20 February 2025

Münih Güvenlik Konferansı ve çok kutuplu dünya düzeni

14-16 Şubat günleri arasında Almanya’da gerçekleşen 61. Münih Güvenlik Konferansı’nda neler konuşuldu? Kullanılan ifadeler, katılımlar ne ifade ediyordu? Uluslararası ilişkilerin değişen dinamikleri, bu konferans bağlamında nasıl değerlendirilebilir? Gelin, birlikte bakalım.

Ekonomi ve iktisat çevrelerinin Davos’u neyse dış politika ve diplomasi çevrelerinde Münih Güvenlik Konferansları’nın önemi odur. Esasen İsviçre’nin Davos şehrinden yaklaşık 300 km uzaklıkta Almanya ve Bavyera tarihinin en önemli şehirlerinden Münih’te organize edilen etkinlik; dünya düzeninde Batı merkezli buluşma, oydaşma ve diplomasi kültürünün de sembollerinden biriyken Soğuk Savaş sonrasında, bilhassa 2000’li yılların ilk döneminde, Rusya gibi Batı Bloku dışında ülkelerden de en üst düzeyde katılımın gerçekleştiği çok taraflı bir platform hâline geldi.

Günümüzde verdiği mesajlar ve etkinlik vesilesiyle yayımlanan konuşma ve raporlarla da pek çok devlet başkanı, dış işleri bakanı ve üst düzey yetkili ile uzman ve akademisyen için hâlen ilgiyle ve merakla beklenen bir faaliyet niteliğinde bu konferans. Bu yıl ise Güvenlik Konferansı, 14-16 Şubat tarihleri arasında gerçekleşti. ABD’nin yeni seçilen Başkan Yardımcısı J.D. Vance, ülkemizden Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski başta olmak üzere pek çok yetkilinin aralarında bulunduğu geniş bir katılımcı profilini ağırladı.  

Ukrayna Savaşı’nın çetin bir hâle geldiği dönemden bu yana Rusya’dan kritik isimleri ağırlamayan platform; kimilerine göre “Rusya’ya karşı ne yapılabilir?” ve “Uluslararası krizlere karşı iyice güçsüzleşen Avrupa ne yapmalıdır?” soruları arasına sıkışmış da görünmektedir.

Kutuplar arasında Münih’te buluşma

O dönemin “Batı Bloku” içerisinde ilk tertip edildiği 1963 yılından bu yana 60 yılı aşkın süredir Münih’te farklı vesilelerle buluşmaya devam eden diplomatlar, siyasetçiler ve uzmanlar, Avrupa’nın diğer kritik alanlarına da belki en iyi ve hızlı ulaşımı sağlayan bu tarihî Alman şehrinin önemine vakıftırlar.

İlk gerçekleştiği Soğuk Savaş yıllarında, şüphesiz Batı ve Doğu Almanya gerçekliğinde bölünmüş bir ülkede organize ediliyor olması ve farklı kademelerde görüşmeler yoluyla yapıcı diplomatik eylemlere fırsat tanıması, faaliyete o dönemden bu yana farklı bir ehemmiyet atfedilmesine vesile olmuştu.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise “ABD önceliğinde ‘tek kutuplu’ ve ‘liberal demokrasiler’ üzerine kurulu bir dünya mı oluşuyor” tartışmaları altında uluslararası kamuoyu; Rusya Federasyonu’nun buna karşı kendi tezleri ve gerçekliği olduğuna dair ilk sinyalleri 2007 yılındaki 43.Münih Güvenlik Konferansı’na katılan Devlet Başkanı Vladimir Putin’in konuşmasıyla almıştı. “Tek kutuplu” düzene karşı ABD’ye sert eleştiriler getiren Putin, o dönemden bu döneme uzanan Rusya’nın “yakın çevre” politikasına bağlı “hassasiyetlerini” dünya kamuoyuyla açık şekilde paylaşmış oldu.

Yine de örneğin, 2011’de dönemin ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ve Rus Dış İşleri Bakanı Sergey Lavrov, yine bir Münih Güvenlik Konferansı marjında bir araya gelip silahsızlanma ve barış adına önemli anlaşmalara imza atmayı bildiler. Ancak bugüne gelindiğinde ise önümüzde çok daha belirsiz bir uluslararası gündemin durduğu, gerek ABD’nin gerek Rusya’nın Avrupa’daki pek çok aktörü ayrı ayrı tedirgin ettikleri aşikâr.

61. Münih Güvenlik Konferansı ve katılımcıları

Geçtiğimiz hafta sonu 61.si gerçekleşen Münih Güvenlik Konferansı, 50’ye yakın ülkeden devlet başkanı, cumhurbaşkanı ve başbakan ile farklı ülkelerden 150’yi aşkın bakan seviyesinde katılımla önemli bir etkinlik oldu. Konferans, ABD’deki yeni Trump yönetiminin de uluslararası düzlemde ilk önemli temsiliyetlerinden biri sayılabilir. Trump yerine yardımcısı Vance katılsa da zirve marjında dile getirilenler oldukça dikkat çekti. Avrupa’nın, “düşman”larını Çin, Rusya veya başka aktörlerde aramak yerine “kendi içinde araması” gerektiğini dile getiren Vance; tabiri caizse “Avrupa’nın kendine gelmesi” ve “öz değerlerine dönmesi” ve belki de bir sonraki aşamada iktisadi ve askerî tüm konularda ABD’nin eskisi kadar etkin olmayacağı bir dönemde “Avrupa’nın kendi kendine yetmesi” gerektiği mesajını vermiş oldu.

Keza Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski de katılımı çerçevesinde, yakın zamanda hızlanacak ABD-Rusya görüşmelerinde çözüm bulunması umulan Ukrayna sorununda geçmiş dönemlere nazaran -hele ki Trump-Putin arasındaki “uyum” çokça dile getirilirken- daha sessiz ve itidalli olmak durumunda kaldıkları izlenimini verdi. NATO’ya yakın zamanda giremeyeceklerini düşündüklerini ancak “kendi NATO’larını kurmalarının”, yani iç askerî kabiliyetlerini artırmalarının, ayrıca Avrupa içinde de ivedi surette alternatif bir askerî güvenlik oluşumunun önemini bu vesileyle dile getirdi.

13 yıldır geniş bir bölgeyi etkileyen Suriye sorununa dair ise gerek ülkemizden gerek Suriye’deki geçici yönetimden dış işleri bakanı düzeyinde gösterilen katılım ve yapılan açıklamalardan görüldüğü üzere daha ümitvar bir dönemin ön planda olduğu uluslararası kamuoyuna aktarıldı. Bu bağlamda dinî, etnik ve geniş tarihinden gelen tüm unsurlarıyla yeni Suriye’deki istikrar adına Avrupa’dan da iktisadi ve insani desteğin beklendiği vurgulanmış oldu.

Keza Filistin konusunda da Avrupalı aktörlerin İsrail’e son aylarda vermiş oldukları kayıtsız desteğin, Trump’ın tek taraflı Gazze açıklamaları sonrasında daha “insani” bir zemine geldiği gözlemlendi. Bu manada zirvede söz verilen Ürdün Dış İşleri Bakanı Ayman Safadi, son günlerde sıkça dile getirilen Filistinlilerin çevre ülkelerde ikamete zorlanması planını Ürdün özelinde desteklemediklerini ifadeyle, Ürdün’ün bu tür bir göç ve ikamet planı için uygun bir zemin olmadığını belirtti.

Son zirvenin gerçeği: “Giderek artan çok kutupluluk"

Suriye, Ukrayna, Filistin’de yaşananlar, Çin’in -kendisine yöneltilen “pasif yayılmacılık” suçlamalarına karşı- önlenemez yükselişi, Hindistan başta olmak üzere pek çok yeni aktörün daha milliyetçi ve gelişmiş ekonomilerle ilerlemeyi sürdürmesi ve Trump’ın bu esnada klasik ve alışılmışın çok uzağında açık ve cüretkâr diplomasi anlayışı derken; 61. Münih Güvenlik Konferansı, bazı Avrupalı siyasetçilerin “ağlayarak” yaptıkları konuşmalar ile birlikte bilhassa Avrupa için bir “kâbus” dönemini işaret etti. Ancak bu gibi etkinliklerin de kanıtladığı üzere, belki de pek çoğu hâlâ Rönesans döneminden 19. yüzyıla uzanan Avrupa klasik altın çağının etkisindeki Avrupalı siyasiler ve kanaat önderleri için “uyanma dönemi” çoktan gelmiş durumdadır.  

Bu bakımdan, katılımcılar ve esasen dünya kamuoyu, yukarıda da belirtildiği üzere dünya siyasetinin ne kadar daha “çok kutuplu” olabileceğini de geçtiğimiz hafta sonu gerçekleşen konferans yoluyla ve devam eden tartışmalarla tekrar anlamış oldular. Zirvenin ana yayını/raporu da bu bakımdan “Multipolarization” (Çok kutuplulaşma) olarak kamuoyuyla açık şekilde paylaşıldı. Rapordaki ana unsurun, sadece maddi, askerî veya iktisadi güç ölçeğinde değil; aynı zamanda kültürel, ideolojik ve beşerî sahalarda da dünyanın daha fazla kutuplaşabileceğine yapılan vurgu olduğu dikkat çekti.

Esasen 1990’ların tek kutuplu Amerikan hegemonyasında geçen küreselleşme dalgası dünyada çok sesli ve liberal bir ortamın doğması için oldukça uğraştı. Ancak artan dijitalleşme ve postmodern dalgayla dünya genelinde öngörülemeyen etnisite/milliyetçilik temelli hisler ve dinî/kültürel aidiyetlere bağlılık gibi unsurlar ve ABD’nin dünyanın pek çok alanında sözde “düzen sağlama” adı altında, esasen insani ve liberal değerlere de sığmayan, vicdanları yaralayan müdahaleleri ile dış politika açmazları gelinen noktayı ve son zirvede ele alınan kaygıları bize özetler niteliktedir.

Bir sonraki zirveye kadar dünyanın tek taraflı ve yıkıcı emellere hizmet eden ya da Avrupa’nın üstenci diplomasi anlayışları yerine; daha yapıcı, insani ve anlayışa dair bir diplomasiye ihtiyaç duyduğu ise reddedilemeyecek bir gerçektir.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...