Tanzimat günlerinde Osmanlı payitahtı
Haberin Eklenme Tarihi: 3.11.2025 12:10:00 - Güncelleme Tarihi: 3.11.2025 12:14:00İstanbul, 1839 yılının soğuk ama tarihi kaplayacak bir Kasım gününde, alışılagelmişin dışında bir hareketliliğe sahne oluyordu. Gülhane Meydanı; devlet erkanı, yabancı diplomatlar, çeşitli milletlerden tebaa ve meraklı bir kalabalıkla dolup taşıyordu. Okunan metnin her kelimesi, asırlara dayanan bir imparatorluğun çözülüşünü durdurmak için atılmış çaresiz bir çığlık, aynı zamanda yepyeni bir devrin habercisiydi. Mustafa Reşid Paşa’nın okuduğu Gülhane Hatt-ı Hümayunu, vatandaşın can, mal ve namus güvenliğini devletin teminatı altına alıyor, vergi ve askerlikte adaleti vaat ediyor, kanun önünde eşitliğin temellerini atıyordu. Peki, bu sarsıcı fermandan sonra, Osmanlı’nın kalbi payitahtta neler yaşandı? Gelin, o günleri bizzat yaşamış seyyahların, diplomatların ve gözlemcilerin satırları arasına dalarak, Tanzimat’ın ilk yıllarının İstanbul’una bir yolculuğa çıkalım.
Bu yolculuğun en dikkat çeken rehberlerinden biri, İngiliz seyyah ve arkeolog Charles White’dır. 1840’ların başında, yani Tanzimat’ın hemen akabinde İstanbul’da bulunan White, Three Years in Constantinople (Üç Yıl İstanbul’da) adlı eserinde, şehri âdeta bir sosyolog titizliğiyle inceler. Onun gözlemleri, fermanın kâğıt üzerindeki ideallerle, sokaktaki gerçeklik arasındaki o kaçınılmaz ve sancılı mesafeyi gözler önüne serer. White, özellikle “gavura gavur denmeyecek” ilkesinin yarattığı kültürel şoku anlatırken oldukça nettir. Geleneksel olarak Müslüman halkın sosyal hiyerarşide üstün olduğu bir toplumda, gayrimüslimlerin artık sokak ortasında bir Müslüman kadar itibar görmeye başlaması, derin bir huzursuzluk kaynağıdır. Bir Müslüman'ın, “Artık devlet, Hristiyan’ı Müslüman’a eşit sayıyor. Padişahımız neden böyle yapıyor?” şeklindeki şaşkınlık dolu sorusunu aktarır. Bu, sıradan bir insanın, köklü bir zihniyet değişimine henüz hazır olmadığının göstergesidir.
Ancak White, değişimin somut adımlarını da kayıt altına alır. Özellikle Sultan Abdülmecid’in, fermanın ruhuna uygun davranışları dikkat çekicidir. Padişahın, Beyoğlu’ndaki yabancı elçilikleri ziyareti, Dolmabahçe Sarayı’nda verdiği ve Müslüman-Hristiyan devlet erkanının bir arada bulunduğu balolar, eski rejimin katı protokol kurallarını yıkan önemli jestlerdir. White’ın da dediği gibi, bu davranışlar, “Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş” adımlardır ve Batılı diplomatlar nezdinde büyük bir sempati toplamıştır. Pera ve Galata, bu değişimin en hızlı yaşandığı mekânlardır. Avrupa tarzı kıyafetler, vals müziği, şampanya ve dans, bu semtlerde giderek yaygınlaşan modern hayatın simgeleri hâline gelir. Seyyah, burada gördüğü manzarayı şöyle tasvir eder: “Pera'nın dar sokakları, fesli, redingotlu Osmanlı efendileri ile silindir şapkalı, krinolinli etekli Avrupalı hanımların bir arada dolaştığı, garip ve renkli bir panayır yerine dönmüştü.”
Her şeyin altüst olduğu, her şeyin değiştiği şehir
Bir diğer önemli gözlemci ise Fransız yazar ve seyyah Edmondo de Amicis’tir. 1874’te, yani Tanzimat’ın son demlerinde İstanbul’a gelse de onun Constantinopoli adlı başyapıtı, reformların şehre kazıdığı izleri büyük bir edebi ustalıkla aktarır. De Amicis’in gözünde İstanbul, Doğu ile Batı’nın, geleneğin ve modernitenin inanılmaz bir şekilde iç içe geçtiği bir şehirdir. Onun tasvirleri, Tanzimat’ın getirdiği ikiliği mükemmel bir şekilde yansıtır. Bir tarafta, “her şeyin altüst olduğu, her şeyin değiştiği” bir şehir vardır; tramvaylar, gazhaneler, telgraf hatları... Diğer tarafta ise “bin yıldır değişmemiş gibi duran” bir şehir: Eski Evler, mahalle kahveleri, boğazın sakin sularında salınan kayıklar ve her daim devletin bekasını fısıldayan minareler. De Amicis, bu çelişkiyi şu unutulmaz cümlelerle özetler: “İstanbul, bir yanıyla Avrupa'nın en şık başkentlerinden biri, diğer yanıyla Asya'nın en ıssız köylerinden biri gibidir.” Bu, Tanzimat İstanbul’unun belki de en doğru fotoğrafıdır: Bir yanda Batılılaşma hamleleriyle süslenmiş bir “vitrin”, diğer yanda geleneğin derin sularında yüzen bir “içerisi”.
Tanzimat’ın en iddialı vaatlerinden biri, adalet ve hukuk üstünlüğüdür. Bu dönemde, şer’i mahkemelerin yanında, karma ticari mahkemeler ve nihayetinde Nizamiye Mahkemeleri kurulmuştur. Ancak bu yeni yargı mekanizmalarının işleyişi de seyyahların ilgi odağı olmuştur. Fransız diplomat ve yazar Ubicini, 1850’lerde yazdığı Türkiye 1850 adlı eserinde, yeni kanunların uygulanmasındaki zorluklara dikkat çeker. Eski zihniyete sahip kadıların yanında, Batı hukukundan anlayan yeni nesil bir bürokrasinin yetişmesi zaman alacaktır. Ubicini, bir davada, eski bir kadının “Ferman ne derse desin, kendi bildiğimi okurum” anlayışı ile yeni eğitimli bir savcının kanun maddeleri arasında sıkışıp kaldığını anlatır. Bu, bir devletin tüm hukuk felsefesini değiştirmeye çalışırken yaşadığı doğal ve kaçınılmaz bir sancıdır.
Tanzimat’ın payitahttaki en görünür etkisi
Tanzimat’ın payitahttaki en görünür etkisi ise şehircilik ve mimaride kendini gösterir. Batılılaşma, artık sadece sarayın içinde yaşanan bir lüks olmaktan çıkıp, kamusal alana taşınmıştır. İlk gazhane kurulur, Şirket-i Hayriye vapurları Boğaz’ın iki yakasını düzenli olarak birbirine bağlar ve 1870’lere doğru atlı tramvaylar İstanbul sokaklarında görülmeye başlar. Bu fiziksel değişim, toplumsal hayatı da derinden etkiler. Özellikle, Tanzimat'ın ilanından sadece bir yıl sonra, 1840'ta çıkarılan ilk resmî gazete olan Takvim-i Vekayi'nin ardından, 1860'ta kurulan özel teşebbüs gazetesi Tercüman-ı Ahval, kamusal alanda fikirlerin dolaşıma girmesini sağlar. Okuryazarlık oranı düşük olsa da kahvehanelerde yüksek sesle okunan bu gazeteler, halkın devlet işlerinden haberdar olma, ülke meseleleri hakkında fikir yürütme alışkanlığının ilk tohumlarını atar.
Ancak bu “altın çağ” vaadi, herkes için aynı parlaklıkta değildi. Özellikle taşrada feodal yapılar (ağalar, ayanlar) hâlâ gücünü korurken, payitahtta bile reformların getirdiği mali yük, halkın sırtına yeni vergiler olarak binmekteydi. Tanzimat Fermanı'nın “adaletli vergi” vaadi, pratikte çoğu zaman yeni bürokratik yolsuzluklara kapı aralıyordu. Yabancı seyyahların çoğunlukla gözden kaçırdığı bu iç yüz, aslında Tanzimat'ın en büyük çelişkisiydi: Devlet, modernleşmek için borçlanıyor, borçlandıkça yabancı müdahalesine açık hale geliyor ve bu da reformları daha da güçleştiriyordu.
Nihayetinde seyyahların gözünden Tanzimat'ın İstanbul'u, büyük bir ikilemin, derin bir geçiş sancısının sahnesidir. Bir taraftan Charles White’ın aktardığı gibi, Müslüman bir esnafın, “Bu ferman, devletimizin kurtuluşu mudur yoksa çöküşünün başlangıcı mı?” sorusundaki endişe ve tereddüt; diğer taraftan De Amicis’in betimlediği gibi, Boğaz’da yükselen modern sarayların, Batılı tarzdaki baloların işaret ettiği umut ve değişim arzusu... Tanzimat, Osmanlı İmparatorluğu’nun hasta adam olmaktan kurtulmak için içtiği ilk ciddi modern ilaçtır esasında. Yan etkileri şiddetli olsa da etkisi yüz yılı aşkın bir süre devam edecek, Cumhuriyet Türkiye’sinin temellerini atacak bir süreci başlatacaktı. Payitaht İstanbul ise bu sürecin hem laboratuvarı hem de sahnesi oldu; seyyahların büyülenerek izlediği, Doğu ile Batı'nın kesiştiği o muhteşem ve çelişkilerle dolu şehir…