10 January 2025

Sonsuzluğun filozofu Spinoza’nın merceğindeki zaman

“Zaman nedir?” sorusu, algımızla gerçeklik arasındaki ayrımı irdeliyor. Görelilik Kuramı, zamanın akışının gözlemciye göre değiştiğini gösterirken, Blok Evren Teorisi geçmiş, şimdi ve geleceği aynı anda var kabul ediyor. Peki ya Spinoza’nın merceğindeki zaman neler söylüyor?

Zaman problemi felsefenin en güç problemlerinden biridir. “Zaman nedir?”, “Zaman gerçek midir?”, “Zihnin bir kategorisinden mi ibarettir?”, “Zamanın değişim hâlindeki maddeden ayrık bir doğası var mıdır?”, “Mutlak bir gerçeklik midir, yoksa evrenin farklı yerlerinde değişen bir akışı mı vardır?” gibi sorular felsefeciler tarafından ele alınmıştır. Varlığa dair en güç problemlerle iç içe olan bu sorular sadece felsefenin değil, kuramsal fiziğin de ilgi alanına girer. Örneğin Albert Einstein’in Görelilik Kuramı, zamanın mutlaklığı anlayışını derinden sarsmıştır. Özel Görelilik Kuramı’na göre zaman cisimlerin referans sistemlerine ve hareket durumlarına göre değişkenlik gösterebilir. Nitekim zaman genişlemesi adı verilen durum sonucunda, yüksek hızda hareket eden bir saatin ilerleyişi durağan bir gözlemciye açısından daha yavaştır. Yine bu kuram kapsamında, eş zamanlılığın göreliliği ilkesine göre farklı olayların eş zamanlılığı gözlemcinin hızına bağlı olarak değişim gösterir: Hareket hâlindeki bir trende, rayların kenarında duran bir gözlemciye göre aynı anda trenin her iki ucuna yıldırım düşmüş olsun. Bu durumda trenin tam ortasındaki gözlemci trenin ucundaki yıldırımın daha erken düştüğünü deneyimleyecektir.

Zamanın doğası ile ilgili sorgulama gerek felsefi gerekse bilimsel açıdan sona ermiş değildir. Bu konudaki önemli tartışmalardan biri, öznel olarak deneyimlediğimiz zamanın bir illüzyon olup olmadığı üzerinedir. Görelilik Kuramı ile uyumlu olarak ortaya atılan Blok Evren Teorisi; geçmiş, şimdi ve geleceğin aynı derecede gerçek olduğunu savunur. Bu görüş ebedîcilik (İng. eternalism) olarak da bilinir. Blok Evren Teorisi’ne göre dört boyutlu evren herhangi bir gözlemciye bağlı olmaksızın ele alındığında değişmez bir gerçekliğe sahiptir ve zamana bağlı değişim, gözlemcinin algısında ortaya çıkan bir durumdur.

Zamanın gerçek olmadığını savunan başka bir argüman Hegelci İngiliz filozof J. M. E. McTaggart tarafından ileri sürülmüştür. McTaggart’a göre olayların zamansal dizilişini iki türlü düşünebiliriz. Bunlardan birincisine McTaggart “Zamanın A Serisi” adını verir. Zamanın A Serisi’nde bir olay geçmişe, şimdiye veya geleceğe aittir. Bu akşam gerçekleşecek gün batımını düşünelim. Benim bu satırları yazdığım anda vakit henüz öğlendir ve bu akşamki gün batımı gelecekte gerçekleşecektir. Bu akşam tam gün batımı saati geldiğinde ise “Şu anda gün batıyor” diyeceğim. Dolayısıyla gün batımı şimdiye dair bir şey olacak. Bu akşamki gün batımı sonrasında ise “Güneş battı” diyeceğim; yani aynı gün batımı geçmişe ait bir olay hâline gelecek. Zamanın A Serisi’nde, olay aynı olay olmakla birlikte, olaya ilişkin zaman kipinin değişimi söz konusudur. Elbette buradaki düşünce; sadece belirli bir olay için değil, tüm olaylar için geçerlidir. Herhangi bir olay önce geleceğe, sonra şimdiye, en sonunda ise geçmişe ait bir şey hâline geliyor. McTaggart’a göre zamanın gerçek olması için A Serisi’nin gerçek olması gerekirdi. Ancak ona göre aynı olayın hem geçmişe hem şimdiye hem de geleceğe ait olması bir çelişkidir. O hâlde zaman gerçek dışıdır.

Bu düşünce ilk bakışta uç bir yorum gibi gözükebilir. Ancak burada bir olayın zamansal konumunun öznel gerçekliği ile özneden bağımsız gerçekliği arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekildiğini göz önünde bulundurmalıyız. Kipli olarak (geçmiş zaman, şimdiki zaman vs.) ifade ettiğimiz zaman ile özneden bağımsız zamanın nasıl uyumlu hâle getirileceği bir problem olarak karşımızda durmaktadır. McTaggart’a göre bir de olayların zamansallığının Zamanın B Serisi dâhilinde kipsiz tanımlanma olanağı söz konusudur. Zamanın B Serisi’nde olayların zamandaki konumları birbirine göre düzenlenir. Dolayısıyla bir olayın hangi olaydan sonra, hangi olaydan önce gerçekleştiği esastır. Örneğin, “X başlıklı makale Y tarihindeki gün doğumu ile aynı tarihteki gün batımı arasında gerçekleşmiştir” diyebiliriz. B Serisi’nde olayların zamansal konumunda A Serisi’ndeki gibi bir değişim ve çelişki söz konusu değildir. Olaylar arasındaki zamansal ilişki esas alınır. Ancak McTaggart Zamanın B Serisi’nin zamanın gerçekliğini kanıtlamaya yeterli olmadığı görüşündedir.

Spinoza’ya göre zaman gerçek dışı mı?

Parmenides, Platon ve McTaggart gibi filozofların vurguladığı ortak bir görüş şudur: Değişim iç çelişkilere açıktır. Bir yanda sabit kalan kavramlarımız, diğer yanda sürekli değişim hâlindeki dünya bulunur. Filozoflar genellikle kavramları değişmez gerçeklikler üzerine inşa etmeye çalışsa da deneyimlerimiz bu durumun tersine işaret ediyor. Elbette bu tür bir ikileme mahkûm değiliz. Örneğin, Aristoteles gibi birçok filozof, her şey değişirken değişmeden kalan bir şeylerin de var olduğunu öngörmüş ve değişim ile değişmezliğin bir arada var oluşuna odaklanmıştır. McTaggart’ın zaman paradoksunda ise çelişkinin odak noktası olarak değişimin oldukça soyut bir yansıması olarak zamansal değişimin kendisi temel alınmıştır. Değişimin gerçekleştiği tek tek süreçler bir yana, bizim olaylara ait zamansal konumlandırmamız değişmektedir. Dün gelecek olan şey, bugün şimdidir, yarın ise geçmiş olacaktır. McTaggart ve diğer filozofların öne sürdüğü bu görüşler, genel olarak zaman problemi çerçevesinde ileri sürülmüştür. Zaman doğasına yönelik problem, aslında öznenin dünyayla ilişkisi, ampirik verilerin güvenilirliği, determinizm ve sonsuzluğun ne olduğu (veya var olup olmadığı) gibi başkaca problemlerle yakından ilintilidir. Spinoza, zamanın gerçekliği problemini tüm bu diğer problemlere yanıt getirecek şekilde ele almış bir filozoftur.

McTaggart ve Kojéve gibi felsefecilerin de benimsediği genel görüş, Spinoza’nın zamanı gerçek dışı bir şey olarak kabul ettiği yönündedir. Ancak bu gerçekten de böyle mi? Öncelikle kısa yanıtı verelim: Bir bakıma evet, bir bakıma hayır; sorunun cevabı zamanın hangi tanımını temel aldığımıza bağlı. Spinoza açısından bu sorunun basit bir cevabı olamaz, çünkü Spinoza’ya göre zaman diye tek bir kavramla karşılanabilecek bir gerçeklik söz konusu değildir. Spinoza’nın zamanı nasıl anlamlandırdığını anlatabilmek için onun felsefesinin genel hatlarından kısaca söz etmek gerekir. Spinoza, yaşamı çeşitli zorluk ve felaketlerle dolu, genç yaşta felsefi görüşleri nedeniyle cemaatinden kovulmuş bir Sefarad Yahudisidir. Kimileri onu ateist olarak, kimileri ise “Tanrı sarhoşu” olarak nitelemiştir. Fikirlerini özgürce ifade edebilmek uğruna akademide çalışmayı tercih etmemiş, bunun yerine mercek yontarak geçimini sağlamıştır.

“Her şey tek bir tözden ibarettir”

Spinoza sonsuzluğun filozofudur. Tüm evrene sonsuzluğun merceğinden bakar. Zaman için de aynı durum geçerlidir. Sonsuzluğun zamansal açıdan karşılığı ebediyettir ancak Spinoza açısından ebediyet aslında bildiğimiz anlamda zamansallığı olan bir şey değildir. Onun felsefesindeki ebediyet kavramını anlamak için öncelikle özünde aynı şeyler olarak gördüğü Tanrı ve Doğa’nın tekliğini ifade eden töz kavramına bakmalıyız. Spinoza bu kavramı, başyapıtı olan Ethica adlı eserinde geometrik yöntemden ilham alan bir kanıtlamalar silsilesiyle ayrıntılı olarak açıklar. Hatta Spinoza’nın bu yapıtı (ve genel olarak felsefesi) özünde yalnızca tek bir şey, o da töz üzerinedir desek yanlış olmaz. Spinoza’ya göre her şey tek bir tözden ibarettir. Töz kendi kendisinin nedenidir, zorunlu olarak vardır, bölünemez ve sınırlandırılamaz. Bu anlamda töz sonsuzdur. Ve diğer tanımlamalarla uyumlu olarak, töz ezelî ve ebedî olarak vardır. Bununla birlikte Spinoza’ya göre tözün ezelî ve ebedî oluşu derken zamanda geçmişe ve geleceğe doğru sonsuzca uzanan bir varoluş biçimini anlamamalıyız. Zaman dediğimiz şeyde, tanım gereği bir başlangıç ve son söz konusudur. Ezelî ve ebedî olma durumu ise (veya ebediyet, Lat. aeternitas) başlangıcı ve sonu olmamadan da öte bir durumdur. Önce, şimdi ve sonra gibi kavramlar olumsal gerçekliğe uygulanabilir. Oysa Spinoza’ya göre Tanrı’nın (veya Doğa’nın) mutlak anlamda fiilîlik arz eden varoluşunda olumsallığa yer yoktur.

Spinoza’nın ebediyet tanımlamasında McTaggart’ın öngördüğü B Serisi’nin dahi geçersiz hâle geldiğini görürüz. Bu görüşün ardında Spinoza’nın metafiziğinin genel ilkeleri yatar. Töz ebedîdir, ebedîlik ise sınırlanmamış olmalıdır. Çünkü töz hiçbir şekilde sınırlandırılamaz. Zaman dediğimizde, tek tek olayların önce veya sonra gelmesini düşünüyoruz, dolayısıyla zamanı sınırlanmışlıklar çerçevesinde düşünüyoruz. Spinoza’ya göre zaman ile sonsuz varoluşu içeren töz arasındaki temel ayrım bu noktada başlar. Spinoza, zamanı iki farklı Latince kavram üzerinden ele alır. Bunlar duratio ve tempus’tur. Tekil varlıklar varlığını sürdürmeye çalışırlar; bu durumu Spinoza conatus prensibiyle açıklar. Süre olarak dilimize tercüme edilen duratio, conatus bağlamında, varlıkların belirsiz şekilde kendini sürdürmesini tanımlar. Bu anlamda süre içsel olarak sınırlandırılmamıştır. Ancak tek tek varlıkların bütünlüğü dışsal sebeplerle son bulacağından sürede tam bir sonsuzluk yoktur. Yalnızca sonsuzluğun ve ebediyetin bir çeşit yansıması söz konusudur.

Sınırlanmış nicelikler ve tüm ölçüler hayal gücünün ürünleri

Süre kavramını temel alarak, Spinoza’nın zamanı bir illüzyondan ibaret görmediğini savunabiliriz. Spinoza bu kavram ile tek tek şeylerdeki zamansallığa yer açma çabasında gibi gözükmektedir. Burada spesifik bir zamansallık anlayışının söz konusu olduğunu, Spinoza’nın zamanının tek bir düşünüş biçimine indirgenemeyeceğini göz önünde bulundurmalıyız. Süre tanımlanamaz. Günümüzün bilimsel yaklaşımı açısından ifade edecek olursak, süre ölçülebilir bir şey değildir. Süreyi tanımlamaya, oranlamaya kalkışırsak Spinoza’nın tempus olarak tanımladığı zamansallık temelinde düşünmüş oluruz. Tempus Latincede hem zaman hem de belirli bir zaman dilimi, müddet anlamlarına gelmektedir. Sınırlanmış ve böylece ölçülebilir hâle getirilmiş zaman biçimi olarak tempus, Spinoza tarafından yanılsamalı bir düşünüş biçimi olarak değerlendirilir. Bunun nedeni, filozofun Sonsuzluk Üzerine Mektup’unda belirttiği üzere, sınırlanmış niceliklerin ve tüm ölçülerin hayal gücünün ürünleri oluşudur. Töz bölünebilir bir şey değildir, uzamsal olarak da bu böyledir. Ancak biz hayal gücü yoluyla parçalı şeylerin ve bu bağlamda ele alınan zamanın (tempus) ölçülebilir olduğu yanılgısına kapılırız. Spinoza’nın terminolojisinde hayal gücü deneyimi de kapsayan bir kavramdır. Sıkı bir rasyonalist olan Spinoza’ya göre ancak akıl ve sezgi ile sağlam bir bilgi kaynağıdır. Duyularda bedenin öznel koşulları ile dış dünyanın etkileri iç içe geçmiştir; bu nedenle hayal gücü bulanık bir bilme tarzı sunar. Belki de bu düşünüş tarzına bağlı olarak Spinoza duyuları hayal gücü kapsamında ele almıştır.

McTaggart’ın A ve B serilerindeki geçmiş-şimdi-gelecek ve önce-sonra ilişkilenmeleri temelinde, bilimin ise ölçülebilirlik temelinde ele aldığı zaman kavramı Spinoza açısından daha büyük bir zaman probleminin yalnızca bir yönünü oluşturur. Bu anlamdaki zaman tempus kavramına denk düşer. Tempus, sonluluk ve sınırlanmışlığın zamandaki yansımasıdır. Sonluluk ve onun bir sonucu olan zaman (tempus) salt bir illüzyondan ibaret değildir. Fakat onun varlığı insanın öznel konumuna bağlıdır. İlk bakışta bu ikisi birbirinden çok farklı görülmeyebilir. Gerçekten de Blok Evren Teorisi’ne göre de değişim ve zaman insanın öznel konumuna göre belirlenir. Çünkü bu görüşün dayanak aldığı Görelilik Kuramı’na göre değişimin ve zamanın ölçümü gözlemcinin referans sistemine bağlıdır. Blok Evren Teorisi’nde ampirik verilerle rasyonel (bilimsel) yaklaşımın bütünleştirilmesi yoluyla öznel zaman algısının aşılması girişimi söz konusudur. Dört boyutlu uzay soyutlamasıyla birlikte değişim gibi görünenin ardında bir değişmezliğin bulunduğu savı ortaya atılmaktadır. Spinoza’ya göre de tözün kendisinde bizim deneyimlediğimiz anlamda bir zamansallık yoktur, onu aşan bir durum vardır. Tözün ebediliğinin süreç ve durağanlık ikiliğini aşan bir biçimde düşünüldüğü yorumunda bulunabiliriz. Bu anlamda Parmenidesçi tarzda, zamansal olanın yerine durağan bir gerçeklik anlayışı geçirilmemiştir. Eğer böyle bir değişmezlik söz konusu olsaydı, Spinoza tempus ve duratio ayrımına ihtiyaç duymazdı. Onun illüzyon olarak gördüğü şey ise başlangıç ve son düşüncesidir. Başlangıç ve sonu biz insanlar kurgularız, sayılarda olduğu üzere zamanda çokluğu bu şekilde yaratırız. Sonuç olarak zamansal akış düşüncesinin kendisine bir itiraz yoktur, zamansal akış sonlu varlıklarda duratio şeklinde yansımasını bulmaktadır. Duratio bu anlamda sonlu olanda yer alan umutsuz bir sonsuzlaşma arayışını ifade eder.

McTaggart’ın zaman serilerini bu kapsamda yeniden değerlendirelim. Gerek A Serisi’nde gerek B Serisi’nde bir olayın başka bir olayı öncelediğini veya sonraladığını düşünme eğilimindeyiz. Spinozacı açıdan buradaki problem herhangi bir olayın tekilliğinin dayanaksız oluşudur. Neden “t1 zaman dilimi t2’yi önceler” diyoruz da mesela, “t1 ve t2 zaman dilimlerini kapsayan bir olay t3’ü önceler” demiyoruz? Buradaki alternatif bölümlemelerin nasıl gerçekleştirileceği Spinoza’ya göre öznel bir mevzudur. Zaman açısından nesnel anlamda gerçek olan şey ise ezelî ve ebedî nitelikteki bir bütünlüktür. Bu ezelî ve ebedî oluşu başsız ve sonsuz olma olarak dahi tasavvur etmemeliyiz. Çünkü başlangıç ve son kavramlarını zaten nesnel bir gerekçelendirme olmaksızın biz insanlar eklemiştik. Dolayısıyla bu gereksiz eklentinin negasyonu üzerinden bir ebedîlik düşüncesi dahi Spinoza’ya göre problemlidir.

“Sonlu varlıklarda içkin olan bir tanrısal sonsuzluk bulunur”

Spinoza’nın zaman kavramı Blok Evren Teorisi ve buradaki ebedîci zaman kavrayışıyla da tam olarak örtüşmemektedir. Spinoza’nın zaman görüşü açısından buradaki sorun ebedî oluş kısmında değil, neden-sonuç ilişkilerinin kavranışında doğmaktadır. Kartezyen-Newtoncu paradigma çerçevesinde mekanik ve dışsal bir nedensellik görüşü ortaya atılmıştır. Şöyle bir örnek düşünelim: C olayı E olayının nedenidir. C’yi önceleyen nedenleri ve E sonrasında gerçekleşecek sonuçları sonsuz bir zincir içerisinde tasavvur edebiliriz. Bu ilişkileri, Spinozacı kavramlar üzerinden söyleyecek olursak, uzamdaki çokluk veya düşüncedeki çokluk açısından değerlendirebiliriz. Oysa nedenselliğin bu tür bir dışsal kavranışını Spinoza kesinlikle reddeder. Tanrının sıfatları olan uzam ve düşünce sonsuzdur ve bölünemez. Geçmiş zaman ve gelecek zamandaki şeyleri bunlar olasıymış gibi hayal edebiliriz. Ancak gerçeklikte tek bir zorunluluk vardır; o da tözdeki özün varoluşu belirlediği zorunluluktur. Causa sui, tek ve sonsuz varlıktaki içsel belirlenimdir. C’nin E’yi dışsal olarak belirleyebileceği gibi bir görüş, bu anlamda bir yanılsamadır. Tanrı ve var olanlar ilişkisi açısından ise Spinoza’ya göre sonlu varlıklarda içkin olan bir tanrısal sonsuzluk bulunmaktadır. Bu, mekanik parçaların oluşturduğu fiziksel bir zincir değil, geometrik bir zorunluluktur. Tıpkı bir doğrunun düşünsel olarak sonsuzca uzanan bir şey olması gibi, sonsuzca yayılır ve rasyonel olarak kavranır.

Spinoza’nın tempus kavramı ile tanımladığı şey, Marcel Proust’un kayıp zamanına benzer. Böylesi bir zaman nosyonu doğaya ait olduğu kadar bireye özgü olan bir gerçekliktir. Nedensel ilişkiler bellek ve çağrışımlar yoluyla istemsizce kurulabilir; öyle ki bir insan aldığı bir tat veya bir koku ile kendi belleğinde çocukluğuna gidebilir. Gündelik hayatımızda genellikle bölünmüş bir zamansallık kavrayışını; algılar, hayaller ve karşılaştırmalar yoluyla ortaya koyarız. Oysa atölyesinde mercekler yontan Spinoza, yalnızca sonsuzluğun merceğiyle dünyaya bakmakla kalmaz, baktığı geçici dünyanın ardında yatan ebediyeti görür.

Not: Bu yazı yazarın Felsefe Arkivi dergisinde (59, s. 20-32) yayımlanan “Spinoza ve Zamanın Gerçekliği” başlıklı makalesi temel alınarak yazılmıştır.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...