18 July 2024

Rusya-Batı hesaplaşması Üçüncü Dünya Savaşı’na yol açar mı?

Ukrayna-Rusya Savaşı’nın akabinde dünya gündemine taşınan Üçüncü Dünya Savaşı tartışmalarının temellerinde neler yatıyor?

Üçüncü Dünya Savaşı’nın aslında büyük güçlerin vekil aktörleri tarafından yürütüldüğü düşüncesi yaygın bir yaklaşım olarak karşımıza çıkıyor. Bu süreci “Soğuk Üçüncü Savaş” olarak da tanımlayanlar da var. Büyük güçlerin doğrudan veya dolaylı olarak müdahil oldukları bölgesel çatışmalar esasında Üçüncü Dünya Savaşı’nın mevcudiyetine işaret ediyor. Bu noktada özellikle Birleşmiş Milletler (BM) gibi İkinci Dünya Savaşı sonucu ortaya çıkan uluslararası kuruluşların erozyona uğraması ve etkinliğini kaybetmesi birçok riski barındırıyor. Üstelik sadece BM değil, aynı zamanda 1945 sonrası teşekkül eden ekonomik, siyasi ve beşerî müesses nizamın hızlı bir şekilde erozyona uğradığını gözlemlemek de mümkün.

Erozyona uğrayan ve eskiyen uluslararası sistemin güncellenmesi için uygun koşulların oluşması gerekiyor. Bu bağlamda aslında uluslararası sistemde bir geçiş süreci yaşandığını söylemek mümkün. Bu geçiş sürecinde büyük güçler, doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınıyorlar. Bunun yerine vekâlet savaşları aracılığıyla stratejik yıpratma yolunu tercih ediyorlar. Bugün Ukrayna, Orta Doğu ve Pasifik’teki jeopolitik bilek güreşi, söz konusu stratejik yıpratmanın boyutlarını gözler önüne seriyor. Dolayısıyla Üçüncü Dünya Savaşı riski hiç olmadığı kadar yüksek.

Bu noktada temel caydırıcı unsur olan nükleer dengenin hâlâ geçerliliğini koruduğunu vurgulamak gerekiyor. Nükleer denge büyük güçlerin bir şekilde doğrudan karşı karşıya gelmesinin önünde engel teşkil ediyor. Bir diğer önemli denge unsuru ise küreselleşmenin de etkisiyle kendini gösteren karşılıklı bağımlılık. Nükleer denge kadar caydırıcılık ihtiva etmese de karşılıklı bağımlılık bir şekilde dengeleyici bir rol oynuyor.

Rusya-Batı gerilimi: Tarihsel arka plan

Rusya, tarih boyu kendini özgün bir medeniyet olarak tanımlayan bir devlet. Bu özgünlük Rusya’nın ne Batı’ya ne de Doğu’ya ait olduğu varsayımına dayanıyor. Mamafih Rusya 1917 Devrimi’ne kadar esasında Batı yarımküresinin önemli bir parçası olarak varlığını pekiştirmişti. Doğu’ya doğru genişleme sürecinde bir Avrupalı aktör olarak davranmış ve algılanmıştı. 1917 Devrimi bu noktada bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü Çarlık Rusya’sından farklı olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ideolojik ve özellikle iktisadi olarak farklı bir yere konumlandırmıştı. Bu konumlandırma, Rus jeopolitiği ile Batı jeopolitiği arasındaki dikotominin sınırlarını belirlemişti.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan çift kutuplu uluslararası sistemde SSCB ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasındaki siyasi, ekonomik, ideolojik ve sosyo-kültürel rekabet, dünya tarihinin gidişatını önemli ölçüde etkileyecekti. Soğuk Savaş olarak kavramsallaştırılan bu dönemde taraflar arasında göreceli bir istikrar sağlanmıştı. Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni düzende Rusya’nın sahip olduğu sınırsız kaynaklara erişim, Batı’nın temel önceliği hâline geldi. Bu çerçevede Rusya’ya Batılı kurumlara entegre olması bile dayatılacaktı. Boris Yeltsin döneminde Rus dış politikası Batı’yla iyi ilişkilere sahip olmayı tercih etmişti. Şüphesiz Rusya’nın içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik buhran bu tercihin şekillenmesinde belirleyici rol oynayacaktı. Rus liberal-milliyetçi ekole ait olan Yeltsin, Rusya’nın toparlanma sürecinde Batı ile iyi ilişkilere gereksinim duymuştu. Fakat bu dönemde Batı’nın askerî ve iktisadi genişlemesi hız kazanmış; sadece Avrupa’da değil, aynı zamanda Rusya’nın yakın çevresine yönelik jeopolitik ve jeostratejik etkisi artmıştı. Özellikle Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) doğuya doğru genişlemesi Rusya’nın stratejik etkinliğinin azalmasına zemin hazırlayacaktı.

Putin faktörü

2000’de Vladimir Putin’in Devlet Başkanlığı’na seçilmesiyle birlikte Rus stratejisinde köklü bir değişim yaşandı. Söz konusu değişim Rusya ve Batı arasındaki gerilimi yeni bir safhaya taşıdı. Bu dönemin karakteristik özelliklerinden biri jeopolitik ve jeostratejik kırılmaların su yüzüne çıkmasıydı. Bu çerçevede Soğuk Savaş sonrası meydana çıkan ABD merkezli tek taraflılığın neden olduğu jeopolitik kırılmalar daha net bir biçimde görünmekteydi. ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri ve bu işgaller sonrası ortaya çıkan sorunlar, jeopolitik türbülansın meydana çıkmasına zemin hazırlayacaktı. Söz konusu türbülans, uluslararası sistemin yeniden yapılandırılmasına yönelik tartışmaları beraberinde getirmişti. Putin’in 2007’de Münih Güvenlik Konferansı’nda dile getirdiği tek kutupluluk eleştirisi bu bağlamda önemliydi. Putin, tek kutupluluğun işlevsizliğine dikkat çekmiş ve yeni güç merkezlerinin yükselişinin önlenemez olduğuna kanaat getirmişti. Yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasının bir sonucu olarak çok kutupluluğa işaret edecekti.

Bu süreçte Rusya ve Batı arasındaki gerilimi artıran temel konu ise NATO genişlemesi oldu. Rusya, NATO’nun doğuya doğru genişlemesini provakatif ve karşılıklı güveni zedeleyen bir eylem biçimi olarak tanımlamaktaydı.

Gerilim tırmanıyor 

Tarihsel Rus stratejisinin en önemli parçası olan Ukrayna’da yaşananlar ve özellikle 2014’teki Maydan olayları Rusya ve Batı arasındaki gerginliğin had safhaya ulaşmasına neden olmuştu. Ukrayna’da Batı tahakkümünün artması, Rusya açısından birincil güvenlik meselesi hâline gelecekti. Kırım’ın ilhakı sonrası ise Rusya ve Batı arasındaki gerginlik yeni boyuta taşındı. 2022’den itibaren Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırılarıyla birlikte Üçüncü Dünya Savaşı söylemi daha fazla kendine yer edinemeye başladı. Daha önce yaşanan iki dünya savaşı Avrupa merkezliydi. Bu bağlamda Ukrayna’da Batı ve Rusya arasındaki jeopolitik gerginliğin bir büyük savaşa dönüşme ihtimali her zaman vardır. Batılı ülkeler siyasi, askerî ve ekonomik olarak Rusya-Ukrayna Savaşı’nın tarafı konumundalar. Bu durum Rusya ve Batı arasındaki jeopolitik çekişmeyi daha öngörülemez bir seviyeye taşıma potansiyeli ihtiva ediyor.  

Rus-Alman ilişkileri yara alıyor

Her ne kadar Ukrayna’daki jeopolitik mücadele ABD ve Avrupa Birliği (AB) arasındaki konsolidasyonu artırsa da orta ve uzun vadede bu konsolidasyonun sürdürülebilirliği konusunda kuşkular mevcut.  Ukrayna Savaşı, Avrupa Birliği’nin (AB) pragmatik politikalar üretmesinin önünde ciddi bir engel olarak ele alınabilir. Çünkü enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan Almanya gibi başat aktörlerin Rusya ile stratejik ilişki kurmaları kaçınılmaz görünüyor. Scholz yönetimi, ABD ve İngiltere’nin jeopolitik ve jeostratejik planlamasının bir parçası hâlindedir. Bu durum Almanya’nın daha pragmatik bir politika izlemesini engelliyor. Kuzey Akımı-2 boru hattının patlatılmasına yönelik Alman yönetiminin sergilediği tutum, Rus-Alman ilişkilerinin yara almasına neden oldu. 

Bu iki devlet, Soğuk Savaş sonrası pragmatik ölçütler çerçevesinde stratejik ilişkilerini oldukça geliştirdiler. Fakat Rusya-Ukrayna Savaşı’na yönelik tutum bu stratejik yakınlaşmayı sekteye uğrattı. Rusya, AB’nin başat gücü olan Almanya’nın pragmatizmden uzak yaklaşımını bir tehdit unsuru olarak ele alıyor. Bu husus Kremlin’in Almanya’ya yönelik tepkisinin temel nedenlerinden biri olarak öne çıkıyor.

Sonuç olarak, Rusya ve Batı arasındaki hesaplaşmanın bir Üçüncü Dünya Savaşı’na yol açması ihtimali günümüz koşullarında oldukça düşük. Bunun temel nedeni, büyük güçler arasındaki kontrollü gerginlik mekanizmasının hâlâ işlevselliğini koruması. Ayrıca nükleer denge, Çin’in uluslararası politikada giderek pekişen varlığı ve aynı zamanda dünyadaki yükselen güç merkezlerinin çeşitliliği savaş ihtimalini en azından kısa ve orta vadede azaltıyor.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...