14 November 2024

Tartışılan soru: “Avrupa, Balkanların nesidir?”

Pek çok yazar tarafından “Avrupa’nın üvey evlatları” olarak lanse edilen Balkan ülkelerinin trajedisi tarih kitaplarında yer alıyor. Balkanlarda yaşayanların “sürgün” damgası yemesi tarihsel süreçte nasıl gerçekleşmiştir? II. Dünya Savaşı’nın Balkan uluslarına zararı ne olmuştur?

Bulgaristan’da bir otobüsün ön camına yapıştırılmış ve ufak bir uyarı içeren kâğıtta şu cümle yer alıyor: “Lütfen Avrupalı olun, aracı çizmeyin veya hasar vermeyin!”

Balkanların Avrupa ile kurduğu ve bizim de pek yabancısı olmadığımız ilişkinin en billurlaşmış görünümlerinden birini sunan bu uyarı, aynı zamanda uzun süredir insanların bilinçaltlarına işlenegelen fakat kendini ifade etmek için çok daha dolaylı yollar bulmak konusunda ustalaşmış olan bir hissin, “iyi, güzel, doğru” olan her şeyin Avrupa’ya hamledildiği o “yaralı bilinç” durumunun kendisini en açık biçimde sergilediği bir örnek oluşturuyor.

Bu yaralı bilincin yansımalarına dünyanın Avrupa dışındaki hemen her yerinde rastlamak mümkün. İyi eğitimli bir Amerikalının kaba bulduğu taşralı yurttaşlarından şikâyet etmek istediğinde dönüp özlemle baktığı prototip “Avrupalı insan” olduğu gibi Türkiye’de de “uygarlaşma” tabiri nadiren “Avrupalılaşmak” dışında bir anlamda kullanılıyor. Fakat Amerika gibi Avrupa’dan binlerce kilometrede uzaktaki ya da Türkiye gibi tarihî geçmişi dolayısıyla Avrupalılık hikâyesinin neredeyse “mutlak ötekisi” olarak konumlandırılmış ülkelerle Balkanların tarihini de insanını da “evrensel” ilan eden bu kıta karşısındaki konumu arasında çok ciddi farklar mevcut.

Avrupa’nın kenarında ama uzağında kalmak

Balkanların Avrupa karşısındaki asıl ve özgün trajedisi onun “kenarında” fakat “uzağında” kalmasında yatıyor. Avrupa, Balkan imgesinde, “aslında” ait olduğu fakat tarihi, kültürü, yaşayışı ve bütün bunların nihai bir çıktısı olan hâlihazırdaki siyasi ve toplumsal durumu nedeniyle bir türlü arasına karışamadığı, sürekli kendisinden ayrı düşürüldüğü bir aile olarak beliriyor. Bu imgenin oluşumunda neredeyse noksansız denilebilecek bir biçimde araçsallaştırılan tarih, yalnızca bu imgenin yaratıcılarının alet-edevat çantasında bulunan temel malzeme olmakla kalmıyor; günümüzde de onun harlanması için sürekli olarak hizmetine başvurulan, son derece kullanışlı bir araç olma rolünü muhafaza ediyor.

Balkan halklarının ulusal tarihlerinin nihai amacını Avrupa ailesine geri dönmek olarak bellemelerine yol açan bu gücü oranında suni ve suniliği oranında güçlü imge, söz konusu amaca bir türlü ulaşılamamasının birinci müsebbibi olarak bölgenin tarihinde uzun asırları kapsayan Osmanlı hâkimiyetini görüyor. Tarihin bir araç olarak işe koşulduğu, angaryaya sürüldüğü gayretkeş teşebbüsün ilk ve en doğal çıktısı, Osmanlı geçmişinin bu bir bağlamda problematize edilmesi oluyor. Böylelikle Balkanlar, 14. ve 15. yüzyıllardaki “Doğu” akınları dolayısıyla Avrupa topluluğuyla kaynaşma şansını kaybeden bedbaht bir yarımada olarak zihinlere işleniyor. Dahası, Avrupa’nın dışında kalmak demek; bu son derece Hegelyen düşünce dünyasında, tarihin dışında kalmak manasına geliyor. Böylelikle Doğululuk, Balkanların sakinlerini yalnızca Türk kahvesine ve minderde oturmaya alıştırmakla kalmayıp onları tarihin sürgünleri hâline getiren enikonu bir musibet hâlini alıyor.

Doğululuk musibetini üzerinden atamamış toplumlar

Üstelik Balkan uluslarının birbirleriyle kavgaları yalnızca birtakım toprak iddiaları ekseninde de şekillenmiyor. Bu “Doğululuk” musibetinin Avrupa’ya ulaşmaması için hangi ulusun en çok mücadele ettiği de hakkında birbiri ardınca tarihsel anlatı üretilen bir söylem savaşının sahası oluveriyor. Kosova Savaşı artık yalnızca milliyetçi bir söylem etrafında ele alınmıyor. Bu savaş ve hatırası Belgrad’da “Avrupa’ya kalkan olma” şerefi dolayısıyla Sırpların Avrupalılık haklarının teslim edilmesi gerektiği noktasında öne sürülen tarihî bir koz olma mertebesine erişiveriyor. Tiran’a ve çeperinde ise İskender Bey’in Osmanlı merkezini bir hayli uğraştıran isyanları aynı bağlamda bir okumaya tabi tutulup bugün Prag’ın minaresiz bir şehir olmasını sağladığı gerekçesiyle Arnavutluk’un AB’ye tam üyeliğinin tarihî bir borç olduğunu hatırlatmaya yarayan bir sürece dönüşüyor. Ulusal tarihlerini Avrupa’yı kendilerine minnet ettirme noktasında bir söylem üretme fabrikasına dönüştüren bu tutum ders kitaplarına değin sızarak tarihsel muhakeme yeteneğini felce uğratan bir salgın olarak kademe kademe yayılıyor.   

Bu Avrupa, yani tarih dışında kalmışlık duygusu, Türkiye’deki genel kanının aksine, Balkan halklarının imparatorluk idaresinden bağımsızlıklarını kazanıp ulus devletlerini teşekkül ettirmeye başladığı süreçle de noktalanmıyor. Aksine, II. Dünya Savaşı sonrasında Balkanların büyük çoğunluğunda kurulan sosyalist idareler de 1990’lar sonrası oluşan yeni dünya düzeninde Balkanların neden Avrupalı olamadığının, yani hâlâ “araçlara hasar verilen bir bölge” olarak kaldığının en sorgulanamaz deliline dönüşüyor.

Geçmişten utanmak, sıfatlardan umut devşirmek…

Bu durum hesaba katıldığında, zihinlerinde bir kez Avrupalı olarak yer etmeyi başardıkları takdirde artık kendilerine o kadar da “egzotik” gelmeyeceklerini iyiden iyiye sezdikleri kıtalı turistleri eğlemek için hemen her Balkan kentinde irili-ufaklı “geçmişimizden utanıyoruz” müzelerinin tesis edildiğine şaşmamak lazım. Kötücül bir güç olarak kendilerini Orta Çağ’da Avrupa’nın hikâyesine katılmaktan alıkoyan “Doğulu” ve “İslami” güçler imgesinin modern anlatıdaki muadili, 20. yüzyılda aynı akıbeti kendilerini yine yaşattığı öne sürülen ve Avrupa’dan çıkmış olmasına rağmen karakter itibarıyla “Doğulu” olarak takdim edilen sosyalist hareketler olmuştur. Bütün bu noktaların birleştirilmesiyle vücuda gelen anlatının sonucunda ise 1300’lerin sonundan başlayarak 1990’lara değin tarihte yaşanan hiçbir anlamlı gelişme ve ilerleme hareketine katılamamış, onlardan soyutlanmış bir Balkan imgesi bu halkların her günkü hissiyatlarına değin etkide bulunan bir güce kavuşmuş olmaktadır.

İsmail Kadare, Arnavut ulusuna bir Nobel getirmesi için kendisine bir hayli umut bağlanmış olan bu önemli yazar, 60’larda yazdığı bir şiirinde artık Doğu’nun rüzgârının Batı’nınkine üstün geldiğini ilan etmişti. Ezilen ulusların kendilerini ezen uluslara alternatif bir yol izleyerek onlara üstün geleceğine dair bir umut ifadesiydi bu. Fakat 90’lı yılların şafağının sökmesiyle beraber ülkesini mahveden her şeyin Doğu’dan gelen itiyatlardan kaynaklandığını belirttiği demeçler vermeye başlamıştı bile. Sosyalist gerçekçiliğin kendi dilindeki en önemli örneklerini vermiş olan Kadare bu süreçte Batı dünyasındaki imajının sosyalist rejimin bir mağduru olarak inşasına da özel bir hassasiyet göstermişti. Avrupa’da aşağılayıcı bir terim olarak kullanılan “Balkanlaşma” (Balkanization) tabirinin aynı aşağılayıcı tonla daha da doğuya transfer edilmesinin bir örneğiydi bu. Kıta Avrupası’nda her düzensizliği, yolsuzluğu, karmaşayı Balkan ruhuna atfeden gelenek Tuna Nehri’ni aştığında başka bir karakter kazanarak aynı şeyleri Doğulu olmanın kendisine atfediyordu. Pejoratif bir tabirin coğrafyalar aştıkça tecrübe ettiği bu dönüşüm, herkesin yüzleşmek istediği bir gerçeğin sorumlusu olarak yüzünü kendi doğusuna döndürdüğü bir hat vücuda getirmeye devam ediyor.

Anlatıyı değiştirip soruyu bükmek gerek

Bütün bunlar sayesinde, Türkiye’de belli başlı mihraklarca “suyun öte yakası” parolası altında ve Avrupa’da kıtanın dibinde her an patlamaya hazır bir tür alternatif Orta Doğu imgesi etrafında ötekileştirilen Balkan uluslarına, son derece manipülatif amaçlarla, önce kendi kendisini ötekileştirmesi öğretiliyor, ardından bu ötekileştirmenin hayalî sorumluları kendisine işaret edilerek kendi geçmişlerinde bu unsurların dahli olan her safhayla kavgaya tutuşmaları salık veriliyor ve yegâne kurtuluş yolu olarak da Brüksel gösteriliyor. Sorunun varlığını kabul, niteliğini teşhis ve tedavisi tespit iddiasındaki bu üç kez güçlendirilmiş manipülatif söylem ve bu söylemin yaşatılması ve yaygınlaştırılması için gösterilen şiddetli direnç, Avrupa-merkezci anlatıların yalnızca çeşitli sosyal bilim disiplinleri etrafında kaleme alınan makalelerin değil, hatta onlardan daha şiddetli biçimde insanların kendilerini ve çevrelerini ele alma biçimlerini etkileyen söylem politikalarının da ne denli ciddi bir revizyona ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Problem, yalnız akademik eserlerin süsleyeceği rafların bir bütün olarak sundukları görüntüde değil. Problem, Balkan halklarının okul kürsülerinden televizyon programlarına değin karşılarına dikilen, çok daha yaygın, çok daha popüler bir hegemonik anlatı.

Bu noktada üstlenilmesi gereken en mühim ödev, Balkanların yüzyıllar boyunca tarihin dışında değil, pekâlâ içinde olduğunu, gerek Osmanlı asırları gerekse II. Dünya Savaşı’ndan Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar geçen süreçte tarihî eylemlilik ve aktörlük haklarını bölge halkına iade etmek maksadıyla oluşturulacak yeni bir anlatının oluşturulmasıdır. Bu anlatı bölgesel dinamiklere ve tarihî bağlama saygı duymakla kalmamalı, mutlak iyi bir Avrupa/Batı-Hristiyanlık-liberalizm kümesi ile katışıksız kötü bir Asya/Doğu-İslam-sosyalizm kümesi etrafında şekillenmiş rijit değer yargılarını kullanmayı şiddetle reddetmeyi de bir ilke bilmelidir. Hegemonya talebiyle ortaya çıkmış anlatılar, tavizler yoluyla zayıflatılamaz; bu anlatılar ancak kolektif çaba yoluyla sarsılabilir.

Her hâlükârda, Balkanların geri kazanacağı bir tarihi olduğu gibi, Balkan uluslarının da sakatlanmasını sineye çekemeyecekleri muhakeme ve teşrih kabiliyetleri söz konusudur. Bugüne kadar soru “Balkanlar, Avrupa’nın nesidir?” diye sorulmuş ve üretilen bütün anlatılar da Balkanların Avrupa karşısındaki konumunu aydınlatmaya çalışmıştır. Oysa tarihin bu dönemecinde, soruyu tersine bükmenin vakti gelip de geçiyor: Avrupa, Balkanların nesidir?

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...