açısından zirveden “somut bir sonuç çıkmaması” bile bir başarı. Çünkü Rusya o görüşmede zaten avantajlıydı, ipleri elinde tutuyordu. Özellikle Ukrayna konusunda kimse Rusya'ya zorla bir şey yaptıramaz, Rus karakteri de “Hadi barışalım, artık bitsin” demez. Onlar için mesele gurur ve saygı meselesi. En çok önemsedikleri şey, “eşit muamele" görmek. Dış dünyada ABD Başkanı'yla Rusya Başkanı'nın eşit görülmesi onlar için inanılmaz önemli. O yüzden o zirvenin daha yapılacağı açıklandığı anda bile Putin kazanmış sayılır. Çünkü o sahne -Trump ve Putin’in yan yana oturması- Rusya’nın istediği fotoğraftı. Batı medyası sonuç çıkmadı diye küçümsedi ama Rusya açısından zaten amaç eşit masaya oturmaktı.

Rusya için "eşit muamele" görmek yeterli olur mu?

Trump’ın tavrı Rusların gururunu okşadı. Belki bilinçli yaptı, belki içgüdüsel. Ama Rusların hoşuna giden bir şeydi bu. Çünkü saygı görmek onlar için stratejik bir ihtiyaç. Rusya ekonomik olarak ABD’nin yarısı bile değil ama masada eşit görünmek onun için yeterli. Bu, onların tarihsel psikolojisinde çok derin.

"Zelenski çok zor durumda, Rusya fiilen kazandı"
Ukrayna’daki savaş sizce nereye evrilebilir?

Zelenski çok zor durumda. ABD politikasını tamamen tersine çevirmediği sürece, Rusya fiilen kazandı. Kırım ve Donbas’ta artık geri dönüş yok. Diplomasi orada devreye girecek. Öyle bir formül bulacaklar ki iki taraf da “onurlu bir geri çekiliş” yapmış gibi görünecek. Zelenski, “Kırım artık Ukrayna toprağı değildir” diyemeyecek belki ama Rusya da “Kırım, Ukrayna’ya ait” cümlesini asla kabul etmez. Bu, Kıbrıs meselesi gibi bir durum. Nasıl Türkiye, KKTC’nin Türk toprağı olmadığını kabul etmezse, Rusya da o topraklardan vazgeçmez. Diplomasi bu noktada kelimelerle oynayarak iki tarafı da memnun edecek bir metin çıkarır. Ama fiilen durum belli: Rusya avantajda.

Kafkasya’daki son gelişmelere de gelelim. AZAL uçağının Rus hava savunması tarafından düşürülmesinden sonra Azerbaycan’ın attığı sert adımlara Rusya neredeyse hiç tepki veremedi. Bu sessizliği nasıl yorumluyorsunuz?

O olayda Rusya kendi ayağına sıktı. Azerbaycan da çok ustaca davrandı. Olayın sorumluluğunu üstlenmedi, Putin’e alan tanıdı. Eğer “Yanlışlık oldu, özür dileriz” deselerdi mesele kapanırdı. Ama Rusya refleksle inkâr etti. O yüzden konu büyüdü. Şu anki tepkisizliğinin nedeni de Rusya’nın gücünün artık sınırsız olmaması. Ben Suriye müdahalesi başladığında bile şunu düşünmüştüm: “Rusya bunu ne kadar sürdürebilir?” Evet, eski Sovyet coğrafyası dışında ilk kez askeri müdahale yaptı. Ama aynı anda birkaç cephede savaşacak kapasitesi yok. Suriye’den çekilmesinin bir nedeni de buydu. Kafkasya’da yaşananlar karşısında sessiz kalmasının nedeni de benzer. Şu anda önceliği Ukrayna. Tüm enerjisini oraya veriyor. Ayrıca Rusya, bazen “bir bardak soğuk su içip” beklemeyi bilir. Hemen tepki vermez. Zamanı gelince karşı hamle yapar. Bu da aslında güçlü bir refleks. Çünkü “yenilgiyi kabullenip yeniden pozisyon almak” Rus diplomasisinin tipik özelliği. Hızlı adapte olurlar. Bir durum değiştiğinde hemen yön değiştirirler. Bu aslında bir esneklik. Ama bir yandan da Doğulu reflekslerle de hareket ederler.

“Doğulu refleks” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz?

Şunu kastediyorum: Batı’da rasyonalite vardır, kararlar akılcı temele dayanır. Rusya’da ve Türkiye’de ise tepkisellik hâkim. Bir olay olur, o anki duyguyla karar verilir. Yani “ben bunu yaparsam onlar şunu yapar, sonra şu olur” diye birkaç adım sonrası pek düşünülmez.
Rusya büyük ülke, köklü devlet ama karar mekanizmaları bazen duygusal olabilir. Bu da onun Doğulu yönü. Yine de diplomasi açısından çok esnekler; gerektiğinde 180 derece dönerler. “Bardağı kırdık, tamam, yeni bir bardak alırız” diyebilen bir ülke. Bu da iyi bir özellik.

Son olarak, gazetecilik kariyerinizde sizi en çok etkileyen, unutamadığınız olay hangisiydi?

Birkaç tanesi var ama en çarpıcısı 1993’teki olaydır. Yeltsin’in parlamentoyu bombalaması. Muhalif bir meclis çoğunluğu vardı, Yeltsin’le çatışıyorlardı. Gerginlik artınca Yeltsin, “Bu işi kökten çözelim” dedi ve orduya parlamentoyu vurma emrini verdi. Tanklar binayı ateşe tuttu. Bu manzara inanılmazdı. Bir ülke kendi meclisini bombalıyor, Batı da sessiz kalıyor. Çünkü o dönem Yeltsin “Batı’nın adamı” olarak görülüyordu. Demokrasi adına yapılmış gibi sunuldu. Bu beni çok etkilemişti. Moskova’nın göbeğinde, televizyonlar canlı yayında gösterirken, kimse çıkıp da “Bu kabul edilemez” demedi.

Batı bu olayda Yeltsin’i desteklemişti değil mi?

Evet, neredeyse hiç eleştiri gelmedi. “Rusya demokrasiye geçiyor” havası verildi. Halbuki demokrasiye geçişin yolu parlamento bombalamaktan geçmez. Bu olay, benim için gazetecilikte resmî söylemle gerçek arasındaki uçurumu ilk kez bu kadar net gösterdi.

Peki seni en çok duygulandıran ya da sarsan kişiler kimlerdi?

Heyecanlandığım iki kişi var: Demirel ve Gorbaçov. Bir de tabii Elçibey’i hiç unutmam.

Elçibey’le de birebir görüşmüştünüz sanırım. O görüşmeniz nasıldı?

Evet, hem Azerbaycan’da görevdeyken hem sonrasında. İktidardan düştükten sonra Aliyev onu sürgüne yolladı. Döndükten sonra tekrar görüştüm. O zaman çok üzülmüştüm. Sonuçta bir devlet başkanlığı yapmış, ülkesini yönetmiş bir adam… Ama döndüğünde Bakü’de kötü bir semtte, eski bir apartmanda, ailesiyle zor şartlarda yaşıyordu. O halini görmek üzücüydü. Elçibey bence dürüst, idealleri olan ama siyasetin kirli oyununa uyum sağlayamayan biriydi. Halk onu hâlâ saygıyla anıyordu ama devlet katında neredeyse yok sayılmıştı.

"Demirel'in Orta Asya tarihi hakkında olağanüstü bilgisi vardı"
Demirel’le yaptığınız görüşme nasıldı?

Orta Asya üzerine bir yazı dizisi hazırlıyordum. Milliyet'in o tarihteki Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak, “Demirel’le de konuş” dedi. Gittim. Şaşırdım çünkü Demirel’in Orta Asya tarihi hakkında olağanüstü bilgisi vardı. Yalnızca siyaset değil, tarihsel bağları da derinlemesine biliyordu. Ben mühendisliğiyle, teknokratlığıyla tanırdım, oysa tarihsel bilinci çok güçlüydü. Onunla konuşurken hem saygı duydum hem heyecanlandım. Her konuyu tarih içinden okurdu. “Bu coğrafyada süreklilik esastır” demişti, o cümleyi hiç unutmam.

Gorbaçov’la görüşmeniz nasıl geçmişti?

Gorbaçov, benim orada bulunduğum yıllarda halk arasında çok eleştiriliyordu. İnsanlar ona öfkeliydi, çünkü onun döneminde Sovyet düzeni çökerken herkes fakirleşti, işsiz kaldı. Ben de orada yaşayan biri olarak ona kızıyordum. İyi niyetliydi ama kararsızdı. Sorunları görüp adım atmamak gibi bir tutarsızlığı vardı. Ancak zaman geçtikçe onu biraz daha sağduyulu değerlendirmeye başladım. Çünkü biz dışarıdan konuşuyoruz, onun omzundaki yük ise çok büyüktü. Milyonlarca insanın kaderini etkileyecek kararlar alması gerekiyordu. Bir noktada korktu, frene bastı ve tarih orada durdu.