Gözü kara tenkitçi: Cemil Meriç
Haberin Eklenme Tarihi: 21.07.2025 14:23:00 - Güncelleme Tarihi: 21.07.2025 15:14:00“Sol ile sağ bir bütündür, solu tayin eden sağdır, sağı tayin eden de soldur. Biz hakikatlerin sadece bir tarafını görmeye mahkûm edilmişizdir. Hâlbuki bir şeyin yalnız bir tarafını görmek, hiçbir şey görmemektir. Halifeliğin müdafaa edilmediği yerde sosyalizmin hiçbir değeri yoktur. Milyarlık bütçelerle müdafaası yapılan iki büyük dünya görüşü var: Kapitalizm ve sosyalizm. Bunları düşünmek lazım ama bunların dışındakileri de düşünmek lazım. Düşünceye yasak bölge tayin edildiği andan itibaren düşünmek yoktur, bir düşüncenin esareti altına girmek vardır.
Düşünmek evvela düşünenlerin düşünceleri üzerinde düşünmek, sonra da onların tesirinden kurtulmaktır. 1908’den beri bütün Türk aydınları memleketi batırmışlardır ve bütün aydınlar Türk olduklarından utanmaktadırlar. Millet entelijansiyasıyla millettir. Kendisinden utanan bir entelijansiya ne getirebilir? Bu entelijansiya Müslüman değildir, Türk değildir, Anadolu ile hiçbir münasebeti yoktur. Her namuslu adam, daha namuslu bir dünyanın kurulması için lağım banyosundan geçmelidir. Angaje olmamış insan, doğmalar karşısında daima uyanık olmak zorundadır. Bir imam hatiplinin inandığı dava için mücadele etmesi, bir sosyalistinkinden daha mukaddestir. Çünkü şimdi tek şey yasaktır: Türkün gerçekten üstün olduğunu idrak etmek.” [1]
Bütün karşıt fikirlere açık olmak gerektiğini yukarıdaki cümleleriyle de belirten Cemil Meriç, Türk aydınının aşağılık kompleksinden kurtulmasını öğütlemiştir. Yazımızın konusu olan Meriç’in hayat hikâyesine değinecek olursak, 25 Aralık 1916’da Reyhanlı’da doğmuştur. Ailesi Balkan Savaşı’ndan sonra Hatay’a gelen “Hocazadeler” olup müftüler yetiştiren bir ailedir. Meriç 4 yaşında okumayı öğrenir. Ailesi o sırada Antakya’ya taşınmıştır. 1920-30 arası Hatay’da Fransız idaresi hâkimdir. O böyle bir ortamda ilkokulu bitirmiştir. Türkçe ve tarih dersleri dışında bütün dersleri Fransızca okumuştur. Kendisini çevreye intibak etmek durumunda hissetmiş; sonradan çevreye isyan dönemine girmiştir. Türkçü olmuş, sonra ateizme yönelmiştir. O da kendisini tatmin etmeyince sosyalizme geçmiştir. Bütün bu geçişler, sıçramalar, tercihler bir tefekkür çilesinin mahsulü değildir. Çünkü camiye gittiği zaman da İslam’ı doğru dürüst tanımadığı gibi, Türkçülük hakkında bir araştırması yoktu, Marx’ı zaten tanımıyordu. Reyhaniye Rüştiyesi’nde başlayan Fransızca eğitimi Chateaubriand’dan ve André Gide’den geçerek lise son sınıfta ona, Victor Hugo lakabını kazandıracaktır. 1928’de Rüştiye’nin ilk kısmını bitirerek Antakya Sultanisi’ne girmiştir. 1936’da Pertevniyal Lisesi son sınıfına kaydolmuş, üniversiteye gitmeden İskenderun’a dönmüştür. Köyde ilkokul öğretmenliğine başlamış, aynı yılın sonlarına doğru İskenderun Tercüme Odası’na reis muavini olmuştur. 1938’de Aktepe Nahiye Müdürlüğü’ne geçmiş, 1939’da bu görevden alınınca yine ilkokul öğretmenliğine başlamıştır. Aynı yıl hükûmeti devirmek ithamıyla tutuklanmış, yargılanmış ve beraat etmiştir.
Meriç 1940’ta İstanbul’a gelmiş ve Yabancı Diller Yüksek Okulu’na burslu olarak kaydolmuştur. 1942’de Tarih Coğrafya öğretmeni Fevziye Hanım’la evlenir. 1942-44 yıllarında Elâzığ Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği yapar, daha sonra İstanbul’a dönerek tercümeler yapmak suretiyle ailesini geçindirmeye çalışır. 1946’da mezun olduğu okula Fransızca okutmanı tayin edilir. 1952-54 yıllarında Işık Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği yapar. 1955’te retina yırtılmasıyla gözlerini kaybeder. 1965’te N. Ş. Kösemihal’in daveti üzerine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde Fransızca dersler vermeye başlar. Sosyoloji Bölümü’ndeki derslerinin ilk katkısı olarak Saint Simon adlı eseri 1967’de çıkar. 1967’den itibaren Hisar, Pınar ve Yeni İnsan gibi dergilerde yazılar yazmaya başlar. Meriç 1974’te emekliye ayrılır. Aynı yıl Bu Ülke’yi neşreder. Bunu Umrandan Uygarlığa takip eder. 1976’da Hint ve Batı, Bir Dünya Eşiğinde adıyla yeniden yayımlanır. 1978’de Mağaradakiler’i, 1980’de Kırk Ambar’ı neşreder. Yine bu sene Uriel Heyd’den Ziya Gökalp ve Türk Milliyetçiliğinin Temelleri’ni tercüme eder. Köprü, Gerçek, Türk Edebiyatı, Kubbealtı, Hareket gibi dergilerde yazıları yayımlanır. 1981’de Bir Facianın Hikâyesi, Köprüden Düşenler’i çevirir ve neşreder. 1983’te M. Rodinson’dan Batı’yı Büyüleyen İslam’ı Türkçeye kazandırır. 1984’de Işık Doğu’dan Gelir, 1986’da Kültürden İrfana isimli eserlerini yayımlar. 12 Haziran 1987 gecesi hakkın rahmetine kavuşur. [2]
Sosyoloji beşinci koldur
Cemil Meriç sosyoloji üzerine çok kafa yormuştur. Bizde sosyoloji kürsüsünün 1914’te kurulmuş olması Meriç’in düşüncesine göre, toplumu anlamak, açıklamak gibi bir amaca sahip olmayıp Batılının oyununa gelmektir:
“Bizde sosyoloji kürsüsü, aynı programın başka bir tarzda ve başka bir planda uygulanışıdır. Yani Selanik kanalı ile Hristiyan Batı burjuvazisi, imparatorluğun istikbalini kontrol altına almak ve onu kendi meseleleri üzerine düşünmekten alıkoymak arzusundadır. Ziya Gökalp’in, Mehmet İzzet’in, Necmettin Sadak’ın temsil ettiği sosyoloji tek hedef güder: Türk zekâsını kendisini zerre kadar ilgilendirmeyen konularla meşgul etmek, gelecek nesillerin uyanmasını önlemek. Bu sosyoloji bir beşinci koldur. Bir ihanet mihrakıdır. Bugün de aynı habis emelleri sadakatle gerçekleştirmektedir.”
Meriç’e göre, bizde casusluk faaliyeti gibi yapılan sosyolojinin, habis emellerin gerçekleşmesine katkıda bulunan temsilcileri, Türkiye’de sosyolojinin kuruluşunun ve gelişmesinin önde gelen isimleridir. Meriç, başka bir dünyanın, başka bir medeniyetin çocuklarının hiçbir meselemize çözüm getirmeyeceği fikrinden hareketle Türkiye’de sosyolojinin kurucu isimleri üzerine mütemadiyen sert sözler söyler; bilhassa Meriç için Ziya Gökalp, Fransız sosyoloğu Durkheim’ın Türkiye temsilcisidir, “temsilcisi daha doğrusu komisyoncusu.” “Beni en iyi anlatan röportaj” dediği 1986’da verdiği mülakatta, Gökalp için kullandığı ifadeler, Meriç’in nasıl bir “Ziya Gökalp muhalifi” olduğunu ortaya koymaktadır:
“Gökalp minnacık bir adamdır. Elindeki imkânlarla başka çaresi yoktu. İster istemez intihar edecekti. (…) Ziya Gökalp, Batı’nın sofra artıklarıyla geçinen bir zattır; oradan atıştırır, zaman zaman da kusar. Peyami Safa’nın çektiği ruh çilesini çekmemiştir. Sahtekârdır. Her devirde dalkavukluk yapmıştır.”
Meriç’in Ziya Gökalp’in dalkavukluk ettiği ithamının ayrıntılarını bir başka mülakatından okuyalım:
“Ziya Gökalp budala bir adamdı tam manasıyla. Ağaoğlu budala değildi, haris bir adamdı. Ziya Gökalp ayran budalasıydı. Cahil bir adamdı. Son derece ümmi. Evvela Selanik’te pohpohlandılar, İttihat ve Terakki onları emellerine alet etti. Enver Paşa’nın Turan rüyası vs. Politikanın bütün büyüklerine, ‘Sen -haşa- Allah’sın, sen Peygamber’sin’ diye kasideler yazdı. Enver’e, Talat’a, Mustafa Kemal’e ve büyük milliyetçi, milliyet nazariyecisi oldu.”
Hakkında dalkavuk, cahil, ayran budalası, sahtekâr, Batı’nın sofra artıkları ile geçinen bir zat dediği Ziya Gökalp, Meriç’in bir konferansında, biraz farklı bir şekilde anılacaktır:
“Ziya Gökalp’e gelince, o da bir teşettüt devrinin adamıdır. Bütün değerlerin çökmeye yüz tuttuğu, toprakta enkazdan başka bir şeyin kalmadığı bir devirde yaşadı. Heyd’in kitabı tek kitaptır. Gökalp samimidir, ciddidir, dürüsttür. Belki yaşadığı devirde ondan çok daha bilgili insanlar vardı. Gökalp’in onlardan farkı işi ciddiye almış olmasıdır… O devirde Akçuraoğlu, Ağaoğlu, Hüseyinzade gibi milliyetçiliği kurmuş olması feyizli meyvalar vermişti. Osmanlı ülkesinin yandığı bir devirde uzun araştırmalara vakit yoktu. Yangın söndürmeliydi.” [3]
Cemil Meriç’in ömrü hayatına yansıyan derin çelişkisini belki de açmazını Jurnal’inde yer alan şu satırlarından takip edebiliriz: “Benim trajedim şu birkaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle inançlarımla Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış. Bir başka trajedi de şu: Yabancı dil bilenler Türkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler kendi dillerini de bilmiyorlar. Hind’i kim okur? Nesteren okur mu? Hayır! Avcıoğlu? Hayır! Necip Fazıl? Hayır! Her dergi bir tekke. Bir akademi bile değil. Aydın Osmanlı şiirinden daha köksüz, daha dalsız budaksız.” [4]
Meriç’in tanımlamaya çalıştığı bir kelime vardır, kültür. Kültürün tanımı nedir, ondan dinleyelim: “Bence kültür, bir Batı mefhumudur. Bu itibarla Batı’dan aldığımız bilgiler için, başka bir deyişle irfanımızın sığlaşmış, soysuzlaşmış, yabancılaşmış kısımları için kullanılmalıdır. Yani bir Osmanlı irfanından, bir de Cumhuriyet kültüründen söz edebiliriz.” Ayrıca başka bir yerde de “Osmanlı irfandır, Avrupa kültürdür” diyecektir. [5]
Cemil Meriç gazete ve dergi arasında farklılıklar görmektedir. Meriç, “Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar” diyecektir. Hatta bu pasajın belli cümleleri motto olarak çoğumuzun hafızasına yerleşmiştir. Yazdığı dergi ve gazetelerin çeşitlenmesinin altında yatan sebep, Cemil Meriç’in Bu Ülke kitabının kültür dünyasında ciddi tartışmalar diyemesek de ciddi yankılar uyandırmış olmasıydı. Hemen herkes Cemil Meriç gibi bir insanı Bu Ülke ile beraber tanıdı denilse abartılmış olmaz. [6]
Notlar
[1] Süleyman Hayri Bolay, Cemil Meriç’i (1916-1987) Değerlendirmek, Cemil Meriç, Editör: Murat Yılmaz, Ankara, 2010, s. 90.
[2] Bolay, agm., s. 88-92.
[3] Fatih Yıldız, Cemil Meriç ve Sosyoloji, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul, 2010, 185. sayı, s.128-130.
[4] Cevat Özkaya, Cemil Meriç’i Nasıl Hatırlamalı?, Cemil Meriç Kitabı “Bu Ülkeyi Yeniden Düşünmek” -Sempozyum Tebliğleri-, İstanbul, 2018, s. 37.
[5] Özkaya, agm., s. 31-32.
[6] Özkaya, agm., s. 29.