07 June 2024

Profesyonel: Luka’ya göre “acıklı komedi”

Bir hegemonya mücadelesi, tiyatral bir izlekte nasıl anlatılır? Entelektüel ile devletin görünen yüzü polisin karşılaşmasına; çatışma alanlarının hegemonya mücadelesinin ötesinde bir etkileşim biçimine dönüşebilmesine Profesyonel oyunuyla şahit oluyoruz.

90’lı yıllarda yazılan acıklı bir komedi… Tito ile Miloseviç arasında dönüşen siyasi alanın Yugoslavya’da yaşattığı etki ve ideolojik çatışmalar Duşan Koveçevic’in kurgusuyla öyle incelikli işleniyor ki Profesyonel oyununda; farklı kutupları, rejimleri, aktörleri aynı odada görebiliyoruz. Bu oda belki de bir hesaplaşma, bir yüzleşme ya da barışma, uzlaşma hâlinin yansıması… Aydın ile devlet arasındaki hegemonya mücadelesini izleyebileceğimiz bir alan tanıyor oyun. Nitekim devletin izleme, denetleme ve yönetme dinamikleri, halk ile devletin ideolojisi arasında organik veya inorganik bağ kuran entelektüelin edindiği reaksiyon biçimleri; bir “acıklı komedi” içinde veriliyor. Mizah burada sadece eleştirelliği sunma biçimi olarak karşımıza çıkmıyor; farklı ideolojileri, toplumsal tabakaları bir ortaklık inşasıyla oluşturulan kahkaha unsuru sayesinde birlikteliğe davet ediyor. Devletin değişen aygıtları, yönetim biçimi ve hâkim düşüncesi; aktörleri de vatandaşları da yepyeni bir oluşuma götürürken aslında kimliklerin değişken yapısı bireyleri aynı endişeyle, korkuyla baş başa bırakıyor. Yeni eskiden, eski de yeniden kaygılanıyor. Bu kaygıyı yok eden ise birlikte yaşama tecrübesinden kaynaklı aşinalık. Aynı trende yolculuk etmenin, aynı sokaklarda yürümenin, aynı kültürün parçası olmanın getirdiği aşinalık bu. Aynı vatanın yurttaşları olarak…

Her şeyi değiştiren o kişi

Teodor Kray -annesinin seslendiği ismiyle Teya- Felsefe Fakültesi’nde akademisyenlik yapmış, kırklı yaşlarda bir yazar, Tito döneminin muhalif entelektüellerinden biridir. Yakın zamanda bir yayınevine genel yayın yönetmeni olarak atanır. Daha önce iki kitap yazmış olmasına rağmen yeniden üretememenin hayıflanmasını yaşıyordur. Yayınevine gelen telefonlar, görüşmek isteyen yazarlar, batmak üzere bir yayınevi onu beklemektedir. Yugoslavya’da da yeni bir dönem açılmıştır, Tito’nun ölümünün ardından Miloseviç yönetimdedir artık. Fakat eski yönetimin sesleri, her daim kendini hatırlatır. Teodor’un görev yaptığı yayınevi, devletle benzer bir hâldedir. Yayınevinde yan odada, yüksek sesle çaldığı müzikle kendini belli eden eski genel yayın yönetmeninin süregelen varlığı hatırlatıcı rol üstlenir. Teodor’un doğum gününü kutlama bahanesiyle onunla alay eder gibidir; odadan yükselen müzikler Teodor’un memleketine ait melodilerdir. Evet, Teya bunu bir küçümseme gibi algılar ama kimliğe yönelik vurgu iki dönemin siyasetine de işaret eder gibidir. Eski yönetimin hatırlatıcı sesi, yeniyi rahatsız eder.

Teodor için gün oldukça gergin başlar bu yüzden. Yan odadan duyulan müzik seslerine ek olarak susmak bilmeyen bir telefon zili çılgına çevirir onu. Kitabı öncesinde reddedilmiş bir yazarın, sinirli talepleri Teodor’u da aynı tona yönlendirir. Sekreteri Marta’nın getirdiği ziyaretçi haberi, hayatını nasıl etkileyeceğini bilmeksizin daha da rahatsız eder onu. Fakat ziyaretçisi, burada olmadığını bildiğini, yine de onunla görüşmeyi kabul edeceğini söyleyen biridir. Marta’nın Thedor için burada olmadığını söylemesi pek bir şeyi değiştirmemiş gibidir ve işin ilginç tarafı ondan Teya diye bahsetmiştir. Thedor’a bu isimle yalnız annesi seslenir. Bu yüzden uzaklardan gelen kişi, yeğen zannedilir (ki yeğen fikri, taşradaki memleketi çağrıştırdığı için Teya’ya utanç verir) ve içeriye merakla davet edilir. Fakat gelen ne bir yeğendir ne de bir yazar. Elinde bir evrak çantası ve eski, kocaman bir bavul vardır. Çok yakın bir dostun gözlerinde görülebilecek bir samimiyet vardır hâlinde. Bu kişi, onun geçmiş yaşamını da değiştirecek kişidir. Hiç görülmemiş bir yakın dost mudur, varlığı unutulmuş bir tanıdık mı, yoksa tamamen yabancı biri midir? Hitaplar sen ile siz arasında gidip gelir, yakınlığı ve uzaklığı birbirine geçmiş bir muhabbet kurulacaktır belli ki.

Farkında olmadan yazılan kitaplar…

Teya’ya dair bildiği detaylar doğrultusunda anımsanmamak bu kişiyi biraz kırmış olsa da kendini tanıtır: Luka… Luka Laban. Ardından evrak çantasından çıkardığı dört cilt kitabı Teya’nın önüne koyar. Acemice ciltlenmiş farklı renklerdeki kitapların başlıkları oldukça dikkat çekicidir: …Üzerine Söylevler, Yitirilmiş Anayurttan Öyküler, Kent Yaşamından Kısa Öyküler, Buluşmalar ve Söyleşiler’dir bunlar. “Bir de tiyatro oyunu var çantamda” der Luka. Adı da Acıklı Komedi’dir. Ama onu çıkarmaz hiç bulunduğu yerden. Teya samimi, biraz da komik bulduğu bu hâlle eğlenir gibidir. İçten içe gelen endişe onun rahatlamasına yine de engel olur. Kimdir bu adam? Ağız arar durur, işi doğrudan yazarlık olmadığı apaçıktır Luka’nın. Bu yüzden daha çok şaşırır, kendisi bunca sene sadece iki kitap yazabilmişken bu adam masasına dört kitap bırakmıştır. Bunu dile getirdiğinde Luka’dan aldığı cevapla her şey değişir, geçmiş şimdi onun için yeniden başlar. Çünkü Luka ona “Bu kitaplar benim değil, senin” der. On sekiz yıldır süren bir görevin edebî eserlere dönüşmüş biçimidir o kitaplar. Sözler Teya’ya aittir; unuttuğu anılarıdır hepsi, zihninden orada burada dökülen düşünceleridir. Polis emeklisi Luka’nın on sekiz yıldır yürüttüğü soruşturmanın neticesidir yani. Luka, ona asla hatırlamadığı sözlerini hediye eden kişi değildir yalnızca; hayatının belli dönemlerine eşlik edeni, gözetleyeni, düşmanı ve en yakınıdır. Teya, komünizm karşıtı beyanlarıyla Felsefe Fakültesi’nde konuşurken Tito yönetimince sakıncalı bulunur; gözlem altında tutulmak istenir, attığı her adım, söylediği her söz, içinde bulunduğu her ortam devletin polisi tarafından takip edilir, kayıt altına alınır. Luka da elindeki kasetle Teya’yı takip eden o polistir. Kayıtların deşifrelerini büroya teslim ederken bir nüshalarını kendine saklar. Sistem karşıtı olduğu için Teya’yı öldürmeyi düşünmesine rağmen hayatını da bir şekilde kurtaranın o olması; farkına varmadan gelişen bir bağı gösterir. Luka “Senin sayende çok şey öğrendim yaşamdan; sense kendi sayende neredeyse her şeyini yitirdin. Senden ne kurtarabildiysem bugün geri getirdim sana” der Teya’ya kitaplardan bahsederken.

Kanının son damlasına kadar komünist olan Luka, özgürlük naraları atan bu adama hem çok öfkelenir hem de bir baba şefkatiyle bakar ona. Kayıt deşifrelerini edebî bir dizaynla yeniden yaratan oğlu Miloş da Teya gibi muhaliftir çünkü, bu kitaplar bir bakıma oğlunun da eserleridir. Sonuçlarına kendi gibi oğlu da katlanmıştır; bundan dolayı Teya’yı, daha doğrusu Teya gibi düşünenleri suçlar. Edebiyat öğretmeni olan oğlu ders müfredatına ekler bu birkaç kitabı ve pek de iyi karşılanmaz bu durum, yurt dışına gitmek zorunda kalır. Oğluna duyduğu özlemi, yakında olacağı ameliyatın belirsiz sonucu, emekliye ayrılmasıyla biten görevi onu Teya’ya götürür. Bazen demir yolu görevlisi, bazen postacı, bazen gazete satıcısı olarak karşısına çıktığı Teya ise her şeyden habersizdir, anılarıyla yüzleştiren sadece ağzından çıkanlar da değildir üstelik.

Bir bavul dolusu an

Kitapların mahiyetiyle aynı bir de bavul vardır yere konulan. İçinde şemsiyelerin, şapkaların, eldivenlerin, paltoların ve çakmakların bulunduğu bir bavul. Lokantalardan, otellerden, barlardan, kahvelerden, tren ve otobüslerden toplanan bir sürü anı; Teya’nın anıları. Unutulmuş, bir yerlerde bırakılmış, düşürülmüş anlardır hepsi. Babadan yadigâr bir saat, dosta ait bir şapka, takasla alınan dürbün, annesinden gelen fakat kendisine ulaşamayan mektuplar ve yine annesinin elleriyle ördüğü bir çift eldiven sarsar Teya’yı. Hepsine ait hatıraları anlatır Luka. Babadan yadigâr saati geri verir, Teya Tito’nun resmini kaldırtmaları için bir lokantada tartışma çıkartmış ve mekân sahiplerinden bu yüzden dayak yerken düşürmüştür onu. Luka kurtarır Teya’yı onların elinden, düşen saati de saklar onun için. Oğlu Miloş’a bu saate benzer bir saat armağan eder gitmek üzereyken. İkisine ait hatıralar iç içe geçer.

Luka, bir postacı kılığındayken de Teya’nın annesiyle dert ortağı olur neredeyse. Onu tanıyalı beri yirmi altı kez adres değiştiren Teya’ya mektupları teslim etmek mümkün olmayınca mektupları da biriktirmiştir. Anneye duyulan hasretin acısını daha da körükler bu mektuplar, Teya annesine ait cümleleri okurken yüreği titrer. Elinde eldivenler, başında şapka, boynunda dürbünle bakakalır bavula. Luka bir oyuncak köpeği de iliştirmiştir oraya. Teya’nın oğlu için aldığı oyuncak köpek, on yıl önce Yazarlar Kulubü’nde unutulmuştur bu sefer. Yine bavuldan çıkan çerçeveli fotoğrafı göğsüne yaslar. Oğlunun üvey babasıyla geçirdiği vakitleri Luka’dan dinler, hayatının bilinen ve bilinmeyen veçheleri onun dilinden anlatılır.

Gün doğumu bizi aydınlata kadar…

Tüm bu anılar etrafa saçılırken sahnenin başında telefonu meşgul eden yazar, ahizenin görünmeyen kısmındaki sinirliliği katlayarak yayınevine gelir. Marta’nın uyarıları işe yaramaz, bir kaçık gibi basar Teya’nın ofisini. Orada olduğunu iddia ettiği kitabının hesabını sorar, ortalığı birbirine katıp kitabını arar. Anıların üzerine basar, on sekiz yıl boyunca Teya’nın fark etmeden yazdığı kitapları savurur. Luka’yı tanıyana kadar umurunda olmaz uyarılar, zaten karşılaştıklarında da son bulur bu curcuna. Kaçıktan hallice yazar, emekli polise boyun eğer; başka bir tuhaf karşılaşma yaşanmıştır ve emre itaat ederek ayrılır oradan. Yaşanan her şey çok gariptir, karşılaşmalar iki ayrı yönetimin aktörleri arasında yaşanır. Polis ile sakıncalı bulunan iki ayrı yazar: biri her daim tehlikeliyken diğeriyle uzlaşma zor da olsa mümkündür.

Emekliye ayrılıp taksicilik yapmaya başlayan Luka’nın polis refleksleri hâlâ belli ki yerli yerindedir. Aşkla bağlı olduğu mesleğinden uzaklaştırılması fazlasıyla kırmıştır onu, onurunu incitmiştir. Miloseviç yönetimini Teya üzerinden suçlar: “Sizinkiler, bugün iktidarda olanlar. Yeniler. Uyanıklar, günahsızlar” diye başlar: “Benden yalnızca alıyorlar, soyup soğana çeviriyorlar beni. İşimi de elimden aldılar, saygınlığımı da. Onurumu, sağlığımı ve oğlumu çaldılar benden. Otuz yıl köpek gibi çalışarak elde ettiğim her şeyi aldılar elimden. Bir gecede her şeyimi aldılar.” Sistemin, siyasal düzenin yeni düşmanı artık Luka’dır.

İktidar mekanizmasının egemenleri değiştikçe aydınların da sıradan vatandaşların da devlet aygıtlarının da konumları yeniden tanımlanır çünkü. Çatışma, Simmel’in dediği gibi aslında bir etkileşim biçimidir bu noktadan bakıldığında. Aktörlerin yerleri değişse bile “öteki” ve “biz” içindekiler, bu çatışma üzerinden tanır birbirini. Luka ile Teya’yı da ilk çatışma tanıştırır, ardındaysa büyük bir muhabbet doğar, birbirlerine hikâye bırakırlar. Luka oradan ayrılırken “İşte, kitapların da şuracıkta, dramın da…” der kitapları göstererek. Masadaki kitaplardan haberdarızdır da tiyatro oyununu göremeyiz bir türlü biz de. Teya gibi dramın akıbetini merak ederiz; şimdi, anın içinde yazılan bir oyundan bahsedilmektedir oysa. Luka evrak çantasından çıkardığı ses kayıt cihazını tam bir “profesyonel” bakışla Teya’ya uzatıp “Kayıt sürüyor, ben gittikten sonra bandı geri sarar, yazı makinene bir kâğıt takıp yazarsın” diyerek tiyatro oyunun yazım metodunu öğretir ona. Bir öğütte de bulunur: “Sahici bir profesyonel gibi davran, benim bir zamanlar olduğum gibi… Parantez içlerini de eklersin.”

Teya, Luka ile vedalaşmasının ardından kendisine verilen bu anıyı, tüm olan biteni, okuduğumuz ve izlediğimiz bu tiyatro oyununu yazmaya başlar parantez içlerini de ekleyerek. Oyun, bizim okuma ve izleme edimimizle yeniden yazılır yıllar boyunca. Acıklı Komedi her seferinde bizimle birlikte tamamlanır. Geçmiş, birinin gelişiyle baştan aşağıya değişir.

Devlet Tiyatroları’nın kapalı gişe oyunu

2010’dan bu yana Devlet Tiyatroları’nda kapalı gişe oynuyor Profesyonel. Oyunun çevirisini Başar Sabuncu ve Bilge Emin yapmış ve Mitos Boyut’ta da yayımlanmış. Işıl Kasapoğlu’nun yönetmenliğinde ise sahnelerde usta oyuncularla temsil ediliyor. Teodor Kray’ı Yekin Dikinciler, Luka Laban’ı ise Bülent Emin Yarar canlandırıyor. Senelerdir birlikte oynamanın getirdiği dostluk; diyaloglarında, atışmalarında hissediliyor. Yetkin Dikinciler, oyun metnindeki parantez içlerini seyirciyle doğrudan iletişimle interaktif bir şekilde aktarıyor bize. Teya’yı onunla tanıyoruz; şaşkınlığını, endişesini, kızgınlığını, neşesini izliyoruz metindeki tahayyülümüzden pek de farkı olmaksızın. Yan odadan gelen müzik seslerinin öfkelendirmesine rağmen memleket hasretiyle içini zaman zaman nasıl hoşlukla kapladığını, bavuldan çıkartılan kendisine ve sevdiklerine ait eşyalarla duygulanışını, hüznünü, sevincini tüm gerçekliğiyle gözlemleyebiliyoruz. Teya’nın düşüncelerini, savunduğu ve şüphe duyduğu konumunu, belki de bıkkınlığını yansıtıyor Dikinciler. Luka’yı da onun gözünden değerlendiriyoruz. Kapıdan girer girmez Luka’nın o dostane bakışları, içtenliği Bülent Emin Yarar’da bulabilmek ise oyunun zevkini ikiye katlıyor. Her ne kadar ana karakter Teya gibi dursa da hikâyenin yaratıcı figürü Luka. Bu yüzden karakterin Teya kadar, bizde bırakacağı etki de benzersiz oluyor. On sekiz yıllık bir görevin ardındaki sevgiyi, dostluğu, fedakârlığı, emeği Yarar’ın jest ve mimiklerinde, gülüşünde, gözlerinden süzülen yaşlarda, bakışlarında âdeta biz de yaşıyoruz.

Sahneye oldukça yakın bir yerde koltuk bulmanın büyük mutluluğuyla, heyecanıyla izledim oyunu. Senelerce beklediğim ana kavuşmanın keyfiyle çantamdaki oyun metninden okur gibi takip ettim olan biteni. Sahnenin ucuna oturan usta oyuncuların temsil gösterdikleri alanın doğrudan içerisinde hissedebilmek, paha biçilemezdi. Bu, tiyatronun seyirciye bıraktığı kendine has açıklığı olsa gerek. Dekor; benim de başka bir yerde, başka bir zaman diliminde bulunduğum bir editör ofisiydi sanki. Kitap dosyalarının dağınık bir hâlde durduğu masa, kitaplık ve bir yazı makinesi (orada daktilo, bende bilgisayar)… Yazarlardan gelen ısrarlı telefonlar, yayınevinin beklentileri, yazmak istenilip yazılamayan kitaplar… Teya ile özdeşlik kurmamın sebebi belki de bu aşinalık. Hayatımda Luka gibi beni adım adım izleyen birinin varlığından henüz haberdar değilim tabii. Ben hayranlıkla izlerken bu tek perdelik oyun; aksamadan, bizi -yani seyirciyi- koparmadan, tek solukta ustalıkla nihayete erdirildi. Sahneye tüm oyuncular (Marta rolüyle Gülen Çehreli ve kaçık yazarı oynayan Cenap Oğuz da dâhil olmak üzere) selamlamak için çıktığındaysa salondaki alkışlar susmak bilmedi. 2010’da Bülent Emin Yarar’a Afife Tiyatro Ödülleri’nde “Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu”, Yetkin Dikinciler’e ise Tiyatro Dergisi Tiyatro Ödülleri’nde “Yılın Erkek Oyuncusu” ödüllerini armağan eden performansları, oyunun da adından gelen profesyonellikleri bunca senenin hakkını veriyor.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...