Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın millet tanımı
“Modern Türk milliyetçiliği” deyince akıllara hiç şüphesiz Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura geliyor. Aynı dönemde yaşayan Gökalp ve Akçura’nın “millet” tanımı hangi yönleriyle birbirinden ayrılıyor? Bu iki ismin Türkçülüğün gelişimine ne gibi katkıları oldu? Atatürk’ün görüşlerine nasıl bakmışlardı?
Osmanlı Devleti gerileme süreci ile birlikte birçok reform hareketine girişmiş ve toprak kayıpları nedeniyle ve de askerî yapının üzerine kurulu olduğu için bu reformları adli, ekonomik, siyasal ve sosyal alanlardan ziyade askerî alanlarda yapmayı daha uygun görmüştür. Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıldan itibaren Batı karşısındaki üstünlüğünü kaybetmeye başlaması, devletin askerî yapısının yozlaşması, merkezî otoritenin zayıflaması, teşkilat ve hukuk yapısının gelişme kabiliyetini kaybetmesi, mevcut kurumların mali ve sosyal gereksinimleri karşılayamaması, meydana gelen sorunların halledilememesi, anlık çözüm yollarının sorunları ortadan kaldırmaktan uzak kalışı gibi nedenler; yeni düzenlemelere gidilmesi ihtiyacını doğurmuş, daha kalıcı ve daha köklü çözüm yollarının aranması gereğini hissettirmişti. Devlet adamlarında da mevcut sorunların Avrupa’dan alınacak basit bir teknolojiyle halledileceği inancı hâkim olmuştu. Böylece Batı’nın askerî müesseselerinin ve silah gücünün ülkeye nasıl getirileceği mühim bir devlet meselesi hâline gelmişti.
Devlet adamları 19. yüzyılın başlarında Avrupa’nın ahvaline dair hazırlamış oldukları layihalarda, Batı’nın üstünlüğünün sadece askerî gelişmelerle olmadığı anlayışına yer vermişlerdi. Böylece yüzyıldır Avrupa’nın askerî tekniğini almakla iktifa edilmesi gereği fikrinin yerine, Batı’nın farklı sahalarda da terakki ettiği düşüncesi hâkim olmaya başladı. Osmanlı devlet adamlarının, devletin problemlerinin Batı’nın gelişmelerinin imparatorluğa getirilmesiyle hallolacağına dair düşünceleri giderek yaygınlık kazandı. Bu düşünce zamanla klasik Osmanlı ulemasının yanında yeni bir aydın tipini ortaya çıkarttı. Osmanlı Devleti’nin Batı’ya yönelişi; git gide daha az gelenekçi, daha az dindar, daha Batıcı, daha seküler ve laik bir aydın sınıfı meydana getirdi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin fikrî kurulma aşamasını, Tanzimat Dönemi’ne kadar götürmek mümkün. Zira Fransız İhtilali ile Avrupa’da başlayan yönetim değişikliği anlayışının fitilini aslında Avrupa medeniyetinin bir eseri olan Amerika Birleşik Devletleri’nin 1776’da anayasasını ilan ederek bir cumhuriyet fikriyle ortaya çıkmasında arayabiliriz. Türk aydını bu kronolojik dizilimi çok iyi takip etse de asıl etkilendiği yer, Fransa olmuştu. O dönemde tüm dünyayı olduğu kadar Türk aydınını da derinden etkileyen, Fransız düşünür Voltaire’di (1694-1778).
Gökalp ve Akçura Batılı kaynaklardan nasıl etkilenmişti?
Konuya başlamadan önce bu aydınların düşüncelerinin temelini etkileyen Batılı kaynakları değerlendirmek isterim. Avrupa’da Rönesans ve Reform’un ardından başlayan Aydınlanma Dönemi sanayileşmeyle birlikte hız kazanarak imparatorlukların dağılma ve ulus devletlerin kurulma sürecini başlatmıştı. Avrupa’da iki etkili görüş egemendi ve bunlar Fransız Aydınlanması ve İskoç Aydınlanması olarak ayrılıyordu. İskoç Aydınlanması’nda birey devletten daha önemli addediliyor ve din dışlanmıyordu. Bu tefekkür İngiltere, Amerika, Kanada, Avustralya gibi devletlerin kurulup büyümesinde liberal kapitalist dünyanın temel değerleri olarak kendini gösteriyordu. Fransız Aydınlanması ise aslında bu fikre göre daha tutucu diyebileceğimiz, devleti bireyden daha önemli gören bir anlayıştı. Bu görüş Osmanlı’dan daha ziyade Avrupa’da kurulan diğer uluslar tarafından başarıyla tatbik edilebildi. Fransızların din-laiklik ve devlet anlayışı Anglosakson İskoç Aydınlanması’ndan daha farklıydı. Bugün kapitalizm, komünizm karşısında galip geldiyse bu düşünce sayesindedir. Kaynakların verimli kullanımı, bilimsel yönetim ilkesi ve güçlü/esnemeyen kanunlar bu ideolojinin önünü açtı.
Türk aydını ki bunun içine devlet yönetimi ve bürokrasiyi tamamen katabiliriz; o dönemde kendisine en yakın ve en güçlü gördüğü bu altyapıyı alarak ilerleme yoluna gidiyordu. Muhakemat-ı Memurin Kanunu, Türk idare ve askerî teşkilatlanmasının tamamını Fransa usulüne göre düzenlemeye başlamıştı. Eğitimcileri de özellikle Fransa’dan getiriyordu. Bunun yarı sıra Almanya’dan da ciddi anlamda eğitimci ve asker de geliyordu ama onlar da bu alanlarda Fransız Aydınlanması’ndan beslenmekteydiler. Bu saydıklarımızın tamamı nerdeyse III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde yapıldı ve tamamlandı. Tanzimat ve sonrasındaki dönem ise uygulama zeminini oluşturur. Yabancı ülkelere gönderilen öğrencilerin nerdeyse tamamı Fransa’ya eğitime gidiyor, stajlar Fransa’da yapılıyor, ülkedeki nerdeyse tüm aydın/bürokrat kesim Fransız eğitim sisteminden besleniyordu. Hatta Osmanlı Devleti’nde bir muhalefet hareketi olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetleri Osmanlı topraklarında yasaklanınca İttihatçılar başta olmak üzere saltanata karşı olan bütün fikir adamları Fransa’ya sığınmışlardı.
Türkçülüğün Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde büründüğü beden
Ulus devlet, milliyetçilik, sosyalizm, liberalizm gibi tüm ideolojik yaklaşımların membaı Fransa’da bulunan Türk aydınları; önceleri çevirilerle, sonrasında da altyapı çalışmalarıyla Osmanlı Devleti’nde bir taban bulmayı başardılar. Tüm dünyada var olan Tanrı-devlet kavramı sarsılmakta, uluslar self determinasyon haklarıyla özgürlüklerine kavuşmaktaydı. Osmanlı Devleti de bundan nasibini Yunanistan ve Sırbistan gibi devletlerin ayrılması ve birçok etnik ayaklanmayla nasibini almıştı. Bu süreçte devletin asli unsuru olarak kabul edilen Türk kimliği, dil ve tarih sürecinde varlığını ortaya koyarak siyasal anlamda da etkinliğini geliştirme talebinde bulunmuştu. Tanzimat ile tohumları atılan Türkçülük bir şuur hareketi olarak Meşrutiyet dönemlerinde siyasal anlamda bir beden kazanmaya başlamıştı. Dil, edebiyat ve tarih alanında bir araştırma konusu olan Türklüğü siyasal bir form kazandırarak politik bir güç hâline getiren isim ise Ziya Gökalp olmuştu.
Türkçülüğün önemli isimlerinden olan Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’in makale ve toplam eserleri binlerce sayfa tutar. Bu iki aydın, Cumhuriyet’in ilanından sonra açılan yeni dönemde de “milliyetçilik” düşüncelerine yön verir. Ziya Gökalp (1876-1924) ve Yusuf Akçura’nın (1876-1935) yaşam sürelerine baktığımızda Yusuf Akçura’nın Gökalp’ten 11 yıl daha fazla yaşadığını görürüz. Bununla birlikte Akçura’nın İttihat ve Terakki ile iltisaklı olmaması, Türk Tarih Kurumu’nun ilk başkanı olması ve uzun süre TBMM milletvekilliği yapması; Cumhuriyet'in kurulması aşamasında aktif olduğunu ve düşüncelerinin Mustafa Kemal nezdinde daha kabul gördüğünü gösterir.
Ziya Gökalp’in ise 1924’te hastalanarak genç yaşta aramızdan ayrılması Talat, Cemal ve Enver Paşalar üzerindeki etkisinin -en azından- siyasal anlamda Atatürk kadar üzerinde ekili olmadığını söyleyebiliriz. Atatürk her ne kadar “Fikrimin babası Ziya Gökalp’tir” dese de Anayasa’da yer alan ve Atatürk’ün “millet” tanımını yaptığı çerçevede Ziya Gökalp’in tanımındaki “din/İslam” kavramına yer vermeyerek ayrı düşmüş; Yusuf Akçura’nın tanımına daha yakın durmuştu.
Cumhuriyet’in birbirinden farklı “millet” tanımlarına yön veren iki aydın
Ziya Gökalp, “millet” tanımını şöyle yapar: “Millet; lisanen müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan harsi/kültürel bir zümredir. Kendisine mahsus bir kültüre malik zümre demektir.” Kan bağı için ise “Bir insan kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, terbiyece ve anadan doğma (maderzad) lisanca müşterek bulunduğu insanlarla yaşamak ister. Çünkü insani şahsiyetimiz bedenimizde değil, ruhumuzdadır” der. İnsanın bedenî meziyetlerinin ırkından, manevi meziyetlerinin ise terbiyesini aldığı toplumdan geldiğini iddia eder. Hatta bu savını şu sözlerle pekiştirir: “Bir fert hangi cemiyetin terbiyesini almışsa, onun mefkuresine çalışabilir.” Ümmetten çıkmaya başlamanın, milletleşmenin en önemli adımı olduğunu savunur. Milletler bir medeniyet dairesinde yer alsa da kültür olarak birbirinden ayrılabilir o nedenle. Gökalp bu anlamda kültür milliyetçiliğini savunur. Ona göre “millet”; bir dili konuşan, bir dine inanan, bir kültürde birbirine bağlı unsurların bütünüdür. Aslında kısaca “Dili dilime, dini dinime uygun olan bendendir” der. Buradan anlayacağımız gibi Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’te benimsenen “millet” tanımıyla Gökalp’in tanımı birbiriyle tam örtüşmez. Hatta Atatürk, hars ve medeniyeti diğer Türkçülerden ayrı olarak bir tutar. Öyle ki Atatürk’ün “millet” tanımı[1] yine bir Fransız düşünür olan Ernest Renan’ın görüşleriyle[2] daha da örtüşmektedir.
Yusuf Akçura’nın “millet” tanımı ise şöyledir: “Millet; ırk ve lisanın esas birliğinden dolayı içtimai vicdanında birlik hasıl olmuş insan topluluğudur.” Akçura, her ulusa göre ayrı bir açıklaması olduğu için milliyetçilik üzerine genel bir tanımlama yapmaz. Fakat Türklük üzerine “millet” tanımını yaparken şunları yazar: “Her kavim, hatta her kabile diğer kavim ve kabilelere karşı daima kendi hususiyetini duymuş ve çoğunlukla kendi üstünlüğünü iddia etmiştir. Bu duygu ve iddia, sanırım ki milliyet fikrinin içgüdü ile meydana gelen bir başlangıcıdır. Türk kavim ve kabilelerinde bu duygu ve iddianın her zaman var olduğunu hiç korkmadan tasdik edebiliriz.” Akçura’nın halkçılık anlayışı da milliyetçiliğe ulaşmak için kullandığı bir araçtır. Milliyet prensibinin içeriğini zira şöyle açıklar: “Bir milleti teşkil etmiş olan insan toplulukları, müstakil bir devlet hâlinde teşkilatlanarak yaşamak hakkına haizdirler.”
Akçura dinin sosyolojik temelleri üzerinde de durur. Her konuda olduğu gibi bu konu da rasyonel kalarak dinin bu dönemde birleştirici olamayacağını, yıkılmakta olan Osmanlı’nın dahi sığınacak tek kapı olarak Türkçülük anlayışına dayalı bir milliyetçilik fikrini benimsediğini dile getirir. Fakat söz konusu Rusya olunca dinin birleştirici konusu üzerinde sıkı sıkıya durur. Bu görüşün Rusya’da etkili olmasını değerlendirirken de dine Erken Cumhuriyet’in aydınları kadar keskin bakmaz. Hatta medreselerin kapatılmasını istemez, kapatıldığında bile yenilenmeleri için yazılar yazıp önerilerde bulunur. Türkiye Cumhuriyeti siyasetinin Atatürk’ün realist görüşlerine göre şekillendiği bir ortamda Akçura’nın yine de yeni şartları benimsediğini, yeni devletin başarılı bir şekilde gelişmesine hizmet etme idealine yöneldiğini söyleyebiliriz. Nitekim Türkçülüğün gelişimini anlatırken Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını Türkçülük idealinin gerçekleşmesi olarak nitelendirir.
Görüldüğü gibi her iki düşünür de bu konuda hemfikir değillerse bile Fransız Aydınlanması’nın pozitivist tarafında da yer almalarına rağmen laik ve seküler düşünceye henüz kendilerini ait hissetmez, bu noktada Atatürk’ün ve Cumhuriyet dönemi aydınlarının düşünce yapılarından ayrılırlar.
Notlar:
[1] “a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan;
b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan;
c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir.”
[2] “Maziden kalan müşterek zafer ve yeis mirası; istikbalde gerçekleştirilecek aynı program, beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak.”
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.