14 November 2024

İran-Suudi askerî iş birliğinin düşündürdükleri

Suudi Arabistan ve İran arasında savunma ve askerî iş birliği güçlendirilecek. Suudi Arabistan’ın “varoluşsal düşman” olarak tanımladığı İran ile ortak askerî tatbikat yapmasının perde arkasında ne var? Bu iş birliğinin ABD’de Donald Trump’un ikinci başkanlık dönemine denk gelmesi tesadüf mü?

İsrail, Orta Doğu’yu büyük bir çatışma alanına dönüştüren etnik temizlik ve soykırıma varan savaşı bir yılı aşkın süredir sürdürüyor. İsrail’in Gazze’deki yıkıcı saldırılar ve etnik temizlik uygulamalarının benzerini şimdi de Lübnan’a taşıması, İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışma ihtimalini ortaya çıkarmış durumda. Ekim ayı başında İran tarafından düzenlenen saldırıya İsrail’in doğrudan İran topraklarını hedef alarak misilleme yapması, bölgedeki gerilimi daha da tırmandıracak bir sürecin kapısını araladı.

Orta Doğu’da İsrail’in sınır tanımayan saldırganlığının gerilimi zirveye taşıdığı bir dönemde, Suudi Arabistan ve İran’ın askerî iş birliğini güçlendirme yönünde attıkları adımlar dikkat çekiyor. Önce ekim ayı sonlarında Suudi Arabistan'ın İran'ı Kızıldeniz’de ortak bir askerî tatbikata davet ettiği ve bu tatbikatın yakında yapılacağına dair haberler medyaya yansıdı. Bu sürpriz gelişmenin ardından, kasım ayı başlarında İran ve Suudi yetkilileri arasında askerî iş birliğini geliştirmeye yönelik üst düzey temaslar gerçekleşti.

“Varoluşsal düşman” olan bu iki ülkenin son günlerde askerî alanda iş birliği politikasına yönelmesi oldukça dikkat çekici. Ayrıca bu gelişmelerin, ABD’de Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminin başladığı bir döneme denk gelmesi dikkatle değerlendirilmesi gereken bir konu olarak öne çıkıyor. Bu yazıda, Suudi Arabistan’ın iç güvenlik kaygıları ve Yemen’deki savaş nedeniyle İran’la gerilimi azaltmayı amaçlayan adımlar attığı savunulacaktır.

Varoluşsal düşmanlıktan normalleşmeye İran-Suudi ilişkileri

İran ve Suudi Arabistan arasındaki rekabet -çoğu zaman 1979’daki İran İslam Devrimi ile bağlantılı olarak değerlendirilse de- iki ülke arasındaki rekabetin kökleri devrim öncesi döneme dayanır. Devrimden önce de Körfez bölgesinde, hatta Orta Doğu'nun genelinde, iki ülke arasında belirgin bir jeopolitik rekabet yaşanıyordu. Bu rekabet, bölgesel nüfuz mücadelesi, enerji kaynakları üzerindeki hâkimiyet ve ABD gibi küresel güçlerle kurulan ilişkiler etrafında şekilleniyordu. Özellikle 1969 tarihli Nixon Doktrini ile ABD ile güçlü bağlar kuran İran, “Orta Doğu’nun jandarması” konumuna yükselmiş ve bölgedeki etkisini belirgin şekilde artırmıştır. İran’ın genişleyen nüfuzu, Suudi Arabistan’da ciddi endişelere sebep olmuştur.

1979 İslam Devrimi, İran ve Suudi Arabistan arasındaki bu mevcut rekabete ideolojik bir boyut da ekledi. Devrim, İran’ı yalnızca bir devlet olmaktan çıkararak İslam Devrimi’nin savunucusu bir “ideolojik model” olarak sunmaya başladı. Bu durum, Suudi Arabistan'ın mevcut politik ve dinî yapısı için doğrudan bir meydan okuma olarak algılandı. İran, devrim sonrası dönemde bölgedeki Şii nüfuzunu artırma, devrim ihracı politikası ve Batı destekli rejimlere karşı İslamcı bir direniş hareketi oluşturma amacı güderken, Suudi Arabistan da kendisini Sünni İslam’ın ve geleneksel monarşik değerlerin koruyucusu olarak konumlandırdı.

Bu ideolojik ayrışma, iki ülke arasındaki rekabeti salt bir güç mücadelesi olmaktan çıkararak, varoluşsal bir düşmanlığa dönüştürdü. İran, Şii hilalini genişletmeye çalışırken, Suudi Arabistan da bunu sınırlamak ve bölgedeki Sünni nüfuzunu korumak için karşı hamlelerde bulundu. Bu rekabet; Suriye, Lübnan, Yemen ve Irak gibi ülkelerde vekâlet savaşlarına dönüşerek Orta Doğu’nun istikrarsızlaşmasına katkıda bulundu ve iki ülke arasındaki rekabeti yalnızca bölgesel değil, aynı zamanda mezhepsel bir çatışmaya dönüştürdü.

Yarım yüzyıla yakın bir süredir süregelen bu varoluşsal düşmanlık, 2023 yılı Mart ayında Pekin’de Çin’in arabuluculuğunda düzenlenen zirvede imzalanan mutabakatla normalleşmeye başladı. İki ülke, Şii din adamı Ayetullah Nimr el-Nimr’in idam edildiği 2016 yılından beri kopuk olan diplomatik ilişkileri yeniden kurdu ve başkentler arasında karşılıklı üst düzey ziyaretler yapıldı. Bu normalleşme, sadece devlet yetkililerinin değil, sivil kurumların da desteğiyle ilerledi; çeşitli ortak kültürel ve sportif etkinlikler düzenlendi.

İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin ardından, Orta Doğu’da artan gerilimler, bu normalleşmenin dayanıklılığının sınandığı bir dönemi başlattı. İran’ın, ABD ve bölgedeki en önemli müttefikleri olan İsrail ve Suudi Arabistan tarafından belirlenen bölgesel statükoya meydan okuyan politikaları, İsrail’in artan saldırganlığı karşısında İran ve Suudi Arabistan’ı yeniden gerilimli bir ilişkiye sürükleyecek gibi görünse de bölgedeki gerilimin zirve yaptığı bir dönemde bile iki ülke arasındaki ilişkiler ılımlı bir çizgide kalmaya devam etti. Hatta Suudi Arabistan’ın, İsrail’in Yemen’e yönelik saldırılarına hava sahasını açarak dolaylı destek vermesi dahi bu normalleşme sürecini bozacak bir etki yaratmadı.

İki ülke arasındaki yakınlaşma ve hedefleri

İsrail’in, İran’ın “vekil unsurları” olarak nitelendirdiği yapılara ve zaman zaman doğrudan İran’a yönelik yıkıcı saldırılarının İran-Suudi ilişkilerinde gerilim yaratması beklenirken, Riyad’ın İran donanmasını Kızıldeniz’de ortak tatbikata davet etmesi şaşkınlığa yol açtı. Bu daveti, İsrail’in çatışmayı tüm bölgeye yayma politikasının Riyad’da oluşturduğu güvenlik endişesiyle açıklayanlar olduğu gibi, daha ileri gidip bu adımın İsrail karşıtı bir paktın ilk aşaması olduğunu öne sürenler de bulunuyor.

Riyad’ın son dönemde izlediği dış politika incelendiğinde, yukarıdaki iddiaların aksine, ortak askerî tatbikat hamlesinin Suudi iç politikasıyla yakından ilişkili olduğu görülmektedir. Bu bağlamda, Suudilerin üç temel hedefinden söz edilebilir: İlk olarak, İran ile ilişkileri ılımlı tutarak İran’ın Suudi vatandaşı Şii topluluğunu rejime karşı kışkırtmasını engellemek; ikinci olarak, İran’ın dikkatinin İsrail üzerinde yoğunlaştığı bu dönemi fırsat bilerek Yemen Savaşı’nı Suudi çıkarlarına uygun bir şekilde sonlandırmak ve son olarak, bölgedeki gerilimin seviyesini azaltarak “Vizyon 2030” hedeflerine ulaşma sürecini hızlandırmak.

Öncelikle, Suudi Arabistan'ın petrol endüstrisinin merkezi olan doğu vilayetinin nüfusunun yarısından fazlası Şii kökenlidir ve bu topluluğun önemli bir kısmı İran’ın ideolojik ve politik etkisi altındadır. Örneğin, 2006’da İsrail-Hizbullah savaşı sırasında Suudi vatandaşı Şiiler Hizbullah’a destek gösterileri düzenleyerek protestolarını isyan boyutuna taşımıştı. Bu nedenle Suudi Şiiler İsrail-Hizbullah çatışmalarına oldukça duyarlıdır ve İran ile Suudi Arabistan arasındaki ılımlı ilişkiler, Şii nüfusun daha sakin bir tutum sergilemesine katkıda bulunabilir. Benzer şekilde Suudilerin bu adımı nüfusun büyük bir kısmı İran nüfuzundaki Şiilerden oluşan Bahreyn’deki hassas mezhep dengesinin korunmasına da katkı sağlayacaktır.

İkinci olarak, 2015 yılından bu yana Suudi Arabistan’ın Yemen’de sürdürdüğü savaşta Riyad yönetimi; askerî başarı elde etme ve Yemen’de kendi lehine bir politik düzen kurma konusunda önemli zorluklarla karşı karşıya kaldı. Yemen’den fırlatılan füzeler, Suudi ekonomik altyapısına zarar vermenin yanı sıra potansiyel yatırım fırsatlarını da olumsuz etkileyerek ülkenin “Vizyon 2030” hedeflerine ulaşmasını zorlaştırıyor. İran-Suudi uzlaşısının devam etmesi, Yemen’den Suudi topraklarına yönelik saldırıların engellenmesine yardımcı olabileceği gibi, aynı zamanda bir barış anlaşmasına ulaşma yolunu da açabilir.

Orta Doğu’nun radikalleşmesi büyük bir risk

Son olarak, Orta Doğu siyasetinin radikalleşmesi; Suudi kalkınma hedefleri açısından en büyük risklerden biri olarak öne çıkıyor. Riyad yönetimi, İran-İsrail geriliminin sadece ulusal sınırları değil; tüm bölgeyi olumsuz etkileyebilecek sonuçlarını en aza indirmek amacıyla bir yandan İsrail ile ilişkilerini normalleştirme çabası içine girerken, diğer yandan İran ile de gerilimden uzak kalmaya çalışıyor. Bu tatbikat, İran-Suudi ilişkilerinde ılımlı süreci pekiştirerek Riyad’ın ekonomik kalkınma hedeflerine katkı sağlayacak uygun bir bölgesel atmosferin oluşmasına yardımcı olacaktır.

Sonuç olarak, Suudi Arabistan’ın yakın zamana kadar varoluşsal düşman olarak tanımladığı İran ile ortak askerî tatbikat yapma isteği ve daha genel olarak iki ülkenin askerî alanda yakın iş birliğine yönelmesi, Riyad yönetiminin iç politikada ve bölgesel düzlemde gerilimleri azaltarak “Vizyon 2030” hedeflerine ulaşma çabasının bir yansıması olduğu söylenebilir. Ayrıca ABD seçimlerinin sonuçlanması ve Trump’ın ikinci döneminin başlayacak olması, bölgedeki ülkelerde İsrail’in saldırganlığının daha uzun bir süre devam edeceğine yönelik bir kaygıyı ortaya çıkarıyor. Suudi Arabistan böyle bir dönemde İran’ı “yatıştırma” politikası takip ederek ülkesini ve bölgesel çıkarlarını İsrail-İran çatışmasından uzak tutmaya çalışıyor. İran açısından ise Körfez bölgesi ülkelerinin askerî üslerini olası bir ABD-İsrail saldırısı için kullandırmasının engellenmesi ve başta petrol endüstrisi olmak üzere kritik tesislerin ABD-İsrail saldırılarından uzak tutulması, önemli bir stratejik kazanım olarak gözükmekte.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...