
Rengimiz masumdur
Merak mı, yoksa örtmeye çalıştığımız önyargı mı “farklı” olarak tanımladığımız insanlara karşı davranışlarımızı şekillendiriyor? Hâlbuki var olanın tabiatına saygı, tüm bu ikiliklerden üstün değil mi? Masum olan renklerimiz, farklılıklarımız. Cürüm ise tahakkümün arkasına gizli.
Bir kere söylendiğinde susmaktan daha ağır basan sözler vardır. Ve bunların arasında bakışlarla yapılan sessiz yargılamalar da bulunur; koyu tenli kişilerde biraz fazla uzun süre kalan, sanki siyah beyaz yazılmış bir şeyi okumaya çalışan bakışlar... Oysa rengimiz masumdur; bir insanın hayallerini, hırslarını veya değerini belirleyen melanin değildir. Peki bu hayallerin, kökleşmiş önyargılar yüzünden görünmez hâle gelerek engellendiğini kaç kez gördük?
İstanbul'un Kadıköy semtindeki çarşı, her zamanki gibi kalabalık. Tezgâhlar rengarenk meyvelerle dolup taşıyor, restoran önlerinde duran esnaflar günlük menüleriyle yoldan geçenlere sesleniyorlar, ben de buranın enerjisine kapılıp dolaşıyorum. Bir adam gülümseyerek bana sesleniyor: “Afrika?” Sesinde kötü niyet yok, sadece merak var. Bir de “Afrika?” demesinden benimle hangi dilde konuşmaya çalıştığını çıkaramadım. Lakin zannedersem, Türkçe bilmediğimi sanarak kendince İngilizce konuşmaya çalışmış olmalı ki takılınca devam ettiremedi. Oysa, ne sormaya çalıştığına bakmaksızın şu basit soru ("Afrika?") algı ve yargıların bütün bir sistemini özetler. Bu ve benzer pek çok durum, kendime sık sık şu soruyu sormaya zorladı: “Bu merak bazen neden bu kadar önyargıyla karışıyor? Neden masum, doğal rengimiz, tanımlanmamızı sağlayan bir filtreye dönüşüyor?”
Hassas bir dengede, etiketle yürümek
Başka birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de insanların algılanması ve kimliklendirilmesinde ten renginin rol oynadığı durumlarla karşılaşılabilir. Bu sebeple ulusal kimliğin güçlü bir şekilde belirginleştiği bir ülkede Afrikalı olmak, çoğu zaman kültürel yanlış anlamaların ve önyargıların yükünü omuzda taşımak anlamına geliyor. Bu gönüllü bir hareket değil, hatta hiçbir şey söylemeden, üzerinize yapışan bir etiket. Yani bir Afrikalı olarak Türkiye'de yaşamak, görünmez bir etiketle yürümek gibi...
Bir arkadaşım bir keresinde bana şaka yollu “Siyahi olmak, ‘Beni gözetle!’ yazan görünmez bir tabela takmak gibidir" demişti. Gülüştük… Fakat bu gülüş; sinirli, acı bir kahkahanın eseriydi. Çünkü içten içe biliyorduk; her dışarıya çıkışlarımız, kendimiz olmak ve başkalarına güven vermek arasındaki hassas bir dengeden ibarettir. Çok mu gülümsüyorsun? Deli sanılıyorsun. Çok ciddi misin? Tehlikelisin. Çok sessiz mi duruyorsun? Bu sefer de kibirli.
Fakat bir dükkâna girdiğinde ellerini cebine sokmamayı, çıkarken de her zaman fiş istemeyi, her kimlik kontrolüne karşı dikkatli olmayı öğrenerek büyüdüğünde bunun bir illüzyon olmadığını fark ediyorsun. Bu bir çıraklık; hayatta kalmaya verilen bir mücadele. Bunca haksızlığa sessiz kaldığın tüm zamanları yok sayıp bir kez olsun sesini çıkarmaya çalıştığında “Memnun değilsen defol git buradan!” minvalinde davranışlarla karşılaşıyorsun.
Sokakta yürürken insanların bakışları, bazen taşıdığımız kafaların ağırlığından daha ağır hissettiriyor. Başkalarının bize ilişkin algısı, görünmez ama her yerde mevcut bir etiket gibi üzerimize yapışıyor. Öyle ki bazen bu bakış ve arkasındaki algı sebebiyle kendimizden başka herkesin hakkımızda çok şey bildiği izlenimine kapılırız. Sanki hiç yaşamadığımız ve hakkında hiçbir şey bilmediğimiz hikâyeler bizimle yürüyormuş gibi... İşte böylelikle bazı bağlamlarda siyahi olmak; işlenmemiş bir suçtan, ifade edilmemiş bir niyetten, düşünülmemiş bir eylemden dolayı suçlu varsayılmak anlamına gelir.
Anekdotların haddi hesabı yok. Ödeme yaptığı banka kartının kendisine ait olduğunu kanıtlamak zorunda kalan arkadaştan tuttun, kendi paralarıyla daire tutamayanlara kadar... Taksicilerle olay desem, zaten İstanbul’da yaşamış herkesin başıma gelmiştir. Bu tür hadiseler neredeyse rutin hâle geldi. Ancak önemli bir şeyi ortaya koyuyorlar: Birçok kişi rengimizi çözülmesi gereken bir gizem olarak görüyor, bu farklılığa nasıl yaklaşacaklarını her zaman bilemiyorlar.
Bütün bunların sebebi de ortadadır. Türkiye'de Afrikalı kimliği; genellikle filmlerden, sansasyonel haberlerden ve hatta sınırlı kişisel deneyimlerden miras kalan stereotipler üzerinden algılanıyor. Yani çoğu zaman ısrarcı klişelerle beslenen çarpıtıcı bir prizma, biz konuşmadan önce bile önümüze geçer. Siyahi olmak, bazen kendinize rağmen bütün bir kıtanın elçisi olmak anlamına gelir. Nelson Mandela, manyok ve aslanlar gibi çeşitli konulardaki soruları yanıtlamayı gerektirir. Her hâliyle bu basitleştirilmiş Afrika algısı çarpıtıcı bir aynadır; çeşitliliğimizi, karmaşıklığımızı ya da başarılarımızı yansıtmayan bir ayna. Yine de her şeye rağmen, pes etmemekle birlikte, varlığımızı sonuna kadar sürdürüyoruz… Ta ki bazen basit bir bakış, önemsiz bir jest bize rengimizin bizden önce konuştuğunu hatırlatana kadar.
Çok da masum olmayan o soru: “Nerelisin?”
“Nerelisin?” Bazıları için masum bir soru olsa da bağlamına ve tonuna göre kulağa farklı gelebilir. Daha doğrusu, bazen gerçek bir şaşkınlığı gizler: “Bir Afrikalı nasıl bu kadar iyi eğitimli, çok dilli veya alanında yetkin olabilir?” Bu şaşkınlık yanlış bir olaya işaret ediyor; derimizin renginin potansiyelimizin bir sınırı olduğu inancına. Oysa rakamlar farklı bir hikâye anlatıyor. Afrikalı genç mezunların, girişimcilerin, yazarların ve sanatçıların sayısının giderek artması; engellerin DNA'mızda değil, bizi yargılayan gözlerde olduğunu gösteriyor. Bunun mantıklı bir sonucu olarak az da olsa topluma verebileceğimiz katkının potansiyelini değerlendirmek yerine "Bunlar neden buraya gelmektense kendi ülkelerini geliştirmiyorlar?" denilir. Soru ne kadar dürüst olsa da sıklıkla beraberinde başka şeyleri de getirir: Öğrenci ise “Devletimizin parasıyla okuyor”; öğrenci değil ise “Biz işsizken nasıl burada çalışıyorlar?” cümleleri dolaşır etrafta.
Kimi olaylarda bakışlar, yorumlar ve hatta masum sorular; her şeyden önce dış görünüşümüzle algılandığımızın sürekli hatırlatıcısı olabilir. “Türkçe biliyor musun?” sorusunu, eğer biliyorsak “Ama nasıl?” sorusu takip ediyor. Devam eden bin soruyla beraber gülümsüyoruz ve tekrar tekrar Afrika'nın bir ülke olmadığını, orada eğitimin var olduğunu ve hayır, tüm Afrikalıların savaştan veya yoksulluktan kaçmak için Türkiye'ye gelmediğini anlatıyoruz. Gerçi ne de olsa dünyanın herhangi bir yerinde keşfetme, çalışma, öğrenme ve katkıda bulunma hakkımız herkes kadar var. Hele ki biz “almak” için değil, kendimizi geliştirmek için geliyorsak; bazen varlığımızın karşılığında katkıda bulunmak sorumluluğunu da taşıyoruz. Böyle söyleyince bu sefer kızgınlıkla karşılanıyoruz: “Sen kimsin de bizim ekonomiye katkı sağlayacaksın! Varsa bir faydan git ülkene ver!”
Dolayısıyla eninde sonunda şöyle bir soruyla karşı karşıya kalınıyor: Neden her zaman güven vermek, açıklamak ve haklı çıkarmak zorundayız? Başkaları hataları ve eksiklikleriyle sadece insan olabilirken, kabul edilmek için neden mükemmel olmak zorundayız? Tamamen profesyonel bir bağlamda birkaç yıl önce bir mesai arkadaşımın bana şöyle dediğini hatırlıyorum: "İyi entegre olmuşsun, çaba gösterdiğini görebiliyoruz!” Kendime sordum: Ne için çaba? Kendim olmak için mi? Normal bir adam olmak için mi? Varlığıyla rahatsız etmeyen biri olmak için mi? Bu çok yorucu. Çünkü bu “iyi entegre” olmanın ardında örtük bir şey var: Ben “diğerleri” gibi değilim. Sanki normal olmak bir istisnaymış gibi.
Ama her şey o kadar da karanlık değil. Türkiye misafirperverliğin klişe değil, gerçek olduğu bir ülkedir. Tanıştığım Türklerin çoğu açık görüşlü, meraklı ve öğrenmeye istekli. Bazen uzunca ama nadiren kötü niyetle sorular sorarlar. Mahallemdeki bir esnaf, bana nereli olduğumu sorduktan sonra çay ikram etti ve Trabzon'daki çocukluğundan hikâyeler anlattı. Çocukken Afrika savanlarıyla ilgili belgeselleri hayranlıkla izlediğini ve bir gün Kenya'yı ziyaret etmeyi hayal ettiğini anlattı.
Trabzon’dan bahsederken de daha geçen günlerde hoş bir karşılaşma yaşadım. Bir şeyler almak için yol üstünde bir dükkâna girdiğimde, beni gördüğüne çok sevindiği her hâlinden belli olan bir adam heyecanla yanıma yaklaştı. Mekânın sahibiydi.
- “Nerelisiniz?”, diye sordu.
- “Togo" diye gülümseyerek cevap verdim.
Yüz ifadesi hemen değişti. Ülkeyi bilmediği anlaşılıyordu, ki bu şaşırtıcı değildi. Garip bir boşluğu önlemek için hemen ekledim: “Ama ben İstanbul'da yaşıyorum.”
Başını salladı ve devam etti:
- “Burada ne yapıyorsun?”
- “Üniversite okuyorum. Siyaset bilimi.”
- “Demek Türkiye siyaseti hakkında çok şey biliyorsun?”
Çok biliyor değilim ama takip ediyor olmama rağmen temkinli cevap vermeyi tercih ettim:
- “Pek değil, uluslararası siyaset okudum” dedim.
Bu onu ikna etmedi. İnceleyici bir bakışla sordu:
- “Peki, o zaman Atatürk’ün doğum yılını biliyor musun?”
Bu konuşmanın nereye varacağını biliyordum. Ama gerginliği arttırmak yerine basitçe cevap verdim: “Bilmiyorum.”
Yüzünün gerildiğini gördüm. Anlayamadığım birkaç şey mırıldandı ama en açık olanı hayal kırıklığıydı. Ortamı yumuşatmak için en azından “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olduğunu biliyorum” ekledim.
O ana kadar sessiz kalan başka bir kişi araya girerek “Madem Atatürk'ün doğum yılını bilmemesinden rahatsız oldun, Togo'nun nerede olduğunu söylesene!” deyince takip eden sessizlik, cevabını aratmadı. Böylece (o) tartışma sona erdi. Güzelce çayı içerek havadan sudan yaptığımız sohbet akabinde yoluma devam ettim. Bu anlar bize merakın ardında çoğu zaman samimi bir bağlanma arzusunun yattığını hatırlatır.
Her insan başka bir renk, başka bir hikâye
Peki ne yapılmalı? Cevap basit değil ancak bu olumsuz anlatıların yapısını bozmakla başlıyor. Kibirli bir şekilde değil, sabır ve azimle eğitmemiz gerekiyor. Medya bu görevde çok önemli bir rol oynuyor. Her makale, her program, her hikâye; klişeleri güçlendirebilir ya da yıkabilir. Çeşitlilik kılığına bürünmüş tekdüzeliğe değer veren bir dünyada, rengimiz bir yük olmamalıdır. Zira atalarımızın hikâyelerini, nesillerimizin umutlarını ve çocuklarımızın vaatlerini taşır.
Türkiye'deki benim gibi Afrikalı gençler, iki dünya arasında köprü görevi görüyorlar. Biz kültürler arasında geziniyor, kalıpları yıkıyoruz ve eylemlerimizle rengimizin bir kimlikten çok daha fazlası olduğunu, bir güç olduğunu kanıtlama peşindeyiz.
Bizim rengimiz masumdur. Hiçbir suçu, suçluluğu, zaafı yoktur. Dayanıklılık, umut ve çeşitlilik hikâyelerini anlatan zengin ve canlı bir palettir. Türkiye'de de başka yerlerde olduğu gibi, görünüşün ötesine ve aslında masaya ne getirildiğine bakmanın zamanı geldi: Fikirler, hayaller ve sarsılmaz kararlılık.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.