24 September 2024

Bölgesel bulmacanın tek eksik parçası: Türkiye-Suriye normalleşmesi

Arap Baharı’ndan itibaren Türkiye ile Suriye arası ilişkiler sarsılmış; Suriye’deki iç savaş ve terör örgütlerinin varlığı Türkiye’nin güvenliğini etkilemiş, dış politikasını yeniden şekillendirmişti. Peki ya bu ilişkiler normalleşmeye başlarsa Türkiye’de ve uluslararası ilişkilerde neler değişecek?

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2011’den bu yana devam eden sorunlu ilişkilere karşın, iki komşu Müslüman devlet olan Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkileri normalleştirmek için son aylarda sık sık Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşmek istediğini dile getiriyor. Bilindiği üzere iki ülke, 2011'den bu yana devam eden Suriye iç savaşı nedeniyle kendilerini düşman kamplarda buldular. İç savaş sırasında Türkiye, Sünni isyancıları destekleyip Suriye’de yeni bir demokratik anayasa yapım süreci ve daha kapsayıcı bir siyasi sistem oluşturulması çağrısında bulunurken Suriye yönetimi, muhalefetin radikal unsurlarının yarattığı tehditlere ve Orta Doğu şartlarında güçlü bir merkezî yönetim kurmanın gerekliliğinin altını çizdi. Suriye’deki iç savaş, milyonlarca Suriye vatandaşının ülkelerini terk etmesine ve Suriye şehirlerinin harabeye dönmesine neden olurken, Türkiye de topraklarına gelen yaklaşık 4 milyon Suriyeli göçmen ve bu ani nüfus artışının neden olduğu ekonomik yükler nedeniyle savaştan olumsuz etkilendi. Dahası, her iki ülke de Suriye’de PKK'nın uzantısı olarak kabul edilen PYD/YPG güçleri tarafından yönetilen fiilî bir terör devletinin ortaya çıkmasından zarar görüyor. Bu durum, Şam için doğrudan ayrılıkçı bir sorun teşkil ederken Ankara için de bağımsız bir terör devletinin kurulmasının iç siyasetten dış politikaya kadar pek çok alanda olumsuz sonuçları olabilir.

Savaşla şekillenen dış politika

Türk dış politikasının deneyimli gözlemcilerinden olan Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Ünal, Türkiye-Suriye normalleşmesinin gelinen noktada artık Türkiye için bir tercih değil, bir zorunluluk olduğunu iddia ediyor.[1] Suriye’de yıllardır devam eden iç savaş gerçekten de Türkiye’ye sadece birçok güvenlik riski, ekonomik sorun ve göç kâbusunu yaşatmakla kalmadı, aynı zamanda dönemin Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından başarıyla uygulanan “komşularla sıfır sorun” stratejisini de yerle bir etti. İlginç bir şekilde, bu politikayı oluşturan kişi olmasına rağmen Davutoğlu, daha sonra ABD ve diğer Batılı güçlere karşı saf tutumu nedeniyle bu politikanın bizzat sabotajcısı hâline geldi. Türkiye’deki birçok uzman ve siyasetçinin uyarılarına rağmen, ABD ve birçok Avrupalı devlet başlangıçta Arap Baharı’nı desteklemiş ve Suriye’de demokratik bir geçiş çağrısında bulunmuş olsa da daha sonra din motifli radikal bir terör örgütü olan IŞİD veya DAEŞ’in ortaya çıkması nedeniyle pozisyonlarını gözden geçirmek zorunda kaldılar. Bu süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türk yönetimi, Suriye’de ve diğer Müslüman Arap ülkelerinde demokrasi ve insan haklarını desteklemek için normlara dayalı idealist bir yaklaşım benimsedi. Ancak sahadaki gerçeklerden uzak bu normatif politika, ülke içerisinde aşırı milliyetçi ve göç karşıtı partilere alan açan büyük bir göç sorununa, Türkiye’nin Suriye, İran ve Irak gibi komşularıyla ilişkilerinin bozulmasına ve Ankara’nın Rusya gibi büyük bir devletle krizlere dayalı sorunlu ilişkiler kurmasına neden oldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’yi “ikinci Ukrayna” olmaktan kurtardı

Türkiye’nin tüm komşu ülkelerle (Suriye, İran, Rusya vb.) ilişkilerini bozmayı ve tamamen ABD teknolojisine bağımlı hâle getirmeyi amaçlayan Washington’un gerçek niyetini fark eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Davutoğlu’nun benimsediği Suriye politikasını zamanla revize etti ve bir anlamda Türkiye’yi “ikinci Ukrayna” olmaktan kurtardı. Bundan sonra Türkiye, Astana Platformu kapsamında Rusya ve İran ile ilişkilerini normalleştirmeye başladı. Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile güvene dayalı bağlarını hızlı bir şekilde ve stratejik düşünerek yeniden tesis etti ve dış politikada ABD'ye karşı daha şüpheci bir ton benimsedi. İlerleyen aylarda ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin uyarılarına rağmen Türkiye’nin Moskova’dan S-400 hava füze savunma sistemi satın almasına karar verdi. Bu hamle CAATSA yaptırımlarının uygulanmasına yol açsa da Ankara’nın Moskova ile arasını düzeltmesine yardımcı oldu. Sonraki yıllarda Türkiye, Mısır’daki Sisi rejimiyle de ilişkilerini normalleştirdi ve hatta Gazze krizinden önce İsrail ile ilişkilerini dahi normalleştirmeye çalıştı. Bu anlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibi zamanla daha gerçekçi (realizm eksenli) bir yaklaşım benimsedi ve savaş ve kriz zamanlarında güvenliğin demokrasiden daha önemli olduğunu isabetli bir şekilde kavradı.

Şu anda bölgesel bulmacanın tek eksik parçası Türkiye-Suriye normalleşmesidir. Aslında iki ülke 1998 yılında da benzer bir deneyim yaşamıştı. Suriye’nin PKK gruplarına verdiği destekle ilgili olarak yaşanan ciddi bir krizin ardından, Suriye hâlen Beşar Esad’ın babası Hafız Esad tarafından yönetilirken, iki ülke o yıl Adana Protokolü’nü (Adana Mutabakatı) imzaladılar. Bu hamle ikili ilişkilerde adeta bir dönüm noktasıydı. Çünkü iki ülke terörist gruplara karşı güvenlik iş birliğinin yanı sıra her iki tarafın da kalkınmasına ve hızla büyümesine yardımcı olan ilişkilere sahip oldular. Bu anlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21 yıllık iktidarının ardından artık bölgenin gerçeklerini dünyadaki herkesten daha iyi anlayan çok deneyimli bir devlet adamına dönüştü. Bu nedenle de geçtiğimiz günlerde Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a New York’ta bir görüşme teklif etti. Başkan Esad da Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin herhangi bir yasal yaptırım olmaksızın ülkelerine dönmelerine izin veren kararnamesiyle bu görüşmeyi kolaylaştırdı. Bu anlamda artık her iki ülkede de Türkiye-Suriye normalleşmesi masada ve gündemdeki bir konudur.

Normalleşmenin olumlu sonuçları

Türkiye-Suriye normalleşmesi -nesnel ve gerçekçi bir değerlendirme yapılırsa- her iki ülke için de faydalı olacaktır. Türkiye bunu yaparak öncelikle bir kısım Suriyeli göçmenlerin güvenli bir şekilde evlerine geri dönmesini sağlayacaktır. Elbette göçmenlerin birçoğunun Türkiye’de kalmayı tercih edeceklerine inanıyorum. Dürüst olmak gerekirse milyonlarca yeni vatandaşa sahip olmak; başarılı entegrasyon politikaları uygulanabilmesi durumunda, bir ülke ekonomisi ve askerî gücü için avantajlı bir unsura bile dönüşebilir. İkinci olarak, Şam ile iş birliği sayesinde Türkiye PKK’ya daha güçlü bir şekilde karşılık verebilir ve ülkedeki birçok sağcı için âdeta “ikinci İsrail” olma riski taşıyan bir terör devletinin doğumunu da önleyebilir. Türkiye-Suriye-İran iş birliğinin yeniden tesis edilmesi, uluslararası düzeni korumakla yükümlü Birleşmiş Milletler’e ve Gazze’deki insani trajedilerden rahatsız olan milyonlarca bölge insanına da İsrail ve ABD yönetimlerinin daha radikal adımlar atmasını (olası bir Trump yönetiminde Filistinlilerin Mısır’a ve diğer komşu ülkelere zorla göç ettirilmesi gibi) engelleme konusunda yardımcı olabilir.

Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda, Suriye yönetimi de Türkiye ile yakınlaşırsa rahatlayacak ve kendine güveni artıracaktır. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, böyle bir ortamda ülkesini yeniden birleştirmeye, yabancı orduları topraklarından çıkmaya zorlamaya, her türlü (radikal Sünni İslamcı gruplar, İran destekli milisler ve Kürt milliyetçisi ayrılıkçı gruplar) terörist grubu elimine etmeye ve dindar Sünni kitleleri de kapsayacak yeni bir rejimi oluşturmaya odaklanabilir. Suriye’nin Türkiye ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesi, Esad’ın iç savaş nedeniyle aldığı ağır yaraları sarmasına da yardımcı olacaktır. Her iki devlet adamı da unutmamalıdır ki bir anlamda ülkelerinin en parlak dönemlerini 1998-2011 yılları arasında iyi ilişkilere sahip oldukları süreçte yaşamışlardır.

Normalleşme, uluslararası ilişkileri nasıl şekillendirebilir?

Türkiye-Suriye normalleşmesi en çok Rusya tarafından desteklenecektir. Zira Moskova, kendisiyle iyi ilişkileri olan iki önemli bölge devletinin yeniden uyumlu ilişkilere döndüğünü görmekten mutluluk duyacaktır. Çin de ekonomik refahı hızlandıracağı ve bölgedeki Amerikan etkisini azaltacağı için bu süreci destekleyecektir. İran bu süreçle ilgili açık beyanlarda bulunmasa da Tahran, İran karşıtı söylemleri benimsemeyen iki komşu ülkenin normalleşmesini büyük ihtimalle destekleyebilir. Ancak Ankara ve Şam arasındaki barışın önündeki en büyük engel elbette İsrail’in bölgesel politikalarının yanı sıra Suriye’deki ABD askerî varlığıdır. İsrail, Golan Tepeleri’ni Suriye'den yasa dışı bir şekilde ilhak edebildiği için aslında Suriye iç savaşının en büyük kazananıdır. Bu anlamda İsrail, Türkiye-Suriye normalleşmesini engellemek için ABD kartını (Türkiye’ye yönelik yaptırım ve tehditler) kullanabilir. İç savaşın bir diğer kazananı da PKK’dır. Çünkü Marksist-Leninist ve Kürt milliyetçisi yasa dışı grup artık Suriye’de geniş toprakları kontrol edebilmekte ve kendi kendini yönetebilmektedir. Son yıllardaki tüm Amerikan yönetimlerinin (Obama, Trump, Biden) istisnasız PKK’ya sürekli destek verdiği düşünülürse, ABD’nin de bu normalleşme sürecini engellemeye çalışması daha olası bir ihtimal. Ancak elbette Donald Trump’ın Başkan seçilmesi hâlinde normalleşme yönünde adımlar atması ihtimal dâhilinde.

Pozisyonu değişebilecek tek aktör ise Avrupa Birliği gibi görünüyor. Her ne kadar AB dış politikasında henüz tam anlamıyla bağımsız bir aktör olmasa ve her zaman ABD’ye sadık bir güç olarak hareket etmeyi tercih etse de Suriye’deki sorunların Türkiye’ye ve Avrupa’ya daha fazla göç dalgası riskine yol açmasının -özellikle Almanya, Fransa ve diğer birçok Avrupa ülkesinde aşırı sağ hareketlerin (partilerin) yükselişte olduğu bir dönemde- Brüksel için gerçek bir baş ağrısı olduğu bir gerçektir. Bu anlamda ABD ve İsrail’in Türkiye ile Suriye arasındaki normalleşme sürecini sabote etmeye çalışması daha akla yatkın bir ihtimal. Fakat Brüksel’in sürece desteği, bölgenin istikrara kavuşması için yararlı ve stratejik bir kazanım olabilir. Zira AB, Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip ediyor ve Ankara’nın Batı’dan ziyade Doğu’ya yönelme konusundaki kesin kararının artık farkında.

Amerika odaklı durumun seyri

Son olarak Arap Baharı süreci ve Suriye’deki iç savaş, aslında bu bölgeye odaklanan birçok uluslararası ilişkiler uzmanı için faydalı bir öğrenme süreci oldu. Artık biliyoruz ki Amerikan idealleri ve normları Orta Doğu’daki gerçeklerle tam olarak örtüşmüyor; bu bölgede istikrarın anahtarı, komşu ülkeler ve Rusya ile dostane ilişkiler kurmaktan geçiyor. Ne yazık ki ABD, tek meseleye (İsrail’in güvenliği ve çıkarları) odaklı dış politikası nedeniyle artık bölgede güvenlik, istikrar ve refah sağlayamıyor. Bu nedenle ABD’nin zayıflamasıyla eş zamanlı olarak Rusya, Çin, Türkiye ve İran gibi bölgesel aktörlerin Orta Doğu bölgesindeki ağırlıklarının ve etkilerinin önümüzdeki yıllarda daha da artacağını düşünüyorum.

Liberal demokratik dünya düzeni açısından lider konumu nedeniyle ABD’nin zayıflaması başlangıçta bazı korkular yaratsa da Washington, gerçekte bu ilkeleri sadece müttefiklerine uyguladı ve temelde bu bölgenin kalkınmasıyla değil, sadece İsrail’in güvenliğiyle ilgileniyor. Dolayısıyla Rusya ve Çin’in artan gücüyle dengelenecek yeni bir bölgesel düzen, İsrail hariç bu bölgedeki tüm ülkeler için daha yararlı olabilir. Çünkü her iki ülke de -özellikle Çin- daha çok kalkınmayla ilgileniyor ve diğer ülkelerde rejim değişikliklerini veya yaygın protestoları kışkırtmıyor. Öte yandan, İsrail’in durumu gerçekten bir sorun olmaya devam edecek. Nitekim Tel Aviv (Kudüs), Türkiye de dâhil olmak üzere bölgedeki Siyonist yanlısı devletleri bile yabancılaştırabilen radikal politikalara yöneldi. 7 Ekim saldırıları sonucunda Holokost travmasının da depreşmesiyle çok riskli hamleler yapıyor.

Notlar:

[1] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?t=677&v=dI8KzyTgzTU&feature=youtu.be.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...