Sanayileşme, kentleşme ve yaşamın dönüşümü
Sanayileşmeyi yaşayan ilk nesillerin travmatize olduğu açık. Modernleşmenin de tek bir okuması yok. Aslında her şey tam olarak Charles Dickens’ın yazdığı gibi değil mi? “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü hem akıl çağıydı hem aptallık hem inanç devriydi hem de kuşku…”
“Connie, bir dükkânda ya da fabrikada iş bulacak. (...) Belki sonra kendisinin de bir dükkânı olur. Ara sıra sinemaya gideceğiz. (…) Bir otomobilimiz olur, küçük bir otomobil. (…) Şehirde yaşayacağız. (…). Bir de elektrikli ütüm olur”. John Steinbeck’in kahramanlarından biri söyler bu cümleleri Gazap Üzümleri kitabında. Şehirleşmenin, sanayileşmenin getirdiği masum hayallerdir bunlar. Ancak bu hayaller herkes için gerçek olmazlar. Mesela Charles Dickens için “Kentte durmadan çalışan fabrikalar, bir de ölüm var”dır. Maxim Gorki de “Hayat çok değişti, korkular da başka artık” demektedir. Dolayısıyla sanayileşme ve kentleşme, bakıldığı yere göre değişiklik gösteren anlamlarla doludur.
Her şey, makinelerin insan hayatının vazgeçilmez bir parçası olması ve şehirleşmenin büyük bir hızla köyleri yok etmeye başlamasıyla ortaya çıkar. Bu durumun ilk örnekleri, Napolyon savaşları dönemine aittir. Napolyon’a karşı savaşmak için İngiliz köylülerinin orduya katılması, toprağı ekip biçecek insan gücünün eksilmesine neden olur ve bu yüzden de yetkililer İsviçre’den büyük harman makineleri getirtir. Savaş sonrasında evlerine dönen köylüler, çiftliklerde iş bulamazlar. Çünkü artık onlara ihtiyaç kalmaz. Harman makinelerinin yakılıp parçalandığı belki de ilk makine-köylü savaşını başlatan ve Kaptan Swing İsyanı adı verilen bu hareket, ele başlarının Avustralya’ya sürülmesi ya da idam edilmesiyle son bulur.
Özgürleşme ve yabancılaşma
Sonraki yıllarda ortaya çıkan makineleşme hızı ise köylülerin başa çıkabileceği cinsten değildir. 19. yüzyılda fabrikaların şehir merkezlerine kurulmasıyla toprağını bırakmak zorunda kalan köylüler, artık şehirlere göç etmeye başlar. Öyle ki 1851 yılının İngiltere’sinde kent nüfusu artık kır nüfusunu geçer. Köyünde sessiz sakin yaşarken, kendi kendine yetebilirken, çevresindeki tüm yaşayanları tanırken artık tanımadığı insanların arasında, çamur içindeki şehirlerde yaşamaya başlarlar. Chopin 1831 yılında Paris’e geldiğinde şöyle yazar: “(Paris’te) istediğin her şeyi yapabilirsin, kimse seninle ilgilenmez, dönüp bakmaz. Çünkü senin gibi binlercesi de kendi yoluna gidiyordur.” İşte bu “kendi yoluna gitme”, bireyi toplumsal baskılardan özgürleştirirken aynı zamanda yabancılaşmayı da beraberinde getirir.
Şehirlerdeki bu insanlar; evlerine, işlerine, komşularına ve çevreye yabancılaşmaya başlamışlardır. Nitekim Karl Marx da bu yabancılaşmanın üretim kısmına değinerek, üretimin birimlere ayrılmasıyla birlikte insanların ürettiklerine yabancılaştığından ve bunun getirdiği mutsuzluk duygusundan bahseder.
Şehirler, köylerdeki yeşil doğaya da hiç benzemez. Pencereden bakıldığında tarlalar ya da ağaçlar yerine binalar görünür. 19. yüzyılda İngiltere’nin kuzeyinde binlerce pamuk atölyesi vardır. Uzun bacalarından çıkan koyu dumanlar sokakları kirletir ve her yeri is yapar. John Ruskin, Britanya’daki gökyüzünün karardığından bahsederken William Blake, “dark satanic mills” olarak adlandırdığı fabrika bacalarını tasvir eder.
Şehirlerin kirli havası ve düzensizliği, pastoral yaşama duyulan özlemi ortaya çıkarır ve bir çeşit pastoral romantizmin doğmasına zemin hazırlar. Baudelaire ya da Paseao’nun yazılarında bu özlemi görmek mümkündür. Fakat ne yazık ki kırsalı özleyen insan, kırsala döndüğünde de artık mutlu değildir, bu defa da şehri özlemektedir.
İnsan, modern yaşama geçerken önceki düzene ait özelliklerini kaybeder
Şehirlerdeki yeni yaşam hiç de kolay değildir. Victor Considerant, 1834’te Fransa’daki tek göz evleri tasvir ederken bir odanın nasıl mutfak, yatak odası, kümes olarak kullanıldığından bahseder. Cam kullanımının bilinmediği koca eyaletler vardır, dolayısıyla gün ışığı sadece basık ve dar aralıklardan içeri girer.
Adolphe Blanqui de hayatlarında yatak çarşafı görmemiş veya hiç ayakkabı giymemiş adamların sayısının yüz binlerle; sudan başka bir şey içmeyen, çok az et yiyen ya da hiç yemeyen, beyaz ekmeği bile bilmeyenlerin sayısının ise milyonlarla ifade edilebileceğini söyler. Nitekim Emile Zola Germinal’de, John Steinback de Gazap Üzümleri kitabında bu sefaleti başarılı şekilde tasvir ederler. Sanatta da Gustave Courbet, Taş Kıranlar (1849) adlı tablosunda sefaleti ve adaletsizliği; Lautrec, La Mie Restoranı'nda (1891) adlı tablosuyla şehirlerin kötü yönlerini, serserileri, fahişeleri yansıtır.
Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı kitabında bahsettiği “insanın dönüşümü” başlamıştır. Kitabın kahramanı Gregor Samsa, bir haşereye dönüştüğünü fark ettiğinde, işine geç kalmış olmanın sıkıntısını hissetmektedir ki makineleşmiş insanın bir tasviri niteliğindeki bu dönüşüm, Samsa’nın tüm duygularını ve insansı özelliklerini kaybetmesiyle sona erer. İnsan, modern yaşama geçerken önceki düzene ait özelliklerini kaybeder.
Sanayileşme başlayana dek, insan için neredeyse her şey toprakla anlam kazanmaktadır. Fakat makineleşmeyle artık traktörler toprağı ezmeye başlamıştır. Steinback, Gazap Üzümleri adlı kitabında “Artık ürün yetiştiği ve hasat edildiği zaman, hiç kimse sıcak bir toprak parçasını eline alıp onu parmaklarından aşağı akıtmayacak” der. Marketten satın alınan ürünler, insana yabancılaşmıştır. Şöyle der: “Kimse ne tohuma elini sürecekti ne de büyüsün diye hırsla başında bekleyecekti. İnsanlar yetiştirmedikleri şeyleri yiyeceklerdi. Ekmekle aralarında bir ilişki kalmayacaktı. Toprak, demirin altında eziliyor ve demirin altında yavaş yavaş ölüyordu. Çünkü toprak artık ne seviliyor ne lanetleniyordu; artık ona ne dua eden ne de küfreden vardı.”
“Katı olan her şey buharlaşıyor”
Bir traktör ve atı karşılaştırarak geleneksel ve sanayileşmiş toplumları kıyaslamaya çalışan Steinbeck, bir traktör için gece ve gündüz farkının olmadığını belirtir. Bir at, işini bitirip de ahırına çekildiğinde, ahırda canlılık devam eder. Söylediğine göre ahırda bir yaşama sıcaklığı, yaşamanın ısısı ve kokusu vardır. Ama bir traktörün motoru durdu mu artık ölüdür. “Yaşama sıcaklığı bir cesetten nasıl kaybolup giderse, ondan da ısı öylece kaybolup gider.” Traktörün şoförü, günlerce traktörünün yanına uğramayabilir. Ancak atın yanına gidilmezse, at ölür. Dolayısıyla modern dönemde çalışmanın canlılarla ilişkili yanı kalmamıştır. Traktör şoföründe “anlayışı kıt, yaptığı işle ilgilenmeyen bir yabancının hor gören hâli” vardır. Sözlerini şöyle sürdürür: “Toprağın üzerinde ölü bir traktör süren makine-adam, bunu bilmez ve o toprağı sevmez; (...) evine gider; evi toprağın bir parçası değildir artık.”
Bir yanda gelişme ve ilerleme devam ederken; bir yanda da insan ruhunda huzursuzluk sürer. Sanayileşmenin neden olduğu değişimi anlamlandırma çabalarını Dostoyevski, Nietzsche, Schopenhauer, Heidegger gibi düşünürlerin metinlerinde görmek mümkündür. Bu bağlamda, geleceğe ilişkin kötümserliği ifade eden kulturpessimissus’un (kültürel karamsarlık), 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da yaygınlaşması da şaşırtıcı olmasa gerek. Marx ve Engels’in “Katı olan her şey buharlaşıyor” dediği bu dönemde, tüm değerler değersizleşir. Bilimsel bilgi artmakta, insana fayda sağlamakta; fakat aynı zamanda tüm inanışlar ve değerler de ölmektedir. Bu ortamda Nietzche’nin “Tanrı öldü” sözünü yadırgamamak gerekir ki Nietzche dahi “sinir ve düşünme güçlerinin aşırı uyarılmasının genel bir tehlike” olduğunu söyler. 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan Dadaizm, ekspresyonizm, fütürizm gibi sanatsal ifadelerin de bu huzursuzluğun bir parçası olduğu açıktır. Nitekim Edward Munch’un Çığlık (1893) adlı eseri de yine dönemin bunalımlı atmosferiyle yorumlanabilir.
Kent, insanları değiştirir
Yaşanan huzursuzluk, entelektüel çevrelerde hayatın anlamı arayışına yönelirken halkta farklı karşılıklar bulur. Bambaşka bir mekânda alışık olmadıkları şekilde yaşamaya başlayan halkın psikolojisi ve istekleri de farklılaşmaya başlamıştır. Örneğin insanlar, fabrikada çalıştığı saatler dışındaki zamanlarda şehirde vakit geçirecekleri mekânlar olsun ister. Zira evler, içlerinde uzun süre durulamayacak kadar küçük, pis ve iç karartıcıdır. Tiyatrolar, kafeler açılır. Kafe kültürü doğar. Parklarda gezinti yapmak, vitrinlere bakmak, gösteriler izlemek önemli sosyal aktiviteler hâline gelir. Hatta bu aktivitelerin belki de en ilginçlerinden birinin Paris’te bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır: Paris morgunu ziyaret ederek ölüleri görmek, onlar hakkında hikâyeler dinlemek. Bu morg ziyaretleri ile ilgili ayrıntıları, Emile Zola’nın Theresa Raquin adlı kitabında görmek mümkündür. Frankenstein, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi gotik hikâyeler, Sherlock Holmes gibi polisiye kitaplar cinayeti bir eğlence aracına dönüşmüştür.
Bundan başka, ailedeki tüm bireyler kendilerine ait bir oda isterler. Tek başına uyumak, kitabını veya gazetesini okumak, dilediğince tüketmek, canı kimi istiyorsa onunla dostluk etmek veya onu sevmek ister. Kent, insanları değiştirmiştir. Maddi durumu daha iyi olan ailelerde artık kardeşlerle değil, tek başına kendi yatağında uyuyan çocuğun uyuma ve uyanma koşulları da farklılaşmış; bir oyuncakla uyuma geleneği başlamıştır. Herkesin kendi odası olmasıyla bireysellik yükselmiş, hatta evcil hayvanlar dahi artık birer isim almıştır.
Sanayileşme ile birlikte şehirleşme, sanattan yemek alışkanlıklarına kadar insan yaşamını tamamen değiştirmiştir. Yeni yaşamın alışkanlıkları, iş hayatını merkeze alarak şekillenmektedir. Dolayısıyla Paul Lafargue’nin, bu düzeni eleştirerek “çalışma dini”nin ortaya çıktığını söylemesi ve şehirlerin birer ıslahevi hâline geldiğinden şikâyet etmesi şaşırtıcı değildir.
Kendi içerisinde hem olumlu hem de olumsuz birçok özellik barındıran sanayileşmenin -ya da daha kapsamlı düşünüldüğünde modernleşmenin- bir çelişkiler yumağı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İnsana görece “ilerleme/gelişme” sağlarken aynı zamanda onu toprağından koparmış, yalnızlaştırmıştır. Bugün için anlaşılır olmayabilir ancak dönemin insan-doğa ilişkisi açısından bakıldığında, sanayileşmeyi yaşayan ilk nesillerin travmatize olduğu açıktır. Dolayısıyla modernleşmenin tek bir okuması yoktur. Aslında her şey tam olarak Charles Dickens’ın yazdığı gibidir: “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku…”
Kaynaklar
Aksakal, H. (2023). Huzursuz Modernite. İstanbul: Beyoğlu Kitabevi.
Büke, Aydın (2018). Chopin. İstanbul: Can Sanat Yayınları.
Corbain, A. (2021). Kulisler. Georges Duby ve Philippe Aries (Ed) İçinde Özel Hayatın Tarihi 4. İstanbul: Alfa Yayınları.
Dickens, C. (2009). Zor Zamanlar. İstanbul: Oda Yayınları.
Gorki, M. (2019). Ana. İstanbul: Can Yayınları.
Lafargue, P. (2020). Tembellik Hakkı. İstanbul: İş Bankası Yayınları
Marx, K. ve Engels, F. (1998). Komünist Manifesto. İstanbul: Yordam Kitap.
Nietzche, F. (2012). İnsanca, Pek İnsanca. İstanbul: İş Bankası Yayınları.
Roger-Henri Guerrand ve Mutena Bina (2021). Georges Duby ve Philippe Aries (Ed) İçinde Özel Hayatın Tarihi 4. İstanbul: Alfa Yayınları
Wilkinson, P. (2004). 50 Mimarlık Fikri. İstanbul: Domingo Yayınları.
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.