Öncelikle, sizi seramikle buluşturan neydi? Seramiğin anlatım dünyasıyla nasıl tanıştınız?
Heykel sanatına olan tutkum ve üç boyutlu formlarla kurduğum bağ, beni seramiğe yönlendiren temel etken oldu. Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Öğretmenliği Heykel Ana Sanat Dalı mezunu olarak, sanatı her zaman renk ve hacmin dinamik birleşimi üzerinden algıladım. Nesnelerin dokusu, üretim sürecindeki dönüşüm heyecanı ve renklerin özgür ifadesi, seramiğin sınırsız imkânlarıyla birleşince sanatsal arayışıma yepyeni bir kapı aralandı. Seramik, hem malzemenin doğası gereği sunduğu esneklik hem de ateşle dans eden renk paletiyle, duygularımı ve fikirlerimi somutlaştırmamda en güçlü araç hâline geldi. Bu süreçte, kilin ham hâlden sanat eserine evrilişi, benim için yalnızca bir teknik değil, aynı zamanda kendimi keşfettiğim bir yolculuk oldu.
Evrim Sanat Galerisi’nde sanatseverlerle buluşan yeni serginiz “Kumdan Toza, Çamurdan Nara” nasıl meydana geldi? Bu eserleri bir araya getiren, onları oluşturan etken nedir?
“Kumdan Toza, Çamurdan Nara” sergisi, kişisel bir içsel yolculuğun sanatsal bir manifestosu olarak doğdu. Bu koleksiyon, yaşamın sunduğu imkânlarla kendi arzularım arasındaki gerilimi, çatışmayı, aynı zamanda bu süreçte ortaya çıkan yenilenme, uzlaşma ve dönüşüm dinamiklerini yansıtıyor. Her bir eser, bir yandan “kumun toza, çamurun nara” (olma hâli) evrilen teknik sürecini takip ederken, diğer yandan da bu fiziksel dönüşümün ardındaki insani mücadeleyi metaforik bir dille anlatıyor.
Serginin omurgasını; ham maddenin fırının sınavından geçerek sanat nesnesine dönüşmesindeki kırılganlık ve direnç ikiliği oluşturuyor. Tıpkı kili şekillendirirken yaşanan teslimiyet ve kontrol dengesi gibi, hayatın dayattığı koşullarla sanatsal özgürlük arasındaki gerilim de bu eserlerde somutlaşıyor. Fırının yüksek sıcaklığında pişen her parça, bir yandan renk ve formu olgunlaştırırken, bir yandan da bu ateşle mücadelenin izlerini taşıyor. Sergi, bu teknik ve duygusal sürecin birbiriyle ördüğü bir diyalog aslında: Yıkım ve yaratım, kaos ve düzen, teslimiyet ve direniş…
Doğanın varlığıyla eş zamanda var olan seramik sanatı; arkaik dönemden bugüne kadar yaşadığı serüven düşünüldüğünde, bize neler anlatıyor? Toprak, su, hava, ateş… Hepsi varoluşun temelinde olan elementler ve seramik bu elementlerin birleşiminden, harmanından meydana geliyor. Serginizde, varoluşun tekâmül eden bu hikâyesiyle seramiği nasıl birleştirdiniz? Bu bağı bize nasıl anlatmak istediniz?
Seramik, insanlığın toprakla kurduğu ilk diyalogdan bu yana, varoluşun temelindeki dört elementi birleştirerek bize yaşamın döngüsünü hatırlatır. "Kumdan Toza, Çamurdan Nara" sergisi de bu kadim ilişkiyi, hem teknik hem de felsefi bir zeminde ele alıyor. Doğumdan ölüme uzanan yolculuğumuzda, çamurun şekillenişi gibi biz de deneyimlerle dönüşürüz. Sergideki her eser, kili forma sokma sürecindeki kırılganlıkların, beklenmedik çatlakların ve fırının ateşinde pişerek sağlamlaşmanın, insanın hayatla mücadelesine nasıl ayna tuttuğunu anlatıyor. Başarısızlıklar, zayıflıklar bile sanatın hamuruyla birleşerek "yeni olanın" kapısını aralıyor. Tıpkı yaşamın bize sunduğu imkânları dönüştürdüğümüz gibi…
“Mitolojik öğeler, insanın kolektif bilinç dışının somutlaşmış hâlleri gibidir”
Mitolojinin dünya tarihiyle birleşen kadim anlatısı, bu dünyanın bir parçası olan metamorfoz olgusu; eserlerinize nasıl yön verdi?
Mitolojik öğeler, insanın kolektif bilinç dışının somutlaşmış hâlleri gibidir. Bu sergide, Plüton (Hades) metaforu üzerinden dönüşüm temasını işledim. Astrolojide Plüton, köklü değişimleri; mitolojide ise Hades, ölüm ve yeniden doğuşun sınır bekçisini temsil eder. Bu ikili, tıpkı çamurun fırında nara dönüşmesi gibi, "eskinin" yok oluşu olmadan "yeninin" filizlenemeyeceğini hatırlatır. Tasavvuftaki "ölmeden ölmek" düsturu da bu sürece ışık tutar: Kabuğumuzu kırmak, yüklerimizi bırakmak ve ateşten geçerek saf bir öze ulaşmak… Sergideki eserler, bu kadim bilgiyi seramiğin diline tercüme ediyor; izleyiciyi, kendi içindeki Hades’le yüzleşmeye davet ediyor.
Kullandığınız figürler hem medeniyetler arasından hem de çağlar ötesinden izler taşıyor. Bu figürleri yeniden yaratırken nelerden etkilendiniz? Hangi figürler, anlatılar, hikâyeler eserlerinize ilham oldu?
İlham, mitolojinin sembolik dili ile felsefenin sorgulayıcı ruhunun kesişiminde filizlenir. Örneğin, Anadolu’nun bereket tanrıçalarından Mezopotamya’nın diriliş mitlerine, ezoterik öğretilerin geometrik kodlarına kadar pek çok unsur, eserlerimde soyut formlarla buluşuyor. Kadın figürleri ise benim için yaratıcılığın, direncin ve dönüşümün evrensel temsili. Bu sergide, antik hikâyelerdeki "yeraltına inip çıkan" kadın kahramanların izleri, çamurun katmanları arasında saklı. Spesifik bir anlatıya değil, insanlığın ortak hafızasına dokunmayı hedefliyorum.
Kendi iç yolculuğunuz, ateşle birleştiğinde, yani piştiğinde ortaya çıkan eser; sizde hangi duyguları, hisleri uyandırıyor?
Fırından çıkan her parça, bir varoluş manifestosudur benim için. O an, hamken şekil verdiğim kilden geriye yalnızca saf öz kalır: Kırılganlığına rağmen dirençli, kusurlarıyla bütünlüklü… Bu süreç, bana yaşamın kaotik ritminde bile dinginliği bulmayı öğretiyor. Eserler tamamlandığında hem bir anne hassasiyetiyle koruma içgüdüsü hem de özgür bırakma arzusu hissettiriyor. Sanki her biri, kendi hikâyesini anlatmak üzere dünyaya gönderiliyor.
Hem bu kadim döngüyü düşündüren hem çağların bıraktığı mirasla birlikte dünyayı ve kendimizi keşfe çağıran bu sergiden ayrılırken izleyicilerin yanlarında götürmelerini istediğiniz duygu veya düşünce nedir?
İzleyicilerin, eserlerdeki "ateşle dans eden" renklerin ve formların ötesinde, kendi içlerindeki dönüşüm tohumlarını fark etmelerini istiyorum. Sergi, bir ayna işlevi görsün: Kimi izleyici, Hades’in kapısında bırakması gereken yükleri görürken, kimi de çamurun ham hâlinden nara evrilişindeki cesareti benimsesin… Ve belki bu etki, bir kelebek kanadı kadar narin ama bir o kadar güçlü bir dalgaya dönüşsün. Çünkü sanat, yalnızca estetik değil; aynı zamanda kolektif bir iyileşme alanıdır.