13 Haziran 2025

Orta Doğu kaynıyor: İsrail-İran hattı alev alev

İsrail'in İran’ın nükleer tesisine saldırısı bölgesel çatışma riskini artırdı. Önleyici saldırı hukuken tartışmalı. İran’ın misillemesiyle gerilim tırmanabilir. ABD’nin desteği dengeleri değiştirirken, Türkiye için yeni diplomatik ve asayiş adımları kaçınılmaz görünüyor. İşte uzmanların düşünceleri…

İsrail’in 13 Haziran 2025’te İran’a yönelik gerçekleştirdiği "Rising Lion" operasyonu, Orta Doğu’da yeni bir güvenlik krizinin fitilini ateşledi. Sabahın erken saatlerinde başlayan saldırılar, İran’ın nükleer tesisleri, balistik füze altyapısı ve üst düzey askerî liderlerini hedef aldı. İsrail Başbakanı Netanyahu, operasyonun İran’ın nükleer tehditleri ortadan kalkana kadar süreceğini duyurdu.

Bu saldırı, İsrail’in "Begin Doktrini" çerçevesinde, bölgesel rakiplerinin kitle imha silahları edinmesini engellemeye yönelik uzun süredir uyguladığı önleyici stratejinin bir parçası olarak değerlendiriliyor. Ancak bu kez ABD’nin desteği olmadan gerçekleştirilen bir askerî müdahale, Washington’un bölgedeki stratejik hesaplarını zorlaştırıyor. Başkan Trump, İsrail’in yalnız başına harekete geçmesini eleştirerek, "Böyle bir saldırı çok iyi olabilir" ifadesini kullandı.

İran, saldırıya sert bir şekilde karşılık vererek, İsrail’in nükleer tesislerini hedef alacaklarını belirtti. Ayrıca, ABD’nin bölgedeki diplomatik misyonlarından personel çekmesi, İran’ın olası misillemelerine karşı hazırlık olarak görülüyor. Bu durum, bölgedeki gerginliği daha da artırarak, büyük bir çatışma riskini beraberinde getiriyor.

Türkiye, bu gelişmeler karşısında aktif bir diplomasi yürütüyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, ABD ve İranlı yetkililerle görüşmeler gerçekleştirerek, gerilimin tırmanmasını engellemeye çalışıyor. Ankara, İsrail’in İran’a yönelik saldırısının Gazze’deki durumu gölgede bırakabileceğinden endişe ediyor ve bu nedenle bölgesel bir diplomatik tur planlıyor.

Bu kritik dönemde, uzmanların değerlendirmeleri, Türkiye’nin dış politika stratejilerinin yeniden şekilleneceğini ve bölgesel güvenlik için yeni önlemlerin alınmasının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.

“İsrail’in özellikle sivil yerleşim alanlarını hedef alan orantısız güç kullanımı kabul edilemez”

İstanbul Aydın Üniversitesi Ekonomi ve Finans Bölüm Başkan Yardımcısı Dr. Öğr. Üyesi Elif Kaya, “İsrail’in bu saldırısı uluslararası hukuka göre ‘meşru müdafaa’ kapsamında değerlendirilebilir mi?” sorusuna şu yanıtı verdi: “Tek kelime ile ‘hayır!’ İsrail’in son dönemde gerçekleştirdiği saldırılar, uluslararası kamuoyunda yeniden ‘meşru müdafaa’ hakkının sınırlarını tartışmaya açtı. Elbette her devletin saldırıya uğradığında kendini savunma hakkı vardır ancak bu hakkın kullanımında orantılılık, ayrım gözetme ve zorunluluk gibi temel ilkeler, uluslararası hukukun kırmızı çizgileridir. İsrail’in özellikle sivil yerleşim alanlarını hedef alan ve orantısız güç kullanımına yol açan askerî operasyonları, bu çerçevenin çok ötesine geçiyor. İsrail’in on yıllardır sürdürdüğü ve uluslararası hukukla sık sık çelişen güvenlik politikalarına rağmen hem bölgesel hem de küresel düzeyde etkisini sürdürebilmesi, literatürde ‘ısrarcı direnç’ (persistent resilience) kavramıyla açıklanıyor. Ancak bu direnç, giderek daha fazla uluslararası normun aşındığı, hukukun siyasi güç dengelerine tabii kılındığı bir ortamda anlam kazanıyor. Gelinen noktada sorun sadece İsrail’in uygulamaları değil; uluslararası hukukun tüm devletler için bağlayıcı olup olmadığına dair artan şüphedir”

İran’ın misillemeleri genellikle ölçülü ve sembolik oluyor”

“İsrail’in böylesi bir savaşı İran’a karşı sürdürebilmesi için stratejik derinliğe sahip olması gerektiği, Batılı güçler arkasında olmadan bunu yapmasının çok güç olduğunu belirtmek gerekir” diyen Dr. Elif Kaya, “İran’ın misilleme kapasitesine gelince, İsrail’in geçen gece doğrudan İran topraklarını hedef alan kapsamlı saldırısıyla birlikte yeni bir kırılma eşiğine gelmiş durumda. Konvansiyonel askerî güç açısından sınırlı bir seçenek havuzuna sahip olan İran, yıllardır geliştirdiği asimetrik savunma ve dolaylı saldırı stratejisi ile öne çıkıyordu. Ancak Suriye'deki etkisinin zayıflaması ve Hizbullah’ın hem askerî hem de siyasi düzlemde eskisi kadar etkili olmaması, bu stratejinin hareket alanını daraltmış görünüyor. Bu koşullar altında İran’ın vereceği karşılık, bölgesel bir savaşı tetikleme potansiyeli taşısa da bu risk artık daha sınırlı vekil ağlar ve daha kırılgan müttefik yapılar üzerinden işlemektedir. Misilleme, doğrudan füze saldırıları veya sınırlı İHA operasyonları şeklinde gerçekleşebilir. Ancak bu tarz yanıtların kapsamı, İran’ın artık daha dikkatli bir şekilde hesap yapmak zorunda olduğunu gösteriyor. Ancak İran'ın bugüne kadarki tavrından da anlaşılacağı üzere misillemeler genellikle ölçülü, sembolik ama stratejik nitelikler taşıyor. Amaç, doğrudan savaşı göze almak değil, caydırıcılığı sürdürmek ve bölgesel denklemde vazgeçilmez bir aktör olduğunu hatırlatmak. Yani İran, çatışmayı genişletme kapasitesine sahip fakat bunu bir sistemsel pazarlık alanı olarak kullanmayı tercih ediyor” ifadelerini kullandı.

Natanz tesisine yönelik saldırının, İran’ın nükleer programını sekteye uğratıp uğratmayacağı da tartışılıyor. Bu konuya da değinen Dr. Kaya, “Natanz tesisine yönelik saldırı, İran’ın nükleer programını yapısal olarak durdurmaz. Ancak kısa vadede teknik aksamalara ve geçici bir yavaşlamaya yol açabilir. Bu tür saldırılar, İsrail’in nükleer ilerlemeyi geciktirme stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmeli. İran, geçmişte benzer sabotajlara karşı hızla yeni santrifüjler devreye alarak süreci telafi etmişti. Dolayısıyla bu saldırı, programın bütünlüğünü ortadan kaldırmaz; daha çok zaman kazandıran ancak stratejik sonucu sınırlı bir müdahale olarak okunmalıdır” dedi.

“ABD Başkanı Donald Trump bir taşla iki kuş vurmayı hedefledi”

ABD’nin İsrail’e açık desteğinin, bu çatışmayı doğrudan ABD-İran gerilimine dönüştürüp dönüştürmeyeceği de merak konusu. “ABD’nin İsrail’e verdiği açık ve koşulsuz destek, çatışmayı doğrudan bir ABD-İran Savaşı’na dönüştürmez ancak dengeyi ciddi biçimde hassaslaştırır” diyen Dr. Kaya, şunları kaydetti: “Washington’un sahaya doğrudan müdahale etmeksizin İsrail’in askerî hamlelerine diplomatik ve lojistik destek sunması, İran nezdinde uzun süredir var olan ‘dolaylı çatışma’ (proxy confrontation) algısını daha da güçlendirir. Bununla birlikte İran’ın doğrudan ABD hedeflerini vurması, bölgesel denklemi tümüyle dönüştürecek bir tırmanma anlamına gelir ki bu, Tahran açısından da ciddi stratejik maliyetler doğurur. Bu nedenle mevcut durumda karşı karşıya olduğumuz şey, doğrudan savaş değil; vekiller, sınırlı operasyonlar ve stratejik nitelikli sembolik misillemeler üzerinden şekillenen çok katmanlı bir gerilim mimarisidir. Trump yönetimi, İsrail’in son saldırısıyla doğrudan bir bağlantısı olmadığını açıklayarak kendini çatışmanın dışına konumlandırmaya çalışırken, aynı anda İran’a müzakere masasına dönme çağrısında bulunarak bir taşla iki kuş vurmayı hedefledi. Ancak bu stratejik dengeleme girişimi, önemli bir riski göz ardı ediyor: Olası bir İsrail–İran Savaşı’nda ABD’nin sahada tamamen dışarıda kalması ne askerî açıdan ne de bölgesel ittifak dengeleri bakımından gerçekçi bir senaryodur. Böyle bir çatışma kaçınılmaz biçimde Amerikan üslerini, Körfez güvenlik mimarisini ve enerji hatlarını etkileyecektir. Dolayısıyla Trump’ın maliyetsiz bir diplomatik açılım arayışı, bölgesel savaşın zincirleme etkilerini yeterince dikkate almayan kırılgan bir denge üzerine kuruludur.”

“Vekil aktörler üzerinden gelişecek kontrolsüz bir istikrarsızlaşma söz konusu olabilir”

Dr. Kaya, “ Bu saldırı sonrası Türkiye ve bölge ülkeleri için en büyük güvenlik riski nedir?” sorusunu da şöyle cevaplandırdı: “Bu saldırı sonrası Türkiye ve bölge ülkeleri için en büyük güvenlik riski, çatışmanın doğrudan yayılmasından ziyade, vekil aktörler ve asimetrik tehditler üzerinden gelişecek kontrolsüz bir istikrarsızlaşmadır. İlk olarak, İran'ın dolaylı yanıt stratejisi kapsamında Irak, Suriye ve Lübnan gibi kırılgan devlet yapılarına yayılacak çatışma hatları, hem sınır güvenliğini hem de enerji ve ticaret koridorlarını doğrudan etkileyebilir. Türkiye özelinde ise en büyük risk, Suriye’nin kuzeyinde bulunan çok aktörlü güvenlik boşluğunun, İran bağlantılı gruplar ve İsrail karşıtı operasyonlar için yeniden bir alan hâline gelmesidir. Bu durum yalnızca askerî değil; mülteci hareketliliği, ekonomik dalgalanma ve iç politika yansımalarıyla da çok boyutlu bir güvenlik tehdidi anlamına gelir. Ancak İran’ın bu aşamada doğrudan yanıt verme olasılığı çok daha yüksek olmakla birlikte bu hamlenin şimdilik ölçülü ve sınırlı kalacağı ön görülmekte, yani kısa vadede topyekûn bir savaşa dönüşmeyeceği beklenmektedir. İsrail ve ABD’nin bir sonraki aşamada vereceği karşılık, öte yandan, bu çatışmanın topyekûn bir savaşa dönüşme durumunu belirleyici olacaktır.”

“Tahran yönetimi açısından büyük bir zafiyet göstergesidir”

Doç. Dr. Halit Hamzaoğlu’na göre de İran hem askerî hem de stratejik anlamda en savunmasız dönemini yaşıyor. “Daha önceki saldırılar sonucunda, İran’ın füze üretim tesisleri ve hava savunma sistemleri, Rusya tarafından tedarik edilen dört adet S-300 füze savunma sistemi de dâhil olmak üzere, İsrail tarafından imha edildi” hatırlatmasını yapan Hamzaoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Ayrıca İsrail, bölgedeki önemli İran vekillerini, Hizbullah ve Husi milislerini önemli ölçüde zayıflattı. İran ekonomisi yaptırımlardan ciddi şekilde zarar gördü ve özellikle son dönemde bu durum daha görünür bir hâle geldi. Askerî perspektife bakıldığında, İran’ın elinde çok sayıda İHA ve balistik raketler mevcut. Ancak özellikle hava savunma sistemi açısından Tahran’ın birçok zafiyeti olduğu ortadadır. Hem hava savunma sisteminin yetersizliği hem de buna ek olarak Mossad’ın İran’ın merkezi bölgelerinde drone üssü kurarak saldırılarda kullanması, Tahran yönetimi açısından büyük bir zafiyet göstergesidir.”

“İsrail açısından temel mesele, İran’ın nükleer potansiyelini ortadan kaldırmaktır” vurgusunu yapan Hamzaoğlu, “İran’ın nükleer programının durdurulması, İsrail’in temel güvenlik önceliği olarak ele alınabilir. Netanyahu’nun en büyük çekincesi Trump’ın Tahran’la nükleer müzakere masasında oturmasıdır. Netanyahu, bu müzakerelerin İran lehine bir statüko oluşturmasını bir güvenlik tehdidi olarak ele alıyor. Tel Aviv, müzakerelerin Tahran’ın uranyum zenginleştirmeye devam etmesine izin verecek bir anlaşmayla sonuçlanacağından büyük tedirginlik duyuyor. İsrail, ABD ve İran arasındaki olası anlaşmayı engelleyerek, İran’ın uğradığı ekonomik zararı telafi etmesini önlemek için her şeyi yapıyor” görüşünü savundu.

Doç. Dr. Hamzaoğlu, “ABD, İsrail saldırısından habersiz miydi?” sorusunu da cevapladı: “Tabii ki habersiz değildi! Ancak Trump yönetiminin geniş ölçekli bölgesel bir savaştan kaçındığını düşünüyorum. Trump, ABD’nin düşmanları veya en azından rakipleri olan ülkelerle anlaşma yapma fikrine çok ilgi duyuyor. Dolayısıyla İran’la anlaşma yapma düşüncesi onun zihninde açıkça var. Bununla birlikte ABD’nin geleneksel Orta Doğu politikası İsrail’in güvenliğini sağlama üzerine şekillenmektedir. Bu bağlamda Tel Aviv’in nükleer silahlarla ilgili çekincelerini göz ardı etmesi mümkün görünmüyor. İran’ın bölgedeki Amerikan üslerine olası saldırısı, ABD’nin tavrını daha net bir şekilde belirleyebilir. İsrail saldırılarına yönelik bölgesel tepkiler var. İsrail’in bölgedeki pervasızca adımları, ‘bölgesel dayanışma’ mekanizmalarının oluşturulmasını zaruri kılmaktadır. Türk Dış İşleri Bakanlığı, saldırıyı uluslararası hukuku açıkça ihlal eden ve İsrail’in bölgede yürüttüğü stratejik istikrarsızlaştırma politikasına hizmet eden bir provokasyon olarak nitelendirdi. Suudi Arabistan da saldırıyı net bir şekilde kınadı. Bu saldırı Arap-İran normalleşmesini de zora sokuyor. Çünkü son dönemde Riyad ve Tahran arasındaki ilişkilerde normalleşme yaşanmaktaydı. İsrail saldırıları bölge ülkelerinin ‘stratejik ölçekli’ noktalarının tehdit altında olduğunu gözler önüne sermektedir.”

“İsrail’in İran’a kıyasla çok daha saldırgan bir dış politika yürüttüğünü unutmamak gerek”

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Armağan Öztürk’e göre de ABD’nin İran’ın nükleer silah sahibi olmasına karşı çıkmasının arkasında hem güvenlik hem de siyasi nedenler bulunuyor. ABD, tarihsel olarak nükleer silah kullanan tek ülke olarak, bu gücün demokratik denetimden uzak rejimlerin eline geçmesini istemiyor; bu bağlamda İran’ın nükleer kapasiteye sahip olması, özellikle Batı açısından ciddi bir tehdit olarak algılanıyor. Ancak Öztürk’e göre, İsrail’in İran’a kıyasla çok daha saldırgan bir dış politika yürüttüğünü de unutmamak gerek. İsrail, uzun zamandır İran’a geniş kapsamlı bir askerî operasyon planlıyordu ve şu an bu hedefini adım adım gerçekleştirdiği görülüyor. Buna karşın İran’ın İsrail’e yönelik yapacağı olası karşı saldırının sınırlı ve sadece askerî hedeflere yönelik olacağı öngörülüyor. İran’ın ABD’yi doğrudan sürece dâhil etmesi ise rejimi için varoluşsal bir tehdit anlamına gelebilir ve bu nedenle düşük ihtimal.

Türkiye açısından tablo ise biraz karmaşık gibi duruyor. Prof. Dr. Öztürk, şunları kaydetti: “Türkiye, kâğıt üzerinde İsrail’in İran’a yönelik saldırısını desteklemeyecektir; çünkü İran hem komşu hem de mevcut hükûmetin İsrail’le ilişkileri tarihsel olarak sorunlu. Ayrıca Azerbaycan faktörü ve mezhepsel dengeler, Türkiye’nin bölgedeki pozisyonunu daha da hassas hâle getiriyor. Şii İran’a yapılacak kapsamlı bir saldırı, bölgede Sünni-Şii eksenli bir gerilimi tetikleyebilir. İran’ın olası zayıflaması durumunda yalnızca bölgesel değil, İslam dünyasındaki siyasi ve mezhepsel dengeler de ciddi biçimde sarsılabilir. Batılı güçlerin nihai hedefinin İran rejimini yıkmak olup olmadığı da belirsizliğini koruyor. Fakat her durumda böyle bir müdahale, emperyalist bir karakter taşıyacak ve İran’daki mevcut rejim ile halk arasındaki kırılgan ilişkiyi daha da zora sokacaktır.”

Ezcümle; İsrail’in İran’a yönelik “Rising Lion” operasyonu, bölgesel dengeleri sarsan ve küresel güvenlik mimarisini zorlayan bir dönüm noktası olarak öne çıkıyor. Saldırı, uluslararası hukukun sınırlarını yeniden tartışmaya açarken, İran’ın olası karşılıkları bölgeyi vekil aktörler üzerinden yürütülen, kontrolsüz bir istikrarsızlaşmaya sürükleyebilir. ABD’nin dengeleme çabalarına rağmen, İsrail’in tek taraflı askerî hamleleri, bölgesel ittifakları yeniden şekillendirecek nitelikte.

Türkiye açısından ise bu gelişmeler, yalnızca diplomatik değil; güvenlik, enerji ve iç siyaset düzeyinde de çok katmanlı riskler yaratıyor. Ankara’nın arabulucu rolü öne çıkarken, çatışmanın Gazze, Suriye ve Kafkaslar gibi kırılgan bölgelerde yankı bulması, Türkiye’yi daha aktif ve dengeli bir dış politika izlemeye zorlayacak gibi görünüyor.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...