
Türk mûsıkîsinin Dede Efendi’si: Cinuçen Tanrıkorur
Bestekâr ve ud virtüözü Cinuçen Tanrıkorur, 2000 yılında âlem-i bekâya göçmüş olsa da besteleriyle hâlâ aramızda yaşıyor. Sanat hayatı boyunca 505 beste yapan Tanrıkorur, müziğe nasıl başladı? Türk mûsıkîsine neden darbe vurulduğunu düşünüyordu? Tanrıkorur’un yaşam yolculuğuna birlikte bakalım…
Güftesi Şükûfe Nihal’e ait olan “Yakut, mine, zümrüt bana birdir kayalarla” diye başlayan Cinuçen Tanrıkorur bestesi yürük semâî bizi hangi alemlere götürmez ki. Hele ki Cinuçen Tanrıkorur’dan dinliyorsanız. İlk başta belirteyim, Kütahyalı ressam Ahmet Yakupoğlu’nun ona Türk mûsıkîsinin Dede Efendi’si demesinden dolayı başlığa taşıdım bu tabiri.
Cinuçen Tanrıkorur 20 Şubat 1938’de Fatih-Mutaflar’da doğdu. Babası Zaferşan, annesi Kırım asıllı Adalet Hanım’dır. Altı yaşında ikinci sınıftan başladığı ilkokulu 1948’de bitirdi. Aynı yıl İtalyan Lisesi’ne girdi. Burada Ali Nüzhet Göksel ve Halit Fahri Ozansoy’dan Türkçe, edebiyat; Père Elie ve Père Gauthier’den Fransızca; Giuseppe Garino’dan İtalyanca ve Latince öğrenerek kendini yetiştirdi. 1955’te İtalya’nın Bordighera kasabasında yapılan Milletlerarası Altın Palmiye Karikatür ve Mizah Yarışması’na Aziz Nesin “Fil Hamdi” adlı hikâyesiyle katılmıştı. İtalyanca çevirisi Tanrıkorur tarafından yapılan bu eser birinci seçildi. Daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. İmar ve İskân Bakanlığı’nda 8 yıl şehirci-mimar olarak görev yaptı. 1960-82 yıllarında TRT’de ud sanatçısı olarak çalıştı ve çeşitli idari görevler aldı. 1982’de bu kurumdan istifa edince Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Müzik Eğitim Bölümü’nü kurdu. 1989’dan itibaren de Kültür Bakanlığı solist sanatçısıydı.
Müziğe 4 yaşında aile içinde ses eğitimiyle klasikleri okuyarak başladı. 10 yaşında kendi kendine nota okumayı, 13 yaşında beste yapmayı, 18 yaşında ud çalmayı öğrendi. 22 yaşında İstanbul Radyosu sınavını kazandı. 1961’den itibaren 16-20. yüzyıllar arası klasik Türk musikisi eserlerini ihtiva eden bir repertuarla ülke içi ve dışında ud ve ses resitalleri verdi. 1971’de Bağdat Müzik Akademisi’ni kurmuştur. 1979’da bestelediği Bayati-Araban Mevlevi Ayini Paris’te uluslararası bir yarışmada birincilik ödülünü almıştı. Bu eseri; Fransız Radyosu’nca önce LP ve kaset, sonra CD olarak yayımlanmıştır. Tanrıkorur İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince, biraz da Arapça bilmekteydi. [1] Türk musıkisinin 587 makamına ilave olarak terkip ettiği üç yeni makam vardır. Bunlar Şeddisabâ, Gülbûse ve zâvil-aşîran’dır. [2]
Klasik müzik yasağı
Müesseseleri çok uzun ömürlü bir imparatorluğun yıpranmışlığı, yorulmuşluğu sebebiyle bozulmaya başlamış olan bir devlette “Tanzimat adı verilen bir zelzele” cereyan etmiştir Tanrıkorur’a göre. Bu zelzele Osmanlı aydınında bir beyin travmasına yol açmıştır. [3] “Bu beyin travması sebebiyle Tanzimat’tan bu yana -ki Tanzimat öncesinde Napolyon’un dostu III. Selim ile başladı Batı hayranlığı- II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı ve Mehterhâne’yi kapatıp yerine Mızıkayı Humayun’u kurması ile moda hâline geldi. 16 yaşında bir çocuk olan Padişah Abdülmecid’e Tanzimat komplosunun imzalatılmasıyla iş iyice çığırından çıktı. Bu safhada artık aydının gözünde Batı’dan gelen ne varsa faydalı, bizim kendimize ait neyimiz varsa geri görüldü. Tanzimat’ın açtığı yaralar maalesef Cumhuriyet’te sistemleştirilerek devam etti” diyerek ekler Tanrıkorur: “Onun için bütün bir Cumhuriyet dönemi boyunca, Türk çocukları okulda kendi mûsikîlerini öğrenemediler. Çünkü kendi mûsikîleri sistem için gereksizdi; ilkeldi, çağ dışıydı; Batı’nınkine benzemediği için.” Türk mûsıkîsinin eğitimden kaldırıldığı bir dönem vardır. 1926’nın ilk Maarif Nazırı Mustafa Necati’nin ilk işi okullardan musiki dersleriyle din derslerini kaldırmak olmuştu. 1934’te de garip bir kader birliği tecellisi olarak hem radyodan Türk musikisi yayınları yasaklanıyor hem İlahiyat Fakültesi kapatılıyordu. [4]
Batı’dan Tanzimat’ta ithal ettiğimiz “alaturka-alafranga” kavramı ile Cumhuriyet’te ithal ettiğimiz “tek sesli-çok sesli” kavramı, tarihimizde rastlamadığımız polemiklerdir. Türkler Osmanlı iken de, Selçuklu iken de, Karahanlı-Uygur-Göktürk-Oğuz-Avar-Hun iken de müzik diye sadece müziği bilmişlerdir: Alaturka-alafranga, teks esli-çok sesli, saray müziği-halk müziği diye ayırmadan. [5]
Tanrıkorur şöyle devam etmektedir: “Klâsik mûsikîmiz […] 50 yıllık yasak döneminden sonra, 1975’ten itibaren devletin açtığı Türk Musikisi Devlet Konservatuarı ile aynı zamanda ve tamamen yanlış Türk Musikisi Devlet Korosu ile devam ediyor. […] Bugüne kadar Türk mûsikîsinin ne tarihi yazılmıştır, ne nazariyatı, ne solfeji, ne edebiyatı, ne de çalgı metotları. Bu durumda, ‘Ben konservatuar açıyorum’ dediğinizde herkes size güler. Hüseyin Saadettin Arel’in ‘Musiki Mecmuası’nın arkasında tefrika edilen ‘Türk Musikisi Nazariyatı’ ders notları ile cemiyet açılır ama konservatuar açılmaz. Naçizane TRT’nin 1970 senesinde açtığı yarışmada tek büyük ödüle lâyık görülmüş olan ‘Ud Metodu’mdan başka hiçbir Türk mûsikîsi âletinin metodu yoktur.” [6]
“Bana alaturka konser dinletti!”
Ankara Millî Kütüphanesi’nde genel müdür olan Dr. Müjgan Cunbur, millî kültür şuuruna sahip, fevkalade zarif bir hanımefendiydi. Kendisine Tanburi Cemil Bey’i 52. ölüm yıl dönümünde Millî Kütüphane'de düzenlenecek bir günle anmanın mümkün olup olamayacağını sorduğunda, memnuniyetle izin vereceğini ancak daha önce Kültür Müsteşarı Adnan Ötüken Bey ile görüşmesi gerektiğini söyler. Proje onaylanır ve hazırlıklara başlanır. Birinci bölümde Tanrıkorur, Cemil Bey hakkında banttan kendi icrasından örneklerle destekleyeceği bir konuşma yapacaktır. İkinci bölümde ise Necdet Yaşar, İhsan Özgen, Selami Bertuğ ve Ahmet Hatipoğlu, Cemil Bey'in saz eserlerini çalacak; sözlü eserlerinde de Bekir Sıtkı Sezgin'e refakat edeceklerdir. Tanrıkorur’un Ankara’da verdiği bütün konser ve konferanslarında candan yardımlarını esirgememiş olan Ayyıldız Matbaası yetkilileri bu konser için de en tecrübeli uzmanlarını seferber etmişler, hiçbir isteğini reddetmemiş olan karikatürist-mimar sınıf arkadaşı Tan Oral'ın yaptığı 70 x 100 ölçüsündeki nefis afişle program ve davetiyeleri en güzel şekilde basmışlardı.
Konsere dört gün kalmıştı ki Necdet Yaşar'dan bir telefon gelir: "Cinuçen'ciğim, biliyorsun, on gün sonra evleniyorum ve uçak seyahatinden korkuyorum. Gel sen beni şu konserden affet, el kızına rezil olmayalım. Anlarsın ya, canım benim...” Çaresiz “peki” deyip tanbur eşliği görevini Ankara Radyosu sanatçısı Yılmaz Pakalınlar'dan rica eder. Memnuniyetle kabul eder. Pakalınlar, 1962 'de Ankara'ya ilk gittiğinde müzisyen arkadaşları tarafından götürüldüğü Yenimahalle' de udi-bestekâr Yılmaz Yüksel'in yorgancı dükkânında, mefruşatçı Atilla Özmen, udi Dr. Sabri ve Sürelsan korosundan Ahmet Ayhan'la birlikte tanıştığı genç dostlar arasındaydı. Âdeti olduğu üzere, programın başlayacağı saat 17:00 olunca kapıları kilitletir ve geç gelen kim ama kim olursa olsun içeri alınmamasını güvenlik personeline sıkıca tembihler. Tam kürsüye gelmeye hazırlandığı sırada salonda büyük bir alkış kopar. İsmet İnönü, sağında eşi, solunda Ali İhsan Göğüş olmak üzere salondan içeriye giriyordu. Tabii hemen gidip elini öper ve ön sıraya oturtur. Konuşmaların ve müziğin ne kadarında açıktı bilinmez ama kulaklığı sürekli kulağındaydı. Tanrıkorur özellikle Atatürk sonrası dönemin müzik eğitimi politikasını çok ağır bir üslupla eleştirdiği konuşması sırasında, İsmet Paşa zaman zaman Ali İhsan Bey’le fısıldaşıyor, defterini açıp bazı notlar alıyordu. Türk musikisinden hayatı boyunca şiddetle nefret etmiş olan İsmet Paşa, bazen Atatürk'ün davet ettiği fasılların dahi ortasında kalkıp gittiği hâlde, bu konsere niye gelmişti?
Tanburi Cemil Bey’e karşı duyduğu hayranlığından mı, yoksa politikacıların hangi yaşta olurlarsa olsunlar bir türlü doyamadıkları alkışlanma tutkusundan mı? Bu sorunun cevabı konserin sonunda üç aşağı beş yukarı anlaşılacaktı. Tanrıkorur o kadar konuşup, alıntılar yapıp, şiirler okuyup kasetler çaldığı hâlde, sanatçı arkadaşları da -herhâlde biraz da Paşa'nın huzurunda olmaktan- ellerinden gelenin en iyisini ortaya koymaya çalışmış olmalarına rağmen; ne onu ne onlardan birini yanına çağırıp nezaketen bile olsa tebrik etmeye lüzum görmeden, aynen geldiği gibi alkışlar içinde çeker gider. “Efendilik bizde kalsın diye uğurlamak üzere arkasından kapıya kadar yürüdüğümde, eşine Müjgan Hanım’ı göstererek, zor çıkan boğuk sesiyle, ‘Bu kadın var ya, bu kadın! Bana alaturka konser dinletti!’ diye (âdeta AİDS mikrobu bulaştırılmış gibi) yakınıyor, bu sitemiyle Müjgan Hanım’a herhâlde pek büyük bir iltifatta bulunduğuna inanıyordu...” [7]
“Fişi prizden çekmeyin”
Ud ve tanbur ile bağlamanın ortak kaynağının eski Türk “ozan kopuzu” olduğunu anlamak zor olmaz. Sazın sapındaki perde bağlarının Farsça destandan Türkçeleştirilerek yapılan “bağlama” kelimesi, bundan 200 yıl öncelerine kadar yalnız Türkmen ve Yürük aşiretlerimiz arasında kullanılırdı. [8]
Cinuçen Tanrıkorur’un ud icrası ise kendi ifadesiyle, “Bir tür tanbur, biraz gitar, belki bağlama esintileri taşıyan, ağırlıklı olarak tambur üslûbunun etkisi altında kalmış, udla tambur arası, halk musikisini de çok sevdiğini belli etmeye çalışan karışık bir üslûptur.” Beste çalışmalarına 14 yaşlarında başlayan Tanrıkorur’un ilk eseri 1952’de bestelediği, dördüncü hanesi değişmeli ferahnak saz semaisidir. Bunu aynı yıl bestelediği, güftesi Fuzuli’ye ait “Âşiyân-ı mürg-ı dil zülf-i perişânındadır” mısrasıyla başlayan şevkefza şarkısı takip etmiş, 1999 yılına kadar devam eden beste çalışmalarının sayısı 505’e ulaşmıştır. [9]
İsmail Kara, yayına hazırladığı “Sâz ü Söz Arasında: Cinuçen Tanrıkorur’un Hatıraları”ndaki sunuş kısmında yazdığı, Tanrıkorur’a bir tarikata müntesip olup olmadığını sorması üzerine “Bu işler kısmet işidir bilirsin İsmailciğim, bize kısmet olmadı” cevabını almıştır. Mevlevi ayinlerine sazende olarak katıldığı için adap-erkan icabı sikkesi tekbirlenmişti. Bu bir tür intisaptı şüphesiz. Ol sebepten hep Hazreti Pir-i Destgir Cenabı Mevlana âşığı ve tarik-ı Mevlevi muhibbi kaldı. Mevlevi ayini bestelerinde de Hazreti Hüdavendigar’ın fiilî himmetlerine mazhar olmuştu: “O bestelerdeki nota yazılarının bir kısmında elimi biri tuttu ve süratle tersim etti, orijinallerinin hattı onun için benim yazımdan tefrik edilecek kadar farklıdır” sözü de ona ait. Fakat kendisi derin bir hürmetle andığı ve hatıratında da bahsettiği merhum Cahit Gözkan’a intisap etmek istemiş. Bir ziyaretinde bütün cesaretini toplayarak uzun zamandır içinde taşıdığı niyetini kelimelere döküvermiş ve “Cahit amca, beni kabul eder misin?” deyivermiş. Yarım saatten fazla süren uzun bir sessizlik ve sonunda tek bir cümle etmiş Gözkan: “Fişi prizden çekmeyin.” “Ne demek istemişti acaba? Bilemedik, bir daha da soramadık.” [10]
1979 yılında Göztepe’de Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi’nin deniz tarafında, parkın karşısındaki küçük evin basamaklarını çıkıp kapıyı çaldığında; boylu poslu, genç güzel, güler yüzlü bir hanım kapıyı açmış, siyah saçları gibi gür sesiyle “Buyurun efendim, sizi bekliyorlar” diyerek içeriye almıştı. Cemil Meriç’in adını “Hisar” dergisindeki “Fildişi Kuleden” başlıklı yazılarından tanıyan Tanrıkorur, bu yazılarda verilen bilgiler kadar, gerek sosyolojik yorum ve değerlendirmedeki benzersizlik o isme büyülenmesine çoktan yetmişti. Gözünde siyah gözlüğü, elinde sigarasıyla koltuğunda oturmuş kızı Ümit Hanım’ın “Babacığım, Cinuçen Bey!” diye takdim ettiği genç adama elini uzatıyordu. O akşam susup hocayı dinleyeceği yerde- çoğunlukla Tanrıkorur konuşmuş olmalı ki radyoda ziyaretine gelen Abdülbaki Gölpınarlı gibi Cemil Meriç de “Siz bu Türkçeyi nerede öğrendiniz?” diye sormuştu. Mutad ikramlardan sonra sıra diş kirasındaydı. Cemil Bey her yönüyle tam bir hayrülhalef olan kızından ismini söylediği kitapları getirmesini rica etti. Kitaplarının hepsinin ilk sayfasına uzun-kısa ithaflar yazdırıp imzasını atmak lütfunu esirgemedi. 42 yıllık eşi Fevziye Hanım, Tanrıkorur vedalaşmak için ellerini öptüğü sırada kulağına “Pek herkese bu kadar uzun ithaflar yazmaz; sizi sevdi” demişti.
Tanrıkorur ilk ziyaretini takip eden yılbaşında Meriç ailesine bir tebrik kartı göndermiştir. Aradan üç hafta geçmiştir ki Cemil Meriç’ten cevap gelir Ümit hanımın yazısıyla: “Canım efendim, alev alev bir sesdi bu. Vecdin, sevginin, gönlün sesi. Tutuşturmuyor, aydınlatıyordu. Fecir pırıltısı gibi. Tanımıyordum sizi. Bir akşam zindanımı nura boğdunuz. Sonra da her güzel şey gibi hâtıra oldunuz. Serap mıydınız, gerçek miydiniz? Adınız da bir remiz gibi esrârengizdi. Nerden geliyordunuz? Kadîm ve muhteşem bir medeniyetin enkaz-ı târümârı altında gülümseyen bir kor muydunuz? Zerafetinizle Lâle Devri’nin müsahiplerini hatırlatıyordunuz. Belli ki elest bezminde tanışmıştık. İltifatnâmeniz, hâfızamdaki sesin bir rüyâ olmadığını isbat etti. Kelimeler rahmet damlaları gibi serinletti ruhumu. Berhüdâr olunuz. Lâyezâl şükran ve sevgilerle gözlerinizden öperim. Hanımefendiye hürmet ve meveddet. 28 Aralık 1979. Cemil Meriç.” [11]
Dehalardan yeterince istifade edebilmek için önce onların değerinin farkına varabilecek seviyede bir toplum olmak gerekir. Atalarımız bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Bilmez insan kadrinî âlemde insân olmayan.” [12]
“Türk Edebiyatı” dergisi Tanrıkorur ile bestelediği bir ayin hakkında mülakat yapar. Mülakatta ayini bestelediğini şu sözlerle anlatır: “Ben o âyinin sahibi değil, kâtibiyim; söylediler, yazdım.” Sonunu da -daha esprili olsun diye- “Yoktur benim aslâ işe dahlim/Ben sadece bir kâtib-i vahyim” diye bir beyitle bağlar. Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurucusu, ilk mimarlarımızdan Ekrem Hakkı Ayverdi, başlığa da alınmış olan sözü pek beğenmiş. Tanrıkorur’u her gördüğünde “Gel benim aslan kâtibim!” diye iltifatta bulunurmuş. [13]
Mevlevilik üzerine yazdığı eserlerle ünlü edip Abdülbaki Gölpınarlı (öl. 1982), radyoda birlikte çalıştığımız tanburi bestekâr Erol Sayan'ın kayınpederinin arkadaşıymış. Erol Sayan bir gün Tanrıkorur’a "Abdülbaki Hoca bizim kayınpedere senin sunuculuğunu beğendiğini söylemiş, biliyor musun?” der ve şöyle devam eder: “Özellikle güfteleri okuyuşun dikkatini çekmiş. O çocuk ya aruzu çok iyi biliyor veya sadece tiyatro yapıyor” demiş. Gölpınarlı gibi Türkçeye her yönüyle vakıf bir üstadın, Tanrıkorur gibi bir Cumhuriyet çocuğunun dilini beğenmesine sevindiği kadar kaygılanmıştı ya bir gün karşılaşır da onu sıkı bir imtihana çekerse ne yaparım diye. Kaygısı boşuna değildi.
Bir sabah odasında çalışırken, Erol Sayan kapıyı açıp “Baki Hoca burada, seni görmek istiyor!” demesin mi? Birden eli ayağına dolanan Tanrıkorur heyecanla kapıya koşar ve bembeyaz saçı sakalı, başında beresi, elinde bastonuyla karşısında duran nur yüzlü hocayı, elini öperek buyur eder. Hemen söylediği orta kahvesini beklerken, “Ekranda göründüğünden daha gençmişsin” diye başlar söze Gölpınarlı. "Söyle bakayım, bu Türkçeyi nerede ve kimlerden öğrendin?” Ziyaretin korktuğu sebebi anlaşılıyordu. Merhum Sadi lşılay'dan iltifata itiraz konusunda yıllar önce yediğim papara kulağına küpe olduğu için, “Aman efendim, estağfurullah” faslını geçip, İtalyan Lisesi'nde şair Halit Fahri Ozansoy ve Ali Nüzhet Göksel'in talebesi olduğumu, biraz da Cemaleddin Server Bey’den istifade ettiğini söyler. "Yeter" der Gölpınarlı, "Ben de senin aruz takti'lerindeki maharetinin gerçek mi, tesadüfi mi olduğuna karar verememiştim. Aferin evlat, sen artık bizimsin.” [14]
Cinuçen Tanrıkorur’un neşredilen eserleri şunlardır: “Ortaokullar İçin Müzik 1-2-3” (Selçuk Yıldırım ve Besim Akkuş’la birlikte, Ankara:1989); “Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler” (İstanbul:1998); “Biraz da Müzik” (İstanbul:2001; “Aksiyon” dergisinde yayımlanan makalelerinden derlenen eserin ikinci baskısı “Müzik, Kültür ve Dil” adıyla yapılmıştır [İstanbul:2003]); “Sâz ü Söz Arasında Cinuçen Tanrıkorur’un Hatıraları” (İstanbul:2003); “Türk Müzik Kimliği” (İstanbul:2004); “Osmanlı Dönemi Türk Mûsikisi” (İstanbul:2003, 2005). “Cinuçen Tanrıkorur’un Müzik (Ortaokul 1-2-3)”, “Cinuçen Tanrıkorur Beste Külliyatı” (7 cilt), “Ud Metodu” adlı eserleri baskıya hazır durumdadır. [15]
Ekrem Karadeniz’in kitabına takdim yazılması meselesi ise son olarak değineceğim tatsız bir konudur. Cinuçen Tanrıkorur 28 Haziran 2000’de vefat etmiştir. Tanrıkorur’un hatıraları 2003 Nisan’ında çıkmıştır. Murat Bardakçı da 2004’de 54 sayfalık bir cevap kitabı yazmıştır. Tanrıkorur’un hatıraları vefat etmeden önce yayımlanmış olsaydı belki o da küçük bir risale yazardı.
Notlar
[1] Uğur Baran, Cinuçen Tanrıkorur ile mûsîkimiz üzerine, İlim ve Sanat, Sayı:39, Ağustos, 1995, s.65
[2] Baran, agm., s. 66.
[3] Baran, agm., s. 66.
[4] Baran, agm., s. 67.
[5] Cinuçen Tanrıkorur, Türkiye’de Müzik Eğitimi, Milli Kültür, Cilt:3, Sayı:3, Ağustos 1981, s.12
[6] Baran, agm., s. 67.
[7] Cinuçen Tanrıkorur, Sâz ü Söz Arasında: Cinuçen Tanrıkorur’un Hatıraları, yay. haz. İsmail Kara, 2009, s. 152-154.
[8] Cinuçen Tanrıkorur, Türk Halk Mûsikîsi ve Klâsik Türk Mûsikîsi, Erdem, Cilt:1, Mayıs, 1985, sayı:2, s. 568.
[9] Nuri Özcan, Cinuçen Tanrıkorur, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt:39, s. 573.
[10] Tanrıkorur, age., s. 14-15.
[11] Tanrıkorur, age., s. 252-253.
[12] Tanrıkorur, age., s. 254.
[13] Tanrıkorur, age., s. 293.
[14] Tanrıkorur, age., s. 220-221.
[15] Nuri Özcan, agm., s. 574.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.