Doç. Dr. Bahriye Çeri: “İstanbul’un edebî hafızası derin ve canlı”

Haberin Eklenme Tarihi: 18.08.2025 16:02:00 - Güncelleme Tarihi: 18.08.2025 16:12:00
“İstanbul Edebiyat Haritası”, 2010 yılında ilk baskısıyla okura ulaştığında bu uzun yolculuk tamamlanmış gibiydi. Ama siz çalışmanın peşini bırakmadınız. İkinci baskı süreci nasıl başladı, neler eklendi, ne değişti?

İlk baskıyı kısa bir sürede hazırlamıştım; o zamanlar hem tecrübem sınırlıydı hem de kaynaklara ulaşmakta zorlanıyordum. Bu nedenle kitapta eksikler vardı; bazı sokaklar, yazarlar ve mekânlar yer alamamıştı. Zamanla İstanbul’un edebî belleğini daha iyi anlamak ve eksikleri tamamlamak için çalışmayı bırakmadım. 17 yıl boyunca araştırmaya, arşivleri taramaya, sokak sokak dolaşmaya devam ettim. Bu uzun soluklu süreç sonucunda ikinci baskı tamamen farklı bir boyut kazandı: daha geniş, daha derin ve kapsamlı bir eser ortaya çıktı. Artık sadece yazarların yaşadığı adresler değil; İstanbul’un edebî dokusunu taşıyan sokaklar, evler, kafeler ve küçük ayrıntılar da kitaba dâhil edildi. Böylece okur, İstanbul’u âdeta yaşayan, soluyan bir şehir gibi deneyimleyebiliyor.

17 yıl boyunca bu konuyla ilgili okumaya, iz sürmeye devam ettiğinizi söylüyorsunuz. Bu kadar uzun soluklu bir ilgiyi canlı tutan şey neydi?

İstanbul’un edebî hafızası öylesine derin ve canlı ki her köşe başı, her taş bana yeni bir hikâye fısıldıyordu. Bu, sadece bir merak değil; neredeyse kişisel bir görev, bir tutkuydu. Her adımda yeni bir iz, yeni bir mektup, yeni bir anı ortaya çıkıyordu; şehir hep beni çağırdı ve araştırmaya devam etmeyi zorunlu kıldı. Sokaklarda yürürken, kafelerde otururken ya da eski evlerin kapılarını aralarken, her köşede geçmişten bir ses duyuyordum. Bu ses, bana sadece yazarların hayatını değil, şehrin ruhunu da anlatıyordu. Ayrıca okuduğum kitaplar, makaleler ve incelemelerden sürekli yeni bilgiler topladım; her yeni belge, her okuduğum satır, İstanbul’un edebî haritasını daha net ve zengin bir şekilde çizmeme yardımcı oldu. İstanbul’un her semti, her sokağı bir kitap sayfası gibi açılıyor, kendi hikâyesini fısıldıyordu. Bu yüzden araştırmayı bırakmak, eksik kalmış bir öyküyü tamamlamadan gitmek gibi geliyordu; şehir hep yeni keşifler sunuyor ve beni bir adım daha ileriye taşıyordu. Bu tutku ve bağlılık, 17 yıl boyunca ilgiyi canlı tutan en güçlü itici güç oldu.

Bu kitapta yalnızca yazarların yaşadığı adresleri değil, aynı zamanda İstanbul’un edebî belleğini taşıyan sokakları, evleri ve mekânları da keşfediyoruz. Sizin için bu kitap bir edebiyat haritası mıydı, yoksa bir tür kültürel hafıza çalışması mı?

Aslında ikisi birden. Kitap, bir yandan yazarların ve şairlerin yaşadığı adresleri, bir yandan da İstanbul’un edebî ruhunu, kültürel belleğini kayda geçiriyor. Yani hem bir harita hem de bir hafıza çalışması; okur bir yandan İstanbul’da yürür gibi hissediyor, bir yandan da şehrin geçmişini soluyor. Bu yaklaşım, Maurice Halbwachs’ın kolektif hafıza kavramına ve Nora’nın “lieux de mémoire” (hafıza mekânları) teorisine paralel düşünülebilir. Nora’ya göre, tarihsel hafızanın somutlaştığı mekânlar, geçmişin hatırlanmasını ve günümüze taşınmasını sağlar; kitapta ele aldığımız sokaklar, kafeler, evler ve semtler, İstanbul’un bu hafıza mekânları olarak işlev görüyor. Böylece okur, sadece coğrafi bir yerleşim haritasını takip etmiyor; şehrin edebî ve kültürel belleğini de deneyimliyor. Örneğin Behçet Necatigil’in Beşiktaş’ı ya da Can Yücel’in Kuzguncuk’u, yalnızca fiziksel mekânlar değil; yazarların yaşam tarzlarını, şiirsel dünyalarını ve semtin karakterini de yansıtan hafıza düğümleri olarak ortaya çıkıyor.

Kitabın dili akademik bir mesafede durmuyor; anlatılarla, atmosferle, yer yer edebî bir tatla ilerliyor. Bu anlatım biçimini özellikle mi tercih ettiniz?

Evet, bunu özellikle tercih ettim. İstanbul’un sokaklarını ve semtlerini anlatırken, yani bir yazarın evini verirken akademik bir mesafe ile sınırlı kalmak yerine, yazarların ve şairlerin gözünden şehri aktarmak istedim. Örneğin Beşiktaş’ta bir adres veriyorsam, mesela Behçet Necatigil’in evini anlatıyorsam onun şiirlerinden o sokak o mahalle için yazılmış dizeler aktardım. Can Yücel ve Kuzguncuk anlatıyorsam sokaklarını Can Yücel’in dizelerinden, Kadıköy’de bir adres veriyorsam o yazarın Kadıköy’ü anlattığı romanlarından ya da hikâyelerinden alıntılar yaptım. Her mahalle, her sokak için o mekânı en iyi yansıtan edebî metni bulup yerleştirdim; böylece okur sadece bilgi edinmiyor, aynı zamanda İstanbul’u yazarların bakış açısıyla deneyimliyor. Bu yöntem, şehri bir harita gibi değil, yaşayan bir karakter olarak sunmamı sağladı. Sokakları, evleri ve kafeleri anlatırken o mekânları yazmış yazarların kelimelerini kullanmak hem atmosferi zenginleştiriyor hem de okurun İstanbul’u geçmişten günümüze bir yolculuk olarak hissetmesini sağlıyor. Yani kitap, bir araştırma ürünü olmanın ötesinde, okuru adım adım şehrin edebî hafızasına dâhil eden bir deneyim hâline geliyor

“Bol bol eski haritaları, mektupları ve fotoğrafları inceledim”
Semtleri anlatırken yalnızca orada yaşayan yazarları değil; o semtin karakterini, hatta duygusunu da hissediyoruz. Bir semtin “edeb3i ruhunu” yakalamak için nasıl bir yöntem izlediniz?

Sokağa çıkıp gözlem yapmak, eski haritaları, mektupları ve fotoğrafları incelemek temel yöntemimdi. Ardından o semtin yazarlarının bakışıyla şehri yeniden okumak; sadece fiziksel mekânı değil, oradaki zamanın ruhunu hissetmeye çalışmak gerekiyor.

Kitabın satır aralarında, bazı semtlerin âdeta kendi hikâyesini fısıldadığı hissine kapılıyoruz. Sizi en çok etkileyen, “Bu semt beni şaşırttı” dediğiniz yer neresi oldu?

Bu sorunun cevabı oldukça zor, çünkü İstanbul’un her semti ayrı bir sürpriz sunuyor. Ama özellikle Selimiye Mahallesi beni çok şaşırttı; Ne kadar çok edebiyatçı yaşamış benim çok sevdiğim bu mahalleyi ne kadar sevmişler. Örneğin; Safiye Erol, Halikarnas Balıkçısı vb. Kadıköy ise bambaşka… Özellikle Moda ve çevresi hem edebî bir hareketlilik hem de canlı bir kültürel atmosfer sunuyor. Sokaklar, kafeler ve deniz kenarı, yazarların ve şairlerin gözünden şehri yeniden keşfetmeme yol açtı. Her iki semt de İstanbul’un bilinen yüzünün ötesinde bir derinlik ve şaşırtıcı bir edebî zenginlik barındırıyor; her adımda yeni bir hikâye, yeni bir iz buluyorsunuz.

Behçet Necatigil’in Beşiktaş’ı, Can Yücel’in Kuzguncuk’u, Suat Derviş’in Moda’sı... Sizce bir yazarla bir semtin böylesine özdeşleşmesi neyin sonucu?

Bir yazar, bir semti anlatırken kendi duygularını, yaşamını ve gözlemlerini oraya yansıtır. Bu süreç, semtin ruhuyla yazarın duygusunun birleşmesini sağlar; ortaya o özdeşleşme çıkar.  Beşiktaş biraz da Behçet Necatigil yazdığı için Beşiktaş ya da Kuzguncuk. Can Yücel dile getirdiği için şiirsel bir semt.

“Kaybolmuş mekânlar, geçmişin sessiz tanıkları gibi”
Zaman içinde kaybolmuş, izleri silinmiş mekânlar da var kitapta. Bu tür yerlere ulaştığınızda ne hissediyorsunuz? Belleği kaybolan bir şehri belgelemek ne kadar mümkün?

Böyle yerlere ulaştığımda hissettiklerim karmaşık hem hüzün hem de bir tür heyecan içeriyor. Kaybolmuş mekânlar, geçmişin sessiz tanıkları gibi; fotoğraflarda, eski haritalarda veya anılarda varlar ama bugün ayağınızın altındaki taşlarda veya duvarlarda izleri neredeyse silinmiş. Bu tür yerleri belgelemek, bir anlamda zamanı yakalamaya çalışmak gibi: her bir kalıntı, her bir sokak ismi, kaybolan hayatların ve hikâyelerin ipuçlarını taşıyor. Belleği kaybolmuş bir şehri tamamen yeniden yaratmak elbette mümkün değil; ancak araştırmalar, eski belgeler, fotoğraflar, mektuplar ve edebî metinler sayesinde onun ruhunu, atmosferini ve sosyal dokusunu yeniden hissedebiliriz. Bu yüzden kitapta sadece mekânların fiziksel izlerini değil, o mekânlara bağlı anıları, yazınsal anlatıları ve şehir halkının hafızasındaki yankıları da kayda geçirmeye çalıştım. Böylece, kaybolmuş mekânların sesi hâlâ duyulabilir hâle geliyor; okur, geçmişle bugün arasında bir köprü kurabiliyor.

İstanbul’un edebî coğrafyasını inşa ederken yalnızca şair ve yazarları değil; onların mektuplarını, anılarını, evlerinin tarihini de kaynak olarak kullandınız. Sizi en çok şaşırtan ya da duygulandıran belge neydi?

İstanbul’un edebî coğrafyasını çıkarırken en çok dikkatimi çeken, yazarların kişisel belgeleriydi; özellikle mektuplar ve günlükler, şehrin sokaklarına dair öyle detaylar sunuyordu ki sanki o günleri yeniden yaşıyormuş gibi oluyorsunuz. Ayrıca evlerinin tarihini, yapıların eski planlarını ve fotoğraflarını inceledikçe, sadece mekânları değil, o mekânlarda yaşamış insanların ruhunu da hissetmek mümkün oldu. Bu belgeler, şehrin edebî ve duygusal bir belleğe sahip olduğunu gösterdi; bazen bir fotoğraf, bir kapı tokmağı veya bir masa bile o mekânın hikâyesini fısıldayabiliyordu. Bu nedenle her belge, İstanbul’un kaybolan anılarını gün yüzüne çıkarmak için bir pencere gibi hissettirdi.

“Mekân, edebiyat sayesinde yalnızca görülen bir yer değil, ‘okunan’ bir yer hâline gelir”
Yazarlarla mekânlar arasında bir bağ kurarken edebiyatın o mekâna ne kattığını da hissettiriyorsunuz. Sizce bir apartmanın, bir sokağın ya da bir kahvenin “edebî kimliği” olabilir mi?

Kesinlikle olabilir. Hatta çoğu zaman bu “edebî kimlik” mekânın fiziksel özelliklerinden çok, orada yazan, okuyan, düşünen ya da tartışan insanların bıraktığı izlerle oluşur. Bir apartman, orada yaşayan bir yazarın romanına fon olduğunda ya da onun çalışma odasında kaleme aldığı eserlerle anıldığında, gündelik hayatın sıradan mekânı olmaktan çıkıp edebiyatın belleğine kazınır. Bir sokak, bir kahve ya da bir ev, yazarlara esin kaynağı olduğu, onların metinlerinde yankılandığı ölçüde “edebî kimlik” kazanır. Küllük Kahvesi’ni yalnızca taş ve ahşaptan bir yapı olarak düşünmek mümkün değildir; onun edebî kimliği, oraya gidip oturan şairlerin, roman tasarlayanların, tartışanların sesinden ve yazdıklarından süzülür. Aynı şekilde Tevfik Fikret’in Aşiyan’ı ya da Orhan Veli’nin İstanbul sokakları da birer “edebî mekân”dır. Yani edebiyat bir mekâna, gündelik anlamının ötesinde bir anlam katıp onu kolektif hafızada dönüştürür. Mekân, edebiyat sayesinde yalnızca görülen bir yer değil, “okunan” bir yer hâline gelir. Soruya bir de Abdülhak Şinasi Hisar üzerinden cevap versem mi?

Tabii, buyurun…

Abdülhak Şinasi, “Çamlıca’daki Eniştemiz” de eski İstanbul evlerini “ruh taşıyan varlıklar” olarak tanımlar; apartmanları ise tam tersine, birbirinden kopuk bireylerin oturduğu, soğuk ve yabancı mekânlar. Ona göre apartman, aile hayatının çözülmesinin ve modern hayatın getirdiği yalnızlığın somut hâlidir. “Boğaziçi Mehtapları” ve diğer Boğaziçi kitaplarında:
Konaklarda geçen eski hayatı özlemle anlatırken apartmanları hep “nostaljinin karşıtı” gibi resmeder. Boğaz’daki manzaralı köşkler yerine, şehir içinde birbirine benzer apartmanlarda oturmayı bir ruh yoksullaşması sayar.

Kitapta bugünün İstanbul’una da değiniyorsunuz yer yer. Bu semtleri bugün gezerken o edebî izler hâlâ hissediliyor mu? Yoksa şehir belleğini giderek mi yitiriyor?

Kimi yazar evleri (Aşiyan, Sait Faik, Hüseyin Rahmi) müze olarak korunmuş, edebî belleği canlı tutuyor. Kimileriyse (Tanpınar’ın evi gibi) gündelik apartmanlaşma içinde kaybolmuş. İstanbul, edebiyatla çok zengin bir “yazar evleri haritası”na sahip fakat bu haritanın korunması da şehrin hafızası için hayati. Hâlâ çok geç değil…

Oldukça zengin bir akademik geçmişiniz var; Hacettepe, Boğaziçi, Yıldız Teknik, Tokyo Yabancı Diller Üniversitesi, Paris’te CERMOM… Bu kurumlar ve kültürler İstanbul’a bakışınızı nasıl etkiledi? Özellikle Japonya ve Fransa’daki akademik deneyimlerinizin bu kitaba katkısı oldu mu? Paris’te yaşarken İstanbul’u yazmak, nostaljik değil de analitik bir uzaklık sağladı mı?

Teşekkür ederim. Şu iki noktaya dikkat çekmek isterim. Japonya ve Japon kültürü bana   zaman ve mekânla kurulan hassas ilişkiyi, ayrıntıya verilen değeri, belleğe gösterilen özeni öğretti. Kültürün ve hafızanın görünmeyen bir disiplinle korunması müthişti. İstanbul’u, kaybolan hafızasıyla, daha da bilinçli ve sorgulayıcı biçimde düşünmeye başladım açıkçası. Paris’te edebiyatın mekânlarla kurduğu ilişki zaten o kadar güzel işlenmiş ki. Yazar evleri korunmuş müzeler açılmış. Bırakın devleti özel mülk sahipleri bile bunu korumuşlar. Örneğin bir kahve bir şairin, bir ressamın oturduğu masayı gözü gibi koruyor. Tabelaları değil, bunu görünür kılıyor. Bu müthiş bir duyarlılık ve hayranım açıkçası. Balzac’ın, Victor Hugo’nun evini koruduğu gibi Paris’i ziyaret etmiş dünyalı yazarların izlerini bile koruyorlar. Yahya Kemal’in devam ettiği kahvede onun oturduğu masayı koruması gibi. Paris’in koruma kültürüyle edebî belleği nasıl canlı tuttuğunu görmem bunu deneyimlemem kitabın çıkmasını sağladı bence. Paris’te yaşarken İstanbul’u yazmak hem nostaljik hem analitik bir uzaklık sağladı.

Şehirden fiziksel olarak ayrı olmak, metinlerimde İstanbul’u daha net gözlemlememi, yapısal ve kültürel katmanlarını çözümlememi kolaylaştırdı. Sokakların değişimini, yitirilen mekânları ve hâlâ ayakta kalan yazar evlerini farklı bir perspektifle ele alabildim; sanki şehri hem içerden hem dışardan aynı anda gözlüyor gibiydim. Bu mesafe, yazılarımda romantik bir bakıştan öte, eleştirel ve kuramsal bir derinlik kazandırdı. Öte yandan İstanbul’dan uzakta sürekli İstanbul’u özlüyor insan. İstanbul hasreti belki de kitabın, sadece bilgiye dayalı olmayan şiirle, romanla beslenmiş yapısına sebep oldu.

Son olarak, 17 yıl boyunca İstanbul’un edebî izlerini takip etmiş biri olarak şunu sorsam: Bu şehir sizin için hâlâ bir ilham kaynağı mı? Yoksa artık daha çok bir hatırlama çabası mı?

17 yıl boyunca İstanbul’un edebî izlerini takip etmiş biri olarak hâlâ ilham alıyorum. Sokaklarda çeşitli kaynaklardan tespit ettiği yazar evlerini, kahveleri, edebi mahfil olmuş mekânları takip ederken, bunlarla ilgili kaynakları okurken kendi metinlerim doğuyor. Yani şehir hâlâ bir ilham kaynağı. Öte yandan şehir, artık bir hatırlama çabası da çünkü bulduğum pek çok adres de artık yok. Güzelim evler, bahçeler, hanlar yıkılmış, korunmamış. Yitip gitmiş mekânları ve unutulmuş yazarları anlatmak artık olmasa da eskiden vardı diyerek yitip gitmişliğe dikkat çekmek, yeniden zihinde canlandırmak, İstanbul’un hâlâ canlı kalan ruhunu yazıya taşımamı sağlıyor. Böylece yazılarım hem kuramsal bir derinlik hem mekânsal duyarlılık hem de kültürel belleğin harmanlandığı bir İstanbul panoraması sunuyor.