Öncelikle sizi daha yakından tanımak isteriz. Sanat hayatınıza nasıl başladınız? Resim sanatıyla ilişkiniz nasıl başladı?
Günsu Saraçoğlu: Sanat, benim için her zaman doğal bir ortam olmuştur. Meslekleri farklı olsa da, annem ve babam sanatla yakından ilgilenirlerdi. Babam gemi maketleri yapmaktan keyif alırken, annem sanatın her dalıyla ilgilenirdi. Evde, etrafımda sanata dair birçok şey bulunurdu. Ben de zaten resim yapmaya ve çizim yapmaya meraklıydım. Okul dönemimde ilkokul öğretmenimin vizyonu sayesinde sürekli resim yapmama izin verildi; bu da benim o alanda ilerlememde büyük bir itici güç oldu. Sanat benim için doğal bir unsurdu, çünkü her zaman etrafımda vardı. Zaman ilerledikçe, farklı meslek gruplarında eğitim almış olmama rağmen sanat beni hiç bırakmadı. Hem sanattan hem de resimden vazgeçemediğim için bu iki alanı birleştirerek bugüne kadar geldim.
Bu soruyu size de yönetmek isterim Emine Hanım; sanatla yolunuz nasıl kesişti?
Emine Özkarslıoğlu: Ankaralıyım, doğma büyüme. Son on yıldır İstanbul'da yaşıyorum. Sanatla ilişkim edebiyatla başladı; özellikle Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını okuduktan sonra dünyam değişti ve edebiyatın derinliklerine daldım. Mimarlık okumam da bu süreçte büyük bir etki yarattı. Ancak 8 yıldır sürdürdüğüm küratörlük faaliyetlerimin de önemli bir rolü var. Üniversite yıllarımda plastik sanatlarla iç içe geçtim; tiyatroda sahne dekorlarıyla ilgilendim. İlk işim, “Kent Kültürü” programının yapımcı ve sunuculuğuydu. Mimarlık eğitimimin bana kazandırdığı bir bakış açısıyla, mimariyi sanat üzerinden incelemeye başladım; içindeki resim, duvardaki süslemeler ve detaylar beni çok etkiledi. Zamanla yurt dışı seyahatlerim sırasında sanatın insanı evrimleştiren ve geliştiren bir alan olduğunu fark ettim. Plastik sanatlardaki dönüm noktam ise gururla belirttiğim gibi, Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi ile gerçekleşti. Şu anda kendi galerim Gallery Duende’de yaklaşık 8 yıldır küratörlük yapıyorum.
Hikâyelerinizi dinledikçe ve sergiyi de gezince ortak, birleşim noktalarınızı görebiliyoruz. Peki, nasıl karşılaştınız, sizi buluşturan ne oldu?
Emine Özkarslıoğlu: Datça'daki Uluslararası Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi yöneticiliğini üstlendiğim sırada Günsu çok değerli bir program yapıyordu. Günsu’nun yaptığı “Beyaz Tuval” programı ülkemizde bir arşiv niteliğindedir. Çok büyük bir emeği vardır plastik sanatlara. Günsu, akademinin kurucusu Nevzat Metin'le röportaja gelmişti. “Beyaz Tuval” vesilesiyle tanıştık Günsu'yla. O günden sonra da iletişimimiz kopmadı.
Günsu Saraçoğlu: Biz o dönemde Datça'nın o bakir alanlarını, kendine has duygusunu çok sevdiğimiz için her yıl oraya tatile gidiyorduk. Tatile gittiğimiz zaman da mutlaka Uluslararası Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi’ne uğramadan, çay kahve içip, dostlara merhaba demeden çıkmazdık oradan. Bir İstanbul'da, bir Datça'da derken bugüne kadar gelen güzel bir paylaşımımız oldu.
Emine Özkarslıoğlu: Evet, akademide ressamlarla, heykeltıraşlarla ve mozaik sanatçılarıyla bir araya geliyorduk. Günsu Saraçoğlu'nun diğer sanatçılardan ayıran en önemli niteliği, sanatın bu geniş yelpazesinin her birine dokunuyor olması. Gazeteci kimliği çok kıymetli. “Rebirth” sergisinde de izleyicilerle, gezenlerle hep görüşüyorum, konuşuyorum, fikirlerini alıyorum. Sahiden ülkemizdeki plastik sanatlara bu kadar dokunan birisi olması sanatına da çok büyük bir katkı sağlamış. Duyguyu çok güzel veriyor seride.
"Dengeyi biz bozduk”
Ben “Denge ‘SİZ’siniz” serginize değinmek istiyorum. Sesteş kelimeler aslında. Hem bir eleştiri hem de bir öneri sunuyorsunuz böylelikle. Peki bu proje nasıl meydana geldi, ortaya koyduğu argüman nedir?
Günsu Saraçoğlu: Proje ismi, belirttiğiniz gibi derin bir anlam taşıyor ve bunu özellikle seçtik. Aslında bu proje, 10 yıl öncesine kadar uzanıyor. İlk sergim olan "Şehrin Esaretinden Kaçış" ile kentsel dönüşüme dair eleştirilerimi dile getirdim. O dönemlerde, kentsel dönüşüm sanat alanında pek fazla konuşulmuyordu. Bu eleştiriyle başladım ve ardından "Sudaki İstanbul" ve diğer koleksiyonlarım kendi içlerinde evrim geçirmeye başladı. İstanbul’un klasik silueti, kuşlar, parçalar ve teller gibi metaforlar kendini göstermeye başladı. Seri ilerledikçe, bu figürlerden biri diğerlerinden daha fazla ön plana çıkmaya başladı.
Pandemi dönemi başladığında, en sınırlandırıcı günlerde sanatımı dünya genelinde sınırsız bir şekilde ulaştırma fırsatı buldum. O dönemde basınla olan deneyimim sayesinde sanal galeri fikrim harekete geçti. Bu yapıyı, bir sanatçının portföyünü sunabilmesi için tasarlamıştım ve pandemi ile birlikte bu platform gerçek bir anlam kazandı. Sanal galerilerimi, dünya genelindeki önemli kültürel, çevresel ve doğa katliamlarını eleştiren etkinliklerle birleştirdim. Birkaç sanatçı arkadaşımla birlikte, bu galerileri COP 28, Londra İklim Haftası ve New York İklim Haftası gibi etkinliklere göndermeye başladık. Bu tür etkinliklerde en çok hoşuma giden şey, sadece sanatımızla değerlendirilmemizdi; cinsiyetimiz, ırkımız veya dinimiz önemli değildi. Bu, hepimizin özlediği bir durumdu ve pandemi sürecini bu etkinliklerle geride bıraktık.
Sonrasında katıldığımız etkinliklerden biri aracılığıyla Amerika’daki The Havre de Grace Museum ile bağlantıya geçtik ve sergimiz fiziksel bir şekle dönüştü. Bu sergi ile birlikte İstanbul’da da fiziksel bir sergi açtık ve her ikisinin açılışları aynı güne denk geldi; bu gerçekten güzel bir tesadüftü. Böylece "Rebirth" isimli sergi projemiz; kentsel dönüşüm, doğa ve çevre katliamları üzerine bir manifestoyla başladı. Zamanla daha spesifik düşünmeye başladım. Haziran ayında "Kayıp Parça Kimde?" sorusunu sorduk. Doğada bir döngü var ve biz bu döngüye müdahalelerde bulunarak, daha iyi şeyler yaptığımızı varsayıyoruz; ancak bu, doğanın orijinal dengesini bozuyor.
Bir DNA sarmalındaki mutasyon gibi, döngü tamamlandığında, hâl başlangıç noktasından çok farklı bir duruma evriliyor. Geldiğimiz noktada "dengesizsiniz" diyorum; çünkü dengeyi biz bozduk. Dengeden olumlu veya olumsuz oluşan tüm etkilerin sorumluluğu bizlere ait. Bu nedenle, sorumluluk alma zamanının geldiğini düşünüyorum. Evet, bu konular üzerine konuşuluyor ve konferanslar veriliyor, ancak yaşam kalitemizi artırmak için ileriye dönük aksiyona ihtiyacımız var. Harekete geçilmesi gereken bir dönemin sonundayız. Dünyadaki her canlıya müdahale ettiğimiz için özür dilemek zorundayız. Zararlı ve kötü bir varlık hâline geldik; kötü olmamızın en büyük göstergesi, bunu bilinçli olarak yapıyor olmamız. Tasarlayarak zarar veriyoruz. Bir kabahat işleyebilirsiniz; ama bunu bilerek yapmak bir suça dönüşür. Gelecekteki nesillere bırakacağımız kaynaklar hızla azalıyor. Temel ihtiyaçların bile karşılanamayacağı bir dünya bırakmak üzereyiz. Her şey güzel gözükse de ben öyle düşünmüyorum. Kapitalist sistem, siyasi yapılanmalar ve birçok sosyolojik açıdan bakıldığında, doğal yaşam ve insan yaşamı son derece zarar görmüş durumda. Birçok tür yok oluyor ve küçük bir parçanın bozulmasının tüm sistemdeki yansımalarını biliyoruz. Bu nedenle bir an önce aksiyon alınması gerektiğini düşünüyorum ve insanları bireysel sorumluluk almaya davet ediyorum. Çünkü "Denge ‘SİZ’siniz."
“Bu sergi, kamuya ait bir dünya”
Bu noktada “Rebirth” serisi kişisel dünyanızda sizin için ne anlam ifade ediyor?
Günsu Saraçoğlu: “Rebirth”, benim duygu ve düşünce dünyamda geldiğim son noktayı ifade etme şeklim. Koleksiyonumu ortaya koyduğum anda kendi dünyamda kat ettiğim yolu keşfediyorum; bazen fikirsel anlamda daha ileriye gittiğimde önceli eserlerimi eleştirmeye başlıyorum ya da yepyeni şeylere adapte oluyorum. Koleksiyonum, duygu ve düşüncelerimi dökme biçimim diyebilirim. Çizmek, düşüncelerimi çizerek dile getirmek benim için günlük yaşamımın bir parçası.
Emine Hanım, içerisinde küratör olarak bulunduğunuz Rebirth’in son sergisi, sizin için ne anlam ifade ediyor?
Emine Özkarslıoğlu: “Denge ‘SİZ’siniz” Rebirth'ün son ayağı. Seriye baktığınızda birbirini tamamlayan koleksiyonlar hepsi. Her bir çalışma kendi içinde çok fazla alt metin barındırıyor. Günsu'nun söylediklerinin hepsinin altına imzamı atıyorum. Ben sadece bir küratör olarak değil, aynı zamanda bir izleyici olarak da değerlendiriyorum bu koleksiyonu. Koleksiyondaki her eserin bende uyandırdığı duygu bambaşka. Hepsi önemli mesajlar veriyor. Yıl boyunca birçok sergiye ev sahipliği yapıyoruz. İlk defa bir sergimizde izleyiciler bu mesajları çok net bir şekilde gördüler. Benim için sergide dolaşan izleyicinin eser karşısında ne kadar uzun süre durduğu çok önemlidir. Kimi 5 saniye durur, kimi 10 saniye durur. Kimi ise eserlerin her birini uzun uzun inceler. Günsu’nun sergisinde izleyicilerin çoğu eserleri dikkatle incelediler. İzleyiciyi düşündürüyor olmak, çok kıymetli bir başarı bence.
Serideki birçok eserde kuş figürünü görüyoruz. Günsu kuşlar için “Özgürlüklerimizi temsil ediyor” diyor. Ben burada umut buluyorum. “Rebirth” benim için bu sebeple pesimist bir seri değil, tam tersine umut dolu. Çünkü eğer bir sanatçı bütün bu farkındalığıyla dünyanın bu ızdırabını görüp sanatla bize bunu anlatıyorsa hâlâ umut var demektir. Bir kişiye bile dokunmak çok önemli. Mesela bir küratöre dokundu Günsu. Ben orada her bir parçada o umudu görüyorum ve sorguluyorum kendimi. Bireysel olarak bu dünya için, bu tabiat için, çocuklarımız için yapmam gereken şeyleri Günsu’nun tuvalinde görüyorsam, hissediyorsam bu bir başarı. Dolayısıyla “Rebirth” serisi hem Gallery Duende hem benim için çok güzel bir tecrübe oldu. Günsu'ya çok teşekkür ediyorum. Herkesi de 14 Aralık’a kadar bekliyoruz sergimize. Mutlaka bu sergi izlenmeli, görülmeli. Çünkü “Rebirth” serisi önemli bir mesajı barındırıyor içinde. O mesajı da herkesin kendi almak istediği kadarını alacağı muhakkak.
Günsu Saraçoğlu: Zaten ben de izleyiciden dinlerim eserlerimi, anlatmam. Çünkü kamuya ait bir sergi, bir dünya bu.
Emine Özkarslıoğlu: O yüzden çok sesli bir sergi. Sesi de güçlü bir sergi. O kuşları gördüğünüzde, o döngüyü gördüğünüzde hissedersiniz. Günsu'nun eserleri bir illüzyon gibidir. Burada ne kadar anlatabiliriz bilmiyorum ama insanların izlemesi gerekiyor, görmesi gerekiyor bu sergiyi.
Hakikaten tablolarınızda hissedebiliyoruz mesajınızı, dünyaya dair kolektif endişeyi. Bu noktadan bakıldığında her eserinizin sizdeki yeri muhakkak farklıdır, ayrıdır. Peki bu seride, yaratım sürecinde sizin için özel olan bir yapıtınız var mı?
Günsu Saraçoğlu: “Anneni mi seviyorsun, babanı mı seviyorsun?” gibi bir soru bu. Hepsinin yeri tabii ki aynı. Çünkü genelde hepsi birbiriyle bağlı. Ama aralarında ana figür olduğunu düşündüğüm, hem buradaki hem de önceki genel yapıyı temsil ettiğini düşündüğüm tabloyu afiş yaparım. Afişe koyduğum eser, koleksiyonun temsilcisidir diyebilirim.
“Sanatı paylaşmak, onun güzelliklerini çoğaltmak adına atılacak en değerli adımdır”
Dünyaya dair, insana dair hem bir devinim hem de var olan problemleri eserlerinize konu ediyorsunuz. Sanatınızın bir derdi var ve onu anlatmak istiyor. Bu noktadan baktığımızda sanat sizce topluma, dünyaya, hayata neler söylüyor; neler anlatmak istiyor? Sizce sanatın bir misyonu var mıdır?
Günsu Saraçoğlu: Elbette ki sanatın hayatımızdaki yeri yadsınamaz. Doğa ve çocuklar, benim sanat anlayışımın temel taşlarıdır. Bu iki unsuru, imkanlarım dâhilinde sürekli olarak eserlerimde işlemeye gayret ediyorum. Sanat, insanların ruh dünyalarını aydınlatan, duygularını besleyen bir yolculuktur. Hiç kimse profesyonel bir sanatçı olmak zorunda değil; önemli olan, herkesin sanata bir şekilde dokunabilmesidir. Günlük yaşamın getirdiği zorluklar, duygusal ve maddi sıkıntılar bizleri sararken, sanat ruhumuzu iyileştirebilir. Kendi duygularımı anlamak için sık sık kalemimi kâğıda götürüyorum; bu, benim içsel yolculuğumda önemli bir adım. Kendime dair güzel şeyler yarattıkça, bu iyimserliği çevreme de taşımış oluyorum. Böylece, küçük bir kıvılcımın etrafımızda nasıl bir yangın yaratabileceğini görebiliyoruz. Büyük kitlelere ulaşmak belki zor, ancak sanatla iç içe olmak, bireysel olarak bizi rehabilite eden bir süreçtir. Bu nedenle insanların sanatı hayatlarının bir parçası hâline getirmeleri gerektiğine inanıyorum.
Fakat günümüzde, insanlar birbirlerine gülümsemeyi dahi unuttular. Bir dükkâna girdiğinizde, çoğu zaman suratlar asık. Ben, sokakta yürürken kedilerle ve ağaçlarla konuşmayı tercih ediyorum. Bu, çevremizle olan bağımızı güçlendirmek için önemli bir adım. Farkındalığımızı artırmalıyız; birbirimizi gözlemleyip, hislerimizi paylaşmalıyız. Empati kurmak, aramızdaki bağı kuvvetlendirecek bir unsurdur. Ne yazık ki birbirimizin gülümsemesini ve üzüntüsünü bile göz ardı etme noktasına geldik. İşte bu noktada, kültür ve sanat, gerçek bir rehabilitasyon aracı olarak karşımıza çıkıyor. Eğer ben sanatla kendimi yeniden inşa edebiliyorsam, bu sürecin başkalarına da yayılabileceğine inanıyorum. Bu nedenle sanata yönelik desteklerin ve imkânların artması gerekiyor. Sanat, çok yönlü ve kapsamlı bir çaba gerektiriyor; bu yüzden bir araya gelmeli, birlikte hareket etmeliyiz. Sanatı paylaşmak, onun güzelliklerini çoğaltmak adına atılacak en değerli adımdır. Unutmayalım ki birlikte yarattığımız her küçük parıltı, dünyada daha büyük bir ışık oluşturabilir.
Emine Özkarslıoğlu: Sanat insanın dengesini de sağlayan bir şey. O yüzden denge biziz. Bu çok kıymetli.
Günsu Saraçoğlu: Ehlileştiriyor bizi sanat. Doğadaki en vahşi hayvan biziz. Zekâmızla vahşetimizi kendimiz oluşturuyoruz. Doğadaki diğer canlılar bizim gibi değil; durduk yere saldırmazlar patolojik bir durum yoksa; yediğini bitirir, başkasıyla paylaşır. Gordon Childe’ın “Kendini Yaratan İnsan” diye bir kitap vardı. O kitap benim bu konularda kırılma yaşamamı sağlamıştı, üniversitede okumuştum. Kitapta insanın bu yıkıcı zekâsından bahseder. Gerçekten biz insanlar; haddinden fazla bencil, istifçi, kapladığımız yerden daha fazlasına göz diken varlıklarız. Ben gerçekten pandemide insanların kendilerindeki bu noktaları fark ettiği fantezisindeydim ve daha güzel çıkacağız zannetmiştim ama ne yazık ki öyle olmadığını gördüm.
Emine Özkarslıoğlu: Anlattığın şey, serginin alt metniyle çok uyuşuyor. Pandemide insanlar evlerinden çıkmadığında dünyadaki oksijen miktarının arttığını, atmosferin değiştiğini, denizlerin ne kadar temiz kaldığını gördük. İnsan olarak kendimizle yüzleşmeliydik.
Günsu Saraçoğlu: Biz elimizi çektiğimizde tabiat kendini yeniledi. Ben bunu sadece evimin bahçesinde görebildim. Yıllardır görmediğimiz çiçekler açtı. Çünkü biz dokunmuyorduk artık oraya. İşte kesmiyorduk, budamıyorduk, alanını işgal etmiyorduk. Doğaya bıraktığımızda ne güzel dönüşüyor her şey. İstanbul’da ne güzel yasemin açıyormuş meğer, bunu pandemiden önce fark etmemiştim. Bahçemizde kirpiler ortaya çıktı mesela… Şehirden uzaklaştığınızda yeşilin bile rengi değişiyor. Hakikaten bizim doğaya karşı bu kadar tahribat yapmaya hakkımızın olduğunu düşünmüyorum. Doğadaki diğer canlılara da yaşam alanı bırakmamız gerekiyor. O yüzden dengeden bahsetmeye ihtiyaç duydum sergimde.
“Sanat eserlerinin evlerimize girmesi lazım”
Ben size de bu soruyu sormak istiyorum aslında. Çünkü sanatın yaratım sürecinden sonraki noktasında siz bulunuyorsunuz. Sanatçıyla ve sanatıyla doğrudan ilk muhatabı sizsiniz. Size sanat ne söylüyor?
Emine Özkarslıoğlu: Ben açıkçası şöyle söyleyeyim, sanat olmasa benim için nefes almak çok zor olurdu. Bu kadar gerçeklikle başa çıkmak ızdıraba dönüşürdü. Çok çeşitlilik var değil mi? Sanatta da öyle. Küratör kimliğimle konuşacak olursam, ressamları tanıyorum, heykeltıraşları tanıyorum, mozaik sanatçılarını, cam ustalarını, müzisyenleri, edebiyatçıları tanıyorum. Bunların hepsiyle yıllarca bir ilişki ağım oldu. Gördüm ki Picasso doğru söylüyor. “Guernica” tablosu için “Ben yapmadım, siz yaptınız” demesi boşa değil. Doğuyor ve ölüyoruz. Bu aralıkta da bir anlam arayışımız var. Emine Özkarslıoğlu olarak ben ne zaman bir acı hissetsem, yaşamla baş edemediğim bir an olsa sanat beni buradan çıkarıyor. Kimi zaman bir resim çıkartıyor, kimi zaman bir heykel çıkartıyor, kimi zaman bir müzik, kimi zaman edebiyat. Bu yüzden Gallery Duende de mümkün olduğu kadar sadece resim sergileri değil, birçok sanatçıya ev sahipliği yapmaya, workshoplar ve atölyeler düzenlemeye özen gösteriyorum. Bu çoğaldıkça güzelleşecek olan bir şey. İnsanlar fark etsinler. Çünkü bunu kendim de tecrübe ettim. Sancılarım, acılarım, hayatta mücadele ettiğim ızdıraplarımdan sanatla çıkabiliyorsam başkaları da çıkabilir. Zaten Günsu'nun de dediği gibi bu kadar gerçek ızdırabın içerisinde küçücük sevinçler bulmak zorundayız kendimize. Sanat o kadar derinlikli ki sevgili Elif, kitaptaki bir cümle, karşılaştığınız bir tablo hayatınıza dokunabilir. Vaktinizi, zamanınızı neye harcadığınız çok önemli bu yüzden. Biz burada çocuklarla atölyeler yapıyoruz. Yıllarca çocuklarla atölyeler yaptım. Sanata dokunan çocukların nasıl evrildiğini görüyorum. Dünyaya bakışlarının nasıl olduğunu görüyorum. Bir diğeri hayvanı tekmelerken diğeri itiraz edebiliyorsa oraya bir sanat bulaşmış. Bu yüzden sanatın güzelleştirdiği, öğrettiği yerler çok kıymetli. Sanat, sabah uyandığımdan gece yatışıma kadar üstümde, başımda, her yerimde, aklımda, kalbimde olan bir şey. Bu yüzden de mümkün olduğu kadar arkadaşlarımla ne zaman bir araya gelsek sanatla ilgili konuşuruz. Bir şekilde hayatımı başka bir niteliğe oturtturuyor çünkü.
Günsu Saraçoğlu: Ben bir sanatçı olarak benimle birlikte olan herkese sanatı bulaştırmaya çalışıyorum. Bence bu, sanatçının sorumluluklarından biri. Sanatı bulaştırdığım kişi de bir başkasına onu yayabiliyor. Onun evinde orijinal bir tabloyu görüp kendi evinde de bulundurmak isteyebiliyor. Ekonomik gücü hangisine, neye yetiyorsa… Kendi dahi çizip asabilir. Yeter ki günlük hayatında sanatla ilişkisi olabilsin insanın.
Emine Özkarslıoğlu: Tabii, bunun bir de ekonomik boyutu var. Galerici kimliğimle bakacak olursam deli işi yapıyoruz biz. İnsanlar bir parfüme, bir rimele ya da bir çift ayakkabıya 20 bin dolar vs. ödeyebiliyorlar ama söz konusu sanat eseri satın almak olunca farklı değerlendirilebiliyor. Sanat eserlerinin evlerimize girmesi lazım. Ailelerimizin televizyon üzerindeki biblolardan artık sıyrılması gerekiyor. Meydanlarımızın heykellerle donatılması lazım. İnsanlar o heykelin önünde buluşurlar, o eserle muhatap olurlar. Şimdi bu sanat eserlerini nasıl ulaştıracağız ekonomik olarak?
Bunun üretim kısmını da konuşmalıyız. Bugün tuvaller, boyalar kaç lira olmuş? Günümüzde güzel sanatlar fakültelerinden yüzlerce öğrenci mezun oluyor. Mailime baksanız sergi açmak isteyen o kadar çok kişi var ki. Körler sağırlar birbirini ağırlar piyasasına dönüşen resim sanatının bu kısmına da değinmek gerekiyor. Burada mümkün olduğu kadar sanatçıyla da ortak bir faydada buluşup sanat eserlerini insanların evlerine ulaştırmanın bir yolunu bulmamız gerektiğine inanıyorum. Burada sadece galericilere, küratörlere ya da sanatçılara görev düşmüyor; sanat politikalarının da bu yönde etkin olması gerektiğini düşünüyorum.
Günsu Saraçoğlu: Sanat politikalarının değişmesi gerekiyor. Şimdi şöyle bir şey var. Biz bunu duygu olarak doğduğumuzdan beri hissetmesek yapılacak iş değil. Ama biz başka bir şey yapamayız ki. Biz bunu yapmazsak çok zararlı insanlara dönüşürüz. Ben bütün şeyleri çizmesem bile zaman zaman belli resimlerimi izleyerek bütün iç dünyamı kendi kendime gözden geçiriyorum. Karşıma alıyorum, görüyorum, çeviriyorum. Yani insanların bunları öğrenmesi lazım. Sürekli vahşi bir ortamda yaşıyormuşuz gibi olmaması için kesinlikle sanatla ilişkimizi arttırmalıyız. Sokaktaki insan aslında bizim hedefimiz.
“Bu serginin geliri Çocuk Eğitim Derneği'ne bağışlayacak”
Katarsisi belki sokaktaki insan farklı yaşıyor öfkesiyle ya da başka bir şekilde ama sanat söz konusu olduğunda bir yaratım meydana geliyor.
Günsu Saraçoğlu: Kesinlikle, kesinlikle öyle. Dediğim gibi bunu çok içselleştirerek yapan insanlarla yapmış olmak için yapan birçok kişi var ortada. Birbirinden ayrışıyorlar zaten hızlıca. Zaman, zaten hepimizi ayıracak. Ama gidilecek çok yolumuz var. O yüzden biz, bu sergide de olduğu gibi her zaman sanat ve çocuk kavramını yanımızda tutmaya çalışıyoruz. Çünkü ne kadar çocuğa dokunabiliyorsak sanatla, o kadar iyi.
Emine Özkarslıoğlu: Ayrıca bu serginin geliri Çocuk Eğitim Derneği'ne bağışlayacak.
Günsu Saraçoğlu: Çocuk Eğitim Derneği'nde 0-6 yaş grubu işitme engelliler için yapılan bir projeye sergimizde elde ettiğimiz geliri bağışlıyoruz. Bu çok önemli. Dernekle başka projeler de yapacağız, sürekli temas hâlindeyiz. Evet, ne güzel sanatımızı yaptık, sergimizi açtık. Ama geride ne bıraktık? Bu sorunun cevabını verirken artı bir değer bırakmak çok önemli bizim için. Burada bir misyon yüklenip bir STK ile iş birliği yapmamız çok kıymetli.
Sanat yaşamınız boyunca gerek teknik gerekse bakış açısı olarak kalıplarınızın ötesini düşünmüşsünüz. Eserlerinizde dijital sanat, akrilik ve farklı teknikler kullanıyorsunuz. Aynı zamanda sosyoloji, psikoloji gibi sosyal bilimlerle de iç içesiniz. Disiplinlerarası çalışmak, görüyü genişletmek sanatınıza da yansımış. Siz bu dehlize açılırken nelerden etkilendiniz?
Günsu Saraçoğlu: Günlük hayatımda gözlemlerim her şeyi. Kafamın arkasında bir atölye vardır. Günlük hayatımdaki tüm biriktirdiğim doneler orada birikir, bir şeyleri orada evirir çeviririm. Böylelikle el, göz, beyin koordinasyonuyla kendi kendine oluşur eserlerim. Samimi bir şekilde anlatmış mıyım derdimi, önemli olan benim için bu. Ondan sonra plastik değerler değişiyor. Malzeme konusunda çok fütursuzumdur. Her türlü malzemeyi birbirine karıştırabilirim. O anda ne hissettiysem onu verecek her şeyi koyarım. Teknik olarak da öyle; yakarım, ıslatırım birbirine bağlarım. Kurallarım yoktur. Ama son dönemde akrilikle çalıştım. Orada bile akrilik kullanırken birçok farklı materyal de kullandım. Onu da karıştırayım, şunu da şöyle kullanayım diye düşündüğüm birçok şeyi denerim. Onlar benim, yani beni tarif eden şeyler. O alanda tamamen özgürüm ve öyle olunması gerektiğini düşünüyorum. Düşüncemi ifade ederken içime hangisi sıcak geliyorsa o malzemeyi tercih ederim.
Bu sergi için basın bülteninde kullandığınız şu ifadeniz çok dikkatimi çekti: “Amacım yaşadığım dönemi yansıtan bir bellek oluşturmak ve toplumsal bilinçlenmeye katkıda bulunmak.” Sanat toplumsal belleğin neresinde yer alıyor sizce?
Günsu Saraçoğlu: Evet, doğru. Bu konuya dair fikir ayrılığı var. Kimileri “Sanatçılar dönemini kaydetmekle yükümlü değil” diyor. Ama bakıldığında topluma dair her şeyi sanat üzerinden okuyabiliyoruz. Dönemleri bir tablodan, mimariden görebiliyoruz. Önemli bir şey bu. Ben sanatçının -bilerek veya bilmeyerek- yaşadığı dönemi kayıt altına aldığını düşünüyorum. Ben kırsalda yaşayan biri olsaydım, benim resimlerimde belki keçiler, atlar, ördekler görecektiniz. Daha fazla kırsal araziler görecektiniz. Yani insan beyninde, ruhunda, gözünde ne biriktirirse onu yansıtır. Bu tahlilin çok dışına düşen şeyler de zaten sanatçıyla çok özdeşleşmez diye düşünüyorum.
“Sanat toplumların gerçekten hafızası”
Bu soruyu size de yönetmek istiyorum. Sanatla, mimariyle, topluma ve insana dair en önemli alanların içinde biri olarak düşüncelerinizi merak ediyorum. Sanat sizce toplumsal belleğin, hafızanın neresinde?
Emine Özkarslıoğlu: Bence toplum hafızasının kalbidir sanat. Günsu'nun dediği gibi ister bir iz bırakmak istesin ya da istemesin üreten bir sanatçı, muhakkak bir şeyler bırakır ardında topluma. Daha dün okudum. Roma'da, İtalya'da bir kazıda antik dönemden kalma heykeller bulundu. Kendi coğrafyamıza baktığımızda da Göbekli Tepe var. O insanlar o yapıları ve heykelcikleri yaparken tarihe bir not bırakalım diye yapmadılar. Fakat sanat yapan kişiyi de aşan bir şey. Yaratıyorsunuz, üretiyorsunuz ve yüzyıllar sonra insanlar sizin yaptığınız şeyle geçmişine bir ışık tutuyor. O yüzden sanatçıya ve sanatla uğraşan herkese sonsuz bir saygı duyuyorum. Sanat toplumların gerçekten hafızası. Sanatçının da bu duyarlılıkla yaklaşması gerektiğinin altını çiziyorum. Aralık 2024’teyiz, 2025'e gireceğiz. Günsu Saraçoğlu’nun “Rebirth” serisi de bence ardında bir hafıza bırakıyor. Bundan 50 yıl sonra belki, gideceğiz “Bir kadın bir resim yaptı, resimlerinde bunu anlatıyor” diyeceğiz. Yani sanat böyle bir şey, üretmek böyle bir şey, yaratıcılık böyle bir şey. Kıymetli bu yüzden. Toplum hafızasının en güçlü yeri sanat ve bilim.
“Umuttan vazgeçmeyelim ve mutlaka sanatın bir yerine dokunalım”
Ben son olarak genel konuştuğumuz şeylere yönelik bir soru yöneltmek istiyorum. Birey olarak çevremizde yaşadığımız dünyayla, birbirimizle, kendimizle kurduğumuz ilişkide dengeyi nasıl sağlayabiliriz?
Emine Özkarslıoğlu: Önce dengeyi birey olarak kendimizde sağlamalıyız bence. Bu gerçekleşince çevremizle de dünyayla da o denge kuruluyor zaten. Asıl soru “Kendimle dengemi nasıl sağlarım?” Aslında birkaç soru öncesinde cevabı Günsu ile birlikte verdik. Ben dengemi sanatla sağlıyorum. Dengesiz hareketlerim yok mu? Mutlaka vardır tabii ki. Denge dediğimiz şey dengesizliği de içinde barındırır, tezatlarla doluyuz çünkü. Yaşıyor olmamız ölümü gerektiriyor. Ayrılıklar, kavuşmaları gerektiriyor. Sevinçler, hüzünleri gerektiriyor. Ama zıtlıkları da akıl ve kalp yolunda dengelemeliyiz. O yüzden okumak gerekiyor sevgili Elif. Okumalıyız, tarihimizi okumalıyız, araştırmalıyız, tabiatı izlemeliyiz. Tüm bunları yaparken de kendimize dönmeliyiz.
Bir insanın kendi içindeki dengesi; kalbiyle, vicdanıyla kurduğu ilişkide yatıyor çünkü. Hoşgörü, sevgi… Sevmekten korkar olduk. Hep sevilme arzusundayız. Hayır, önce sevmeyi öğrenmemiz lazım. O yüzden de kendimizi sevmekle, öz şefkati sağlamakla başlamalıyız. Bu çok uzun ve meşakkatli bir yol. Çok sevdiğim bir şairin bir cümlesi var. Şiirinin bir yerinde şöyle diyor: “Aynada iskeletini görmeye kadar varan kaç kişiyiz?” O yüzden doğru sorgulamaları yapmamız gerekiyor. Ben insanın kendi içinde dengeyi bulduğu yerin vicdanı olduğunu düşünüyorum. Aklıyla kalbi arasında kurduğu köprünün dengesi olduğunu düşünüyorum. Gülümsemekten vazgeçmeyelim. Bir sürü sıkıntılar ve ızdıraplarla karşılaşıyoruz. Umuttan vazgeçmeyelim ve mutlaka sanatın bir yerine dokunalım.
Günsu Saraçoğlu: Ben vicdan başta olmak üzere Emine’nin söylediklerine katılıyorum. Vicdan benim için zaten çok önemlidir, inanç sistemim gibidir. Kendini hayatının odağına almalı insan ama bu bencil ve egoist bir şekilde yapmamalı. Ben kendimle nasıl olursam etrafımla da öyle olurum. Bu “Anne iyi olursa çocukları da iyi olur” düşüncesi gibidir. Kendi dünyanı rehabilite edersen bunun yayılımı da iyi yönde olacaktır. Şaman kültürüyle alakalı yaptığım bir sergide eski, sırları dökülmüş bir aynayı kullanmıştım. Hemen yanında da bir metin vardı. İnsanlar önce o aynayla karşılaşıyorlardı, ardından metnini okuyup sergiyi geziyorlardı. Önce kendimizi görmeliyiz çünkü. Önce kendimizle barışacağız, kendimizi seveceğiz, sonra etrafımıza bu sevgi yayılacak, aramızda temiz bir saygı doğacak. Maalesef duygu düzeyinde görmüyoruz birbirimizi. Bu yüzden insanlar mutsuzlar, yalnızken ne yapacaklarını şaşırıyorlar, sıkılıyorlar. Pandemi bunun en tipik örneğini sundu bize. Pandemi, insanların birbiriyle olan sorunuyla birlikte doğayla olan sorununu da gözler önüne serdi tabii. Büyük şehirlerdeki insanlar pandemiden dolayı kırsala kaçarken yanlarında şehri de götürdüler. Çok üzülerek söylüyorum.
Emine Özkarslıoğlu: İnsanlar kırsala geldiklerinde ev kuruyor, malikane inşa ediyor. Örnek olarak Datça’yı verebiliriz. Datça, su sorunu yaşayan bir yer. Evet, muhteşem bir denizi, coğrafyası vardır ama su sorunu yaşar. İnsanlar oraya malikane inşa ederken havuz yapıyorlar, suyu çekiyorlar. Bunun gibi “dengesizlikler” yaşanıyor. Yapılmaması gerekiyor.
Günsu Saraçoğlu: Bakir alanlara kaçarken pek çok etkeni de düşünmemiz gerekiyor. Sosyolojide de bu anlatılır, bir yerden tren yolu geçtiğinde her şey değişir. İklim değişir, tarım değişir, arıların dolaştığı güzergâh bile değişir. Elbette teknolojinin gelişmesine yönelik bir eleştiri değil bu. Ama bencilce işlememeli sistem.
Yani kapitalizm dönüştürüyor, kendine doğru eviriyor her şeyi...
Günsu Saraçoğlu: Yine Datça’dan örnek vereyim. Zekeriya Sofrası'nın yanında bir yer vardı, çocuklarım orada geçici dövme yaptırıyorlardı. Oturuyorduk, yan masada birileri oturuyordu, kulak misafiri oldum. “Zenginler buradan ev alıyor, burayı bozacaklar” diyorlardı. Dayanamadım “Satmayın kardeşim” dedim. Çünkü Marmaris’ten sonra Datça’nın da kapitalizm erozyonuna uğrayacağını biliyorduk. Eskiden buralarda inşaat yapmak bile bir dertti fakat şimdi insanlar rant için tarlalarını, arazilerini satıyorlar. Yurt dışında işler böyle yürümüyor. İtalya’yı gezerken geçmişin izlerini görüyorsunuz, şehrin dokusu bozulmamış, “Leonardo Da Vinci acaba buraya dokunmuş mudur?” diye düşünerek şehri dolaşıyorsunuz. Şehirleşme daha akıllıca gerçekleştirilmiş. Biz de kendi dokumuzu korumalıyız.
Emine Özkarslıoğlu: O yüzden “Denge ‘SİZ’siniz” sergisini kaçırmasın kimse.
Günsu Saraçoğlu: Tabii ki benim bu anlatımım devam edecek değişerek, dönüşerek. Değiştiğini görüyorum, hissediyorum çünkü. Benim devam etmemek gibi bir lüksüm yok. Ayrıca Emine'nin de öyle. Belki başka bir yerde devam ederiz. Ama devam ederiz. Çünkü ben bütün zamanımı kültür sanatla geçiriyorum. Sadece iş olarak bakmıyorum, gündeliğimin içinde benim sanat. Ayrıca yapılacak çok şey var. Sadece ben de değil, çok yetenekli gençlerimiz var. Doğru projelerde doğru insanlar yer aldığı müddetçe ancak ne yapacağımızı konuşabileceğiz, “daha ne üretebiliriz”’in derdine düşeceğiz.