}
30 May 2025

Selin Yeninci: “Hayat cesaret edebilenler için muhteşem bir oyun alanı”

Emmy Ödülleri jürisine seçilen ilk Türk oyuncu olan Selin Yeninci, şu sıralar dünya prömiyerini Rotterdam’da yapan “Uçan Köfteci” filmiyle adından söz ettiriyor. Yeninci ile film, canlandırdığı Azize karakteri üzerinden hayatı, oyunculuk serüvenini, sinema dünyasını ve yeni projelerini konuştuk.

54. Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nin (IFFR) Bright Future (Parlak Gelecek) Bölümü’nde dünya prömiyerini tamamlayan “Uçan Köfteci” Türkiye prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde yaptı. Nazmi Kırık ile birlikte başrolünde yer aldığınız bu filmde size “Ben de olmalıyım” dedirten ne oldu?

Filmin yönetmeni Rezan Yeşilbaş ile senaryoyu bana yolladığında tanıştık. Rezan, Diyarbakır’da doğup yetiştiği için Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesini çok iyi bilen, uzun süredir Berlin’de yaşayan, çektiği ilk kısa filmle Cannes’dan ödül alan, kendine ve coğrafyasına doğru perspektifler geliştirebilmiş çok alçakgönüllü bir yönetmen. Bu alçak gönüllülüğü birlikte çalışabileceğimize dair ilk umut oldu benim için. Bunun yanında, Uçan Köfteci’nin senaryosu bana geldiğinde başka bir projenin setinde olduğumdan konsantrasyonum yoğun bir şekilde tamamen diğer projedeydi ama daha ilk okuyuşumda senaryoyu ve karakterleri çok sevdim. Senaryosunun dikkatimi pozitif yönde dağıtması benim için başka bir işaret oldu.

Canlandırdığınız Azize karakterine değinecek olursanız neler söylersiniz?

Rezan Yeşilbaş’ın yazdığı “Azize” karakterini oynamayı gerçekten istedim. Çünkü sadece Türkiye’de değil; tüm dünyada çok az tanınan, dünyanın ilgilenmediği, görünmez karakterleri oynamayı da izlemeyi de çok seviyorum. Çünkü görünmezlik, çağın düşündüğünün aksine bireye bir çeşit özgürlük veriyor. Duygularını ve eylemlerini yargılamadan yaşama özgürlüğü. Çok nadir karşılaşıyoruz artık toplumsal görülme, onay çabasından uzak karakterlerle. Toplum baş edemediği için “uyumsuz, problemli” der geçer bu nadide karakterlere. Azize de onlardan biri. Azize, kocası Kadir’in aksine toplum tarafından görülmemeyi bilinçli seçmiş biri. Toplumdan alacağı takdire, onaya, alkışa, ilham olma hevesine kurban etmemiş kendini. Ama geleneksellik de peşini bırakmamış. Bu sefer de “aile olma/kalma” tuzağına düşmüş. Bu tarz karakterlerin seçimlerindeki inceliği, içgüdüselliği ve zamansızlığı araştırmak bana çok keyif veriyor. Aynı zamanda da zorlu bir iş. Sınırları önceden belirlenmiş duygularla değil de oyuncu ve yönetmen ortaklığıyla belirlenmiş, duygusal derinliğinin paleti geniş karakterler bana çok gerçek geliyor. Yönetmenin bu güveni duyduğu oyuncu olmak da harika hissettiriyor ve sorumluluk duygumu biraz daha geliştiriyor her seferinde. Oyunculuk alıştırması olarak da çok zinde tutuyor mesleki yeterlilik anlamında. Açıkça söylemem gerekirse hayatta da öyle. Ben de doğru durumlarda duygularımı yaşamaya, özgürce duygularımın tadını çıkarabilmeye, saygılı sansürsüzlüğümü her seferinde geliştirmeye özen gösteririm. Dolayısıyla bu tarz karakterleri görünür kılmak bana öncelikle iyi duygular kazandırıyor. Kendimi ve çevremi daha iyi analiz etme fırsatı da sunuyor.

Karakterin içinde kaybolma hâlini seviyor gibisiniz. Yanılıyor muyum?

Doğru. Bu film oyunculuğumla ilgili bazı teknik denemelerim için de bana çok özgür bir alan sundu. Ve artık kendimi bu denemelerim nedeniyle çok daha güvenli hissediyorum. Türkiye’deki setlerde bu tarz oyunculuk araştırmaları genelde acınası bir şekilde küçümsenir ve setler bu yüzden çok sıkıcılaşabilir. Ama her projede kendi yolumda, kendi mesleki varoluş tercihlerime göre hareket etme cesaretini yaratmak benim için her şeyden önce gelir. Çünkü projeye pozitif katkılarını deneyimledim. İşini ciddiye alan biriyim ve işini ciddiye alan ekiplerle çalışmayı severim. O nedenle bu projenin setinde olmak istedim.

“Mesleğimin benim için en keyifli kısımlarından biri sürekli gözlem hâlinde olmak”
Azize karakterine nasıl hazırlandınız?

Rezan, Azize’yi çok güzel yazmıştı. Ve o tarihte oynadığım “Bir Zamanlar Çukurova” dizisindeki Saniye karakteri ile aralarında büyük benzerlikler varmış gibi görünüyordu. Birbirine ilk bakışta bu kadar çok benzeyen iki ayrı karakterin farklılıklarına odaklanıp rolü bu perspektifle çalıştım. Çünkü Batı’daki birine göre Doğulu kadın prototipi tektir. Algımızda genelde boyutsuz bir fotoğraf canlanır, oysa coğrafyadan bağımsız insan insana benzemez. Ben bu tek tipleştirmenin cehalet temelli bir hakaret olduğunu düşünüyorum. Rezan ile bu ayrımın inceliğine odaklandığımız pek çok okuma yaptık. Ayrıca projeden evvel Adana’dan Diyarbakır’a birkaç kez seyahat edip şehri, günlük rutinleri ve şehrin ritmini, trafiğini gözledim. Mesleğimin benim için en keyifli kısımlarından biri sürekli gözlem hâlinde olmak. Rezan da bunun farkındaydı. Beni Diyarbakır’da sokak arasında bir tostçu dükkânına götürdü. Orada Hediye ile tanıştım. Hediye, Diyarbakırlı, iki çocuk annesi. O zaman evinin geçimini sağlamak için salçalı tost yaparak yaşamını sürdürüyordu. Bütün gün radyoda müziği, halayı açıktı ve neşesine bakılırsa bu dünyanın bana göre en mutlu insanıydı. Tek amacı ailesini bir arada tutmaktı. Bunu becerdiği her gün de çevresindekilerin dünyasını cennete çeviriyordu. Onunla çok vakit geçirdim, hikâyesini paylaştı benimle sağ olsun. Arkadaş olduk. Hâlâ da sık görüşürüz. Senaryonun izin verdiği kadarıyla; acaba Hediye bu amacını başaramasaydı, önüne kocası tarafından bir engel çıksaydı, sorusuna odaklanarak “Azize”nin kaba hatlarını çıkardım. Gerisinde tamamen partnerime ve yönetmene teslim oldum. Ayrıca mesleki yolculuğumda bazı sanat akımlarını da yavaş yavaş oyunculukta uygulanabilirliğini denediğim bir atölyeydi benim için.

Diyarbakır'da çekilen filmde, bölgenin kültürel atmosferi ve insanlarıyla etkileşiminizden bahseder misiniz?

Diyarbakır’a daha önce tiyatro oyunuyla gitmiştim ancak turistik bir gezi olarak kalmıştı oyun sıklığı nedeniyle. Film esnasında -hazırlıkla birlikte- bir buçuk ay kaldım orada. Hemen her yerini gezdim. Çokça arkadaş edindim. Bilgeliklerinden ve alçakgönüllülüklerinden çok şey öğrendim Diyarbakırlıların. Partnerim Nazmi ile Rezan da Diyarbakırlı. Ekibin %80’i Diyarbakırlıydı zaten. Çok samimi, içten, dürüst, birbirini her adımda düşünme nezaketi gösteren, gerçek iletişimden korkmayan bir yer. Ayrıca mutfağına da hayranım. Sizi kolaylıkla her an şaşırtabilecek bir yer olması da rutini çok renklendiriyor.

Bugüne kadar farklı pek çok projede yer aldınız. Bu filmdeki deneyiminizin diğer projelerle kıyaslandığında size kattığı en önemli şey ne oldu?

Hayatımda tutkuyla cesaret göstereceğim yolu ben belirlerim. Bu hayatta en ele avuca sığmaz duygu; tutku. Tutkunun gücünü neye yöneltirseniz, sınırların çizgileri bulanıklaşır, bu yüzden de tehlikeli bulunur. Oysa her tutku yolculuğu bir dönüşüm fırsatıdır. Bu filmde iki ana karakter için de söylüyorum, o sınırlar aşıldıktan sonra bile hâlâ kendinde kalabiliyor olmadaki başarının, iç disiplinin bu toprakların gücünden ve bilgeliğinden kaynaklandığını öğrendim. Bunların dışında günlük hayatta, yaşamın döngüselliğinin dışında “razı olmak, kadercilik” eğilimi, insanı büyük ölçüde ele geçirebiliyor. Ülkede hayatın bu döngüsellikte işlediğini, aileden öğrenilen seçim yapma tarzıyla devam eden, bir türlü hep birlikte yeni bir adımın parçası olamayan yine de birlikte gülüp ağlayabilen bir halk olmanın ağırlığını çok hisseder olmuştum. Çıkarlarımız doğrultusunda birbirimizin hayallerinin hem destekçisi hem katiliyiz. Bu da benim ülkemle ilgili, sanatçı olarak dışa vurmak istediğim bir şeydi. Bunu bir ölçüde, içinde olmayı seçtiğim projelerle becerebildiğimi hissediyorum. Ve fark ettim ki siz dört nala, yine de düşe kalka tutkunuzun peşinde koşarken, bu hayatta bırakın uzakları en sevdikleriniz bunu engellemek için ellerinden geleni yapabilirlermiş. Bu bir sevgi meselesi değilmiş, karşındaki kişinin hayattaki amacını bulamamasıyla ve kaybetme korkusuyla ilgiliymiş. Bu projedeki karakterlerin tutkularının büyüklüğünden kendi tutkularımın daha çok farkına vardım. Ve dengesi kaçan her duygunun ne kadar gülünç olduğunu gördüm.

“Oyunculuk benim için artık bir meslekten öte cesaretle esiri olduğum bir alan”
Rol aldığınız film, hayalin peşinden koşmanın önemini anlatıyor. Sizin için oyunculuk sadece bir meslek değil, aynı zamanda bir tutku. Bu tutkunun arkasındaki hikâye, sizi peşinden koşturan etken nedir?

Ben sektörde çalışmaya henüz 6 yaşındayken TRT İzmir Radyosu’nda 4 kuşaktır süren ikonik “Çocuk Saati” programında seslendirme yaparak başladım. Aynı yıl İzmir Karşıyaka Belediye Tiyatrosu seçmelerine girip çocuk oyunlarında oynamaya ve para kazanmaya başladım. Yani henüz ilkokuldayken ev dışında da disiplinle oyun oynadığım için para kazanıyordum. Haftanın beş gününü alan, okulla koordineli giden yoğun bir programım vardı ve kalan süreyi de hep oyun oynayarak ve çok sıkı ders çalışarak geçirdim. Hayatı hep oyun olarak gördüm bu nedenle. Hepimizin çocukken oynadığı oyunları oynamayı bırakmadım mesela. Bugün hâlâ fırsatım olduğunda hemen beş taş oynarım; kedimle, köpeğimle evde bazen saatlerce saklambaç oynarım. Plajda, sokakta çocuklarla, kumla, suyla oynamayı severim. Birini en iyi oyun oynarken tanırım. Zorlayıcı bile olsa kendime hep yeni oyun alanları yaratmaya özen gösteririm. O nedenle benim için artık meslek ve tutkudan daha öte uzvum, cesaretle esiri olduğum bir alan oyunculuk. Hayat cesaret edebilenler için muhteşem bir oyun alanı. Dolayısıyla bir şeyin peşinden koştuğum yok. Aynı çocukluğumda olduğu gibi güle oynaya düşe kalka, şikâyet etmeden, mızıkçılık yapmadan devam ediyorum.

Oyunculuk bazen çok zorlu bir yol olabilir, başarılar olduğu kadar hayal kırıklıkları ve reddedilme duygusu da yaşanabilir. Hayaller işte bu noktada oyunculara bu tür zorluklarla başa çıkarken motivasyon kaynağı olsa gerek. Hayaller, bir oyuncunun yolculuğunun en önemli parçalarından biri öyle değil mi?

Öyle ama hayaller gerçeklerle desteklenmedikçe ağırlaşabilir. Ağır aksak bir yolculuk da keyif vermeyebilir. Gerçekleştiremeyeceğimi bildiğim hayaller kurmuyorum. Hayat benim hayal gücümden çok daha sürprizli bir yer. Buna eminim. Hayale alışıldık yetişkin perspektifiyle bilincin devreden çıkmış hâli olarak bakarsak, ben daha çok “fazla düşünceliyim.” Kendi perspektifimden ise günlük hayatın sıkıcılığına ya da değiştiremeyeceğimi bildiğim bazı dünya gerçeklerine sadece hayal kurarak katlanabiliyorum, çok da keyif alıyorum gerçekten becerebildiğimde. Mesela bir gün bir hayal kurdum ve artık bir yapım şirketim var. Peki, hayalden sonrası? Sonrası sert gerçeklik. Hayalini, değerlerine bağlı kalarak gerçekleştirmenin zorluklarına razı mısın? Hayalini gerçekleştirmedeki zorluklar, hayal kurma anındaki konfor ve refahtan çok uzak. Yine de bir yerim acır diye oyun oynamaktan hiç vazgeçmedim. Ta ki bir gün sette oyun esnasında bilinçli bir şiddete maruz kalana kadar. O günden beri de artık bilmeyenle oynamıyorum.

Oyunculuk; bir insanın bir karakteri, bir ruhu, bir düşünceyi, bir duyguyu anlama ve yaşama sanatıdır bir noktada. Siz, bugüne kadar canlandırdığınız karakterlerden hareketle pek çok duygu ve düşünceyi anlamış, belki de mesleğiniz sayesinde toplumda yer alan milyonlarca insanın düşünce anlamında önüne geçmiş olabilirsiniz. Bu büyük bir avantaj öyle değil mi?

Ne parlak bir tespit, muhatabı olduğum için çok şanslı hissettim, teşekkür ederim. Öne geçmek çabasından ziyade mesleğinizin, doğru emeği verdiğiniz takdirde, sizi kendiliğinden ayrıcalıklı kılması müthiş ama bu ayrıcalık hediyesi, her seferinde bu tarz emekleri vermeden, kendini ve kağıttakini her seferinde didik didik etmeden yarım da kalabiliyor. Bazen senaryodaki bir karakterden değil de setteki birinden alabiliyorsunuz dersinizi. Bu heyecanlar olmadan sete gitmek mesaileşebiliyor. Ben mesai duygusundan uzak, ortak yaratım anlarında olmayı dilerim her sete girişimde. Bunun andan alınan verimi de keyfi de arttırdığını söyleyebilirim.

Farklı duygu ve düşünceleri zihninizde çözümlerken kişinin kendi olarak kalabilmesi de bir hayli zor olsa gerek? Siz piyasaya ilk girdiğiniz günden bugüne ne oranda kendiniz olarak kalabildiniz?

Dediğim gibi ben “piyasaya” 6 yaşında İzmir TRT Radyosu’nda seslendirme ve sunuculuk yaparak ve belediye tiyatrosunda çocuk oyunları oynayarak girdim. Yolunda gitmeyen şeylerle ilgili hep derdim oldu ama kendimi bildiğim ilk günden beri tanımlanmaktan ve kategorize edilmekten rahatsızlık duydum. Kendin kalmaya gelince durumlar; dünya, uzay, teknoloji, zaman, ekonomi, dünyanın öncelikleri, gökyüzü her gün değişiyor. Bu değişkenliğin içinde insanın aynı kalmasıyla güne ayak uydurması konusunda önemli manevi değerlerle kurulan bir denge olması gerektiğini düşünüyorum.

“Sektörde kıyamet kopsa televizyondan duyarım”
Oyunculuk, iç dünyanızı ve dış dünyanızı bir araya getirerek başkalarına sunma sanatı diğer yönüyle. Selin Yeninci’nin içi ile dışı arasında çok bariz farklar var mı? Hayatı uçlarda mı, yoksa belirli standartlarda mı yaşıyorsunuz?

Şu ana dek hayatımı belirli standartları koruyarak kendi uçlarımda yaşadım. Benim dışımın da içimin de çok bilindiğini düşünmüyorum, oynadığım karakterlerin içinde bile kendimi göstermeyi tercih etmedim şimdiye kadar.  Ünlülük ise apayrı bir meslek, Allah yardımcısı olsun arkadaşların, çok iyi yapan var yıllardır ama ben o enerjiyi mutlulukla başka şeylere vermeyi seçtim. İlham vereceğini düşündüğüm bir projem varsa eyleme geçtim hep bu konuyla ilgili. Şirketim SY Pictures’ı geliştirmek, okumak, seyahat etmek, müze gezmek, pijamayla sabah yürüyüşüne çıkmak, sokakta birileriyle rahatça sohbet etmek, içimden geldiği gibi davranmak önceliğim genelde. Sektörden çok az kişiyi tanıyorum zaten. Sektörde kıyamet kopsa televizyondan duyarım. Sete gittiğimde de genelde karavanda çalışıyorumdur. Set dışında evden seyahat etmek için çıkıyorum, sevdiğim insanlarla evde vakit geçiriyorum, güzel projeler okuyorum, filmler izliyorum. Dolayısıyla dışımı bilen azdır. İçimi bilen biriyle de tanışmadım henüz.

Hiç kendinizi ifade edemediğiniz anlar oluyor mu? O anları nasıl aşıyorsunuz?

Bence en önemli şey anlaşmaya gönüllü olmak. Ben gözlemlerimin objektifliğine güvenirim, bu konuda hayat beni acımasızca eğitti.  Her zaman niyetimden emin olduğum için birinin beni anlama şeklinden ya da başka biriyle ilgili konuşma şeklinden, o kişinin kendi karakteriyle ilgili fikir edinir yoluma onunla ya da onsuz devam etme kararı alırım. Eskisi kadar önemsediğim şeyler değil. Bunun dışında dişi olmanın en avantajlı yanlarından biri sezgisellik. Sezgilerime inanıyorum kendimi ifade anlarında. İş hayatında da böyleyim özel hayatımda da. İletişimde taktiksellik midemi bulandırır. Kişilerin sevgi eksikliği, rekabet duygusu ya da merak ve drama ihtiyacından yanlış anlaşıldığımı hissettiğim ve pasif agresif tavırlara maruz bırakıldığım ortamlardan uzak durmaya çalışırım. Özel alanımı temiz ve saf tutmak benim için çok önemli. Mahremiyet konusunda ketumum.

“Özel alanımı temiz ve saf tutmak benim için çok önemli” dediniz. Ancak günümüzde sosyal medya, oyuncular için hem bir fırsat hem de bir tehdit oluşturuyor. Ünlü oyuncular sürekli olarak takipçilerinin dikkatini çekmeye çalışırken, aynı zamanda sosyal medya üzerinden yapılan eleştiriler ve saldırılar da büyük bir stres kaynağı mıdır?

Ben bu sorunun muhatabı olamayacak kadar kötü bir sosyal medya kullanıcısıyım. Baskı kesin, özellikle oyuncularda. Baskı hissetmiyorum diyen de farklı olma baskısıyla boğuşuyor genelde. Çok stresli bir şey bence özellikle kadın oyuncular için. Çünkü body positivity, body shame, bozulan güzellik algıları derken, hepsinin aslında sosyal medya ve reklam sektörü için uydurulmuş reklam malzemeleri olduğunu görüyoruz, kendimize acıyamadan da trend değişiyor. Yoksa ilk yıllarında seviyordum X’i de Instagram’ı da. Çok isterdim Instagram ve X’i düzenli kullanmaktan çok keyif almayı. Henüz böyle bir his oluşmadı. Çok keyfi kullanıyorum sosyal medyayı.

Sinema ve dizi sektöründe kadın oyuncular zaman zaman erkek oyunculara kıyasla daha az fırsat ve daha düşük ücretler alabiliyor. Ayrıca kadın oyuncuların yaşlarına bağlı olarak rol fırsatları da sınırlı. Bu sizi de rahatsız ediyor mu?

Özellikle ben ve Jennifer Lawrence bundan çok rahatsızız. (Gülüyor) Kadınların sezgiselliklerinden doğan büyük gücün iş hayatında erkekler tarafından tehlike olarak görülmesi ve yine erkeklere göre daha az materyalist olmaya zorlanışları nedeniyle başlamış olabilir sıkıntılar. Hollywood’da Jennifer Lawrence’tan başlayarak kadın oyuncuların “eşit hak eşit ücret” talepleri kabul edilmeye başlandı ama çok yavaş ilerliyor takip ettiğim kadarıyla. Aslında Feminist Manifesto’nun da sanıyorum ilk maddelerinden biri. Ülkemizde birkaç kadın oyuncunun eşit ücret talebini magazin sayfalarından takip ettiğimi de hatırlıyorum. Umarım bu konuda adım atan herkes başarabilmiştir. Yaşla ilgili de özetle şunu paylaşmak isterim; son iki yıldır Internatıonal Emmy Awards Organizasyonu’nun jürilerinden biri olmam sebebiyle izlediğim global içeriklerdeki yapım tercihlerine dayanarak, kadın oyuncuların yaşıyla ilgili sınırlandırma probleminin en çok Orta Doğulu içeriklerde belirgin olduğunu üzülerek belirtmek isterim. Kadın erkek eşitliği bir de ırkçılığın konuşulmasını çok büyük ve anlamsız bir vakit kaybı olarak görüyorum. Çok da sıkıcılaştı, anlamını yitirdi bu tarz konuşmalar. Kafalar da karıştı insanlarda sürekli değişen gündemden. Sektördeki her bireyin teker teker kararlı desteği olmadan yapılacak bir devrim gibi durmuyor bu ücret eşitliği konusu.

Son yıllarda bir projeye dâhil olurken biraz daha titiz davrandığınızı görüyoruz. Bu bir tercih midir?

Oyunculuk gerçekten çok zahmetli bir meslek. Tutkusuz yapılacak iş değil. O nedenle tutkuyla bağlanabildiğim, sözünü kuvvetli bulduğum, bulundukları projeyi ciddiye alan ekiplerin olduğu hikâyeleri seçmek konusunda titizleniyorum. Ancak bu şekilde içim rahat ayrılıyorum o setten. Benim gece rahat uyuyabilmem çok önemli benim için. Set, o gün en iyisini yapmaya gayret ettiğim, sürekli araştırdığım, hem yapıma hem kendime kattığım, keşif yapmaktan korkmadığım, dingin ve garantici profesyonelliğime göre oyuncu olarak büyük riskler aldığım bir alan. Bu nedenle olduğum setlerde faydalı bir üretim varsa eğlenebiliyorum. Birlikte bu keşifleri yapabildiğim, iki kelam edip birlikte eğlenebildiğim, bana ilham veren ve aldığı ilhamı da reddetmeyen, çalışkan insanlardan oluşan projeleri seçmek konusunda kendimi eğittim diyelim. Yoksa oyuncu zaten her projeye evet demek ister.

Az önce de bahsettiğiniz üzere SY Production adlı yapım şirketinizi kurarak yapımcılık yönünüzü de ön plana çıkardınız. MIPCOM Fuarı'na hem oyuncu hem de yapımcı olarak katılan ilk Türk oyuncu oldunuz. Bundan sonraki projeleriniz de merak ediliyor… Henüz yayınlanmamış olan “Geleceğe Mektuplar” adlı dizide Banu karakterini canlandıracağınızı biliyorum. Bu dizi hakkında bilgi verebilir misiniz? Bu proje haricinde yakın gelecekte içerisinde yer alacağınız başka projeniz olacak mı?

Uzun bir süre kendi şirketime odaklanmak istediğim için okuduğum senaryonun çoğunu üzülerek geri çevirmiştim. Gelinen noktada şirketteki çalışma düzenim oturdu. Bu proje benim üç yıl sonra sete döndüğüm ilk proje. Bu nedenle benim yolculuğumda çok kıymetli. Meslek hayatımın otuzuncu yılında oynadığım için de bende yeri ayrı. Aynı zamanda uzun bir aradan sonra kendime dışarıdan bakmak için de güzel bir fırsat. İzleyen herkesin karakter olarak karşılığını bulacağı, izlemesi kolay ve keyifli, seyirciyi iyi tanıyan profesyoneller tarafından üretilmiş bir proje “Geleceğe Mektuplar”. Benim de kendimi şaşırtan tercihler yaptığım, sonuçlarını heyecanla beklediğim konforlu bir süreç oldu. Netflix’teki ilk dizi projem. Çok iyi bir yapım, yönetmen, yaratıcı ve yazar ekibinden oluşuyor. Tüm isimler işlerinde profesyoneller. Oyuncu kadromuz da çok güçlü, hepsiyle hem tanışmış olmaktan hem de birlikte oynamış olmaktan son derece memnunum. Sektöre pek çok yeni yetenek ve yüz kazandıracağı için de çok heyecanlıyım, çünkü genç kadromuz da çok yetenekli ve disiplinli oyunculardan oluşuyor. Set ekibi de sektör aşığı bir ekipti, işlerini çok titizlikle yaptılar. Çok ilham verdiler. Umarım bu etmenler birleşir ve ortaya güzel bir proje çıkar. Ben de merakla bekliyorum.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...