
Suçun ve ihmalin politiği
Acının üzerinden politika devşirilir mi? Çoğu zaman karşılaştığımız çerçeve maalesef bu oluyor. İhmallerin, suçların failini konuşmayı unutuyoruz bu politik saikler sebebiyle. Hangi isimleri konuşmalıydık, kimler sorulmalıydı? Yoksa suçlu olan biz miyiz?
Bir süredir gündemden uzak kalmak adına kendimi soyutlamıştım. Bir süreden kastım, kendi namıma uzunca, fakat gündem için oldukça kısa bir zaman. O aralar Kartalkaya’da yaşanan elim vaka hakkında herkes konuşuyor ve yazıyordu. Olan biteni sadece göz ucuyla süzüyordum. Ama herkes meşrebince vakıanın bir paçasından yakalayıp yorumluyor ve gördüğüm kadarıyla da saf tutup diğer tarafa tahkir ve kargış yarışına kapılıyordu. Oysa bir yakınım o melun otelde maaile şehit düştüler, masum yavrularıyla birlikte. Yas tutmak, sükût etmek, gözyaşı döküp dua buyurmak, acısını yaşamak şöyle dursun; 78 şehidin tabutu üzerine abanarak diğer kesime parmak salladılar. İsimler bir nevi politik bayrak oldular. Tanju ve Nuri dediler. Katili, kusurluyu yahut sorumluyu aradılar politik saik ve merceklerle. Taraftarları ağzından tükürükler ve salyalar savurarak savundular taraflarını, ezeli düşmanları olan politik rakiplerine ve düşmanlarına. Bir ara da seyretmek istedim, ekranlarda kimler neler konuşuyor diye. Tumturaklı adamlar konuşuyorlardı canhıraş. Tanju ve Nuri. Tanju veya Nuri. Basına yaptıkları açıklamaları dinlerken bir ara televizyonun sesini tamamen kapattım. Niyetlerini bilemem, yüzlerinde bir nebze dahi hüzün, bir miskal merhamet yahut hicap ama özetle taziye dahi göremedim. Gördüğüm sadece öfke ve iknaya çalışan insanlardı. Belki ben kötü niyetliyim. Kesin öyledir.
Sorumlu kim? Yoksa biz miyiz?
Sonra kendi kendime dedim ki tüm bu olanların sorumlusu benim. Madem kimse üstüne alınmıyor, tüm sorumluluk lütfen benim olsun. O otelin kusurlarını görmezden gelerek küçük hesaplarım uğruna o onayları ben verdim. Dahası da var; dinleyin beni, yangın felaketi sebebiyle can vermiş canların mukaddes bedenlerini taşımak için “kızarmış piliç” görsellerle bezenmiş kamyonunu da oraya ben gönderdim, tüm hassasiyetimle. Ayrıca cenazelerini taşımak için de acılı ve mahzun şehit yakınlarından yüz binlerce lira talep eden fırsatçı şarlatan da bizzat bendim, hem de zerre kanım kıpırdamadan. Beni güney şehirlerimizde, Hatay’da veya Antep’te de gördünüz, aynı deprem zamanı battaniye ticareti yaptığımdan da hatırlarsınız. İnsanlıktan soğutan bütün vasıflarım ve kimliklerimle beni aslında çok iyi tanıyorsunuz. Etrafınızdayım ve her yerdeyim. Manevi değerleri suiistimal etmekten çekinmediğim karaktersizliğimden tanıyabilirsiniz aslında. Materyalist bir herif olabilirim, materyalist yani paraya ve güce tapan değersiz pisliğin tekiyim. Arsızlık ve pişkinliğimden dolayı zannetmeyin halk benden yüz çeviriyor, hiç de öyle değil, bu ülkede beni midesi kaldıran milyonlarca insan ve taraftar bulabiliyorum. Ne mutlu ki milyonlarca yoldaşımla aynı aldatmacaya ve çıkarlara tapıyor, aynı değersizlik çatısı altında hemhâl olabiliyorum. Ne mutlu ki bu ülkede ayıp, günah, örf, haram, anane, edep, erdem gibi kavramları ve sahiplerini de kılımız titremeden darağaçlarında sallandırdık biz. Unutmadan, gül yüzlü ana kuzusu bebekleri yeni doğan ünitelerinde işkenceyle öldürmekten imtina etmeyen de bendim, bizdik. Zerre kanımız kıpırdamadı, çünkü ucunda para vardı. Sadece size muteber o günahsız bebekler, millete emanet yetimlerin hakları, fakir fukaranın malı veya canı…Tanju ve Nuri, Tanju veya Nuri. Merhamet, tunç heykelleri eritemedi.
Aklıma hangi sual geliyor biliyor musunuz, bu toprakların hamurundan manevi çimentoyu kim söktü aldı? Peki ya o hamura kim düşmanlık, hainlik ve nefret mayasını döktü? Sahiden işin içinden çıkamıyorum. Tüm iyi niyetimle, iki avucumun arasına alıp başımı, önüme eğilip tefekkür ediyorum. Siz de sormuyor musunuz kendinize, Hakk ne zaman gelecek bu topraklara, ki bâtıl zail olsun? Peki “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” hadisi tekrar bu semamızda çınlar mı? Bir tarafa yanlıyoruz, yanladığımız taraf yeter ki çıkarlarımıza hizmet etsin. Güçten yana, menfaatlerimizden yana, yani ezcümle kahrolası bencillikten yana olduk. “Her yasal hak, helal değildir” dediği zaman Alev Alatlı, hâl ve hareketlerimizi neye göre tasnif etmemiz gerektiğini öğütlüyordu. Yasaya uydurduğumuz müddetçe huzurla yaşadık ve ahlak erozyonunu hesaba katmadık, katmak da işimize gelmeyeceği için göz ardı ettik. Bu maneviyat terbiyesinden uzaklaştığımız ölçüsünde çağdaş ve Batılı olacağımızı empoze eden kahrolası elitistler, seçkinler, zenginler, ar damarları çatlamış kesimler sıradan vatandaşı, yani bizleri hizaya çekmekten bir adım dahi geri durmadılar. Biz de onlar bizi kınamasınlar, başlarımıza bela olmasınlar diye kendi olgularımızdan vazgeçtik. Diyemedik ki “Bre vatan millet düşmanları! Satılık hainler höst!”. Diyemedik tabii… Deseydik çalıştığımız iş yerlerinden kovulurduk, okullardan atılırdık, devlet kurumlarınca belki alnımızda bir çarpıyla dolaşırdık fişlenmiş olarak. Oysa halkı ellerindeki yasalarla ipe dizmeye çalışan insanlara karşı, İdris Küçükömer “Sivil Toplum Yazıları” kitabında şöyle diyordu: “Eğer bir yasanın hesaba katmadığı birtakım olgular çıkmışsa olgular değil, yasa değişmelidir.”
Halkına Batı’dan bakan elitistlerin karanlık dili
Bak, 2005 yılında maalesef Fransız doğamamış Mine isimli bir kadın, sırtını hâkim erke dayadığını sanarak şöyle çemkirmişti Türk halkı için: “Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. Her 10 metrekarede, bu manzara tekrarlanmakta, kara halkımız kıçını döndüğü deniz kenarında mutlaka et pişirip yemektedir.” Bu kadın, hücresinde tedavi alan zavallı münzevi biri değildi ve kahreden tarafı koca bir kesimin içinde alkış bile topladı bu yazısından ötürü. Evet, yayımlanan gazeteden kovuldu kovulmasına da sefih ve yok olası zihniyeti bugün de yaşıyor ve tesadüfe bakın ki kendisi hâlen kalem oynatıyor. Halkı aşağılama cürmünden 301.madde uyarınca hüküm giyen bu kadın, yayın prensiplerindeki sekizinci maddesinde “Uluslar ve halklar arasında nefret ve düşmanlığı körükleyici ögeler yer almaz” umdesi yazan, cumhur yani halk anlamına gelen, Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya devam ediyor. Ne manidar değil mi? Siz öyle sanın, manidar falan değil! “Tesettür anaları kumsalda mangal yeller, babaları don paça yatarken, irili ufaklı danaları da pamukludan dalgıç tulumlarıyla suda cıp cıp yapıyorlardı… Şimdi bu sahillerde sabah yürüyüşleri yapan 'creme de la creme' Kadıköylüler, İslamistan varoşlarının işgal ettiği denizlerine ve kumsallarına bakıyor.” Bu edepsizliğin, kötülüğün, saf kötülüğün, nemrutluğun, nobranlığın ve hodbinliğin muhatabı olmamak için inanç kimliklerimizi, olgularımızı saklayarak yaşamayı öğrendik. Suçlu olanlar onlarken, onlar yüzünden evden çıkamaz olduk bir bakıma. Kimin ülkesinde, kim olarak kendinde Türk halkını eleştirme hakkını görüyorsun sen, üstelik Fransızların kapısında hayran kimliğinle beklerken?
Ayrımlar arasında katlolan masumlar
Otel yangınında sorumlu arayadursun medya ve kanun. Tanju mu, Nuri mi diye isterseniz bakla falları atıverin. Bu ülkede Tanju ve Nuri isimleri ne ara iki kesimin temsil ismi oldu ki? Hâlbuki bu ülkede Hakk ve bâtıl diye iki kesim vardır. Hakk ve bâtıl, namuslu veya namussuz, ahlaklı ve ahlaksız. Ayrımlar siyasi, ekonomik veya ırkçı saiklerle çizildi durdu. Peki geldiğimiz noktada hepimiz sonuçtan memnun muyuz? Sahiden bu gidişten, bu hâlden, bugünümüzden, bu yozlaşmış hâlimizden memnun değilsek, olmuyor demek ki. Bugün doğru bildiğimiz her şeyi sorgulamak için neyi bekliyoruz? Küçükömer’in olgular değil, yasalar değişmeli dediği hâl, bu hâl değil mi? İkrah getirip birbirimize merhamet etmek için, sahiden birbirimizi sevmek için daha kaç otel yanacak, kaç şehit vereceğiz, depremler veya afat bekleyeceğiz? Yani kendi menfaatlerine uysa bile önüne gelen şeyleri nâhak olduğu için reddedip elinin tersiyle itecek o nesil ne zaman doğacak?
İç Ege’de seyahatim sandığımdan uzun sürdü. Afyon’da Aşçı Bacaksız lokantasında Ahmet Ağabey’in ve çocuklarının misafiri oldum. Kanaatkârlığın, tevazuun, müşterilerine misafirperverliğin, kalenderliğin ve hatırşinaslığın nasıl yaşanabilir olduğunu gördüm, hele de çıkarcılığın kol gezdiği pervasız ve rezil bir çağda. Anadolu irfanının hâlâ sağ kalabildiğini düşünmek ne güzel geldi. Sandıklı’da Yunus Emre ve Taptuk hazerâtının mezarlarını ziyaret ettim tekrar. Söğüt ağaçları gölgesinde durdum sakince, ne berbat bir hengâme içinde ömrümü haybeye heder ettiğimi ruhumun derinliklerinde hissettim. Yollar çok güzeldi. Anadolu çok güzel. Sahiden çok dokunaklı. Metropollerde dönen dümenler ve senaryolar gerçekten cambaz oyunları. Manisa’yı görünce içim bir cız etmedi değil gerçi. Belki bir seferinde sadece Manisa gözlemlerimi yazarım. Yalnızca hayal gücünüze hitaben şöyle bir misal vereyim: Estetik ahşap mimarisinde bir köşkün üstüne tuğladan derme çatma kaçak kat çıkan bir şehir. Çok üzücü. Katliam sadece kültürel satıhta değil, mimaride de alabildiğince. Katliam, yani katl-i âm, halkın katli ve toplumun öldürülmesi. Katliam, her alanda vandallıkla ve hunharlıkla sürüyor. Sanmayın katledilen sadece o oteldeki masumlarımızdı. Mazimizin yandığı gibi bu aymazlık devam ettikçe de istikbâlimiz de yanacak. Şimdi birlikte soralım haybeye: Tanju ve Nuri de kim ki?

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.